KÜRT SORUNUYLA YÜZLEŞEBİLECEK MİYİZ?

 

Bir yüzleşme çağrısıyla konuya girelim. Gelin, bir kâbus gibi nefesimizi kesen, el ve ayaklarımızı bağlamak için üretilen, çoğu bizim dışımızda gelişen, bazılarının ise bütünüyle beyinsizliklerimizin eseri sorunlarımızı, insancıl bir duruşla çözelim. Yarınlarımız için özgün irademizle üzerinde ittifak edebileceğimiz bir zeminde ahitleşelim ve bu ahitle etrafımıza bir çağrıda bulunalım. Allahın geniş arzında insanları gerçekçi bir kardeşliğe çağıralım. Göreceksiniz o zaman hepimiz kazanacağız.

 

Yaşadığımız ülkenin sınırları ve yüz ölçümü geçen yüzyıla kadar üç dört kıtanın derinliklerine kadar giderdi. Bu ülke, birkaç imparatorluk, pek çok medeniyet, kültür, din, inanç, mezhep, ırk ve kavmin bileşimi olan bir havzanın bakiyesi bir ülkedir.

Emperyalizmin dayattığı sömürgeci talan savaşları sonucu hâkimiyeti gasp edilen bir medeniyetin, bir inancın topraklarından cebir ile sökülüp atılmaya çalışıldığı. Toprakları işgal edilip, sınırları cetvelle çizilen bir ülkede yaşıyoruz. Batı ideolojilerinin ancak silah zoru ve çeşitli hilelerle sokulmaya çalışıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu nedenle buralarda yaşayanlar olarak yedi ceddimizin boyunu aşan büyüklükte sorunlarla boğuşuyoruz. Ama belki çoğumuz bunun farkında bile değiliz.

Adı konulmamış bir savaşın içindeyiz. Bu savaşı adam gibi kazanabilmek için kendimizle yüzleşip arınmak zorundayız. Bunu yapamadığımız takdirde ya hep birlikte yok olma veya başkalarına köle olma gibi, her iki ucu batak bir uçurumla karşı karşıyayız.

 

Neyi konuşuyoruz? Osmanlı sonrası Ortadoğu’yu. Ortadoğu’da Türkiye’yi ve Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında bir yüzleşmeyi konuşuyoruz.

 

Osmanlı sonrası Ortadoğu yangın yeri bir viraneye dönmüş. Onun gidişinden sonra ondan daha otoriter, daha tek tipçi daha içe kapanmacı ve daha kan dökmeye meyyal çok küçük ama daha gaddar diktatörlüklerin mantar gibi türediğini görüyoruz. Hakları elinden alındıktan sonra hak arayışına giren her topluluğun aklıevvel elit kadroları, kapı komşusu diktatörlükleri taklit ederek onlardan daha gaddar bir diktatör adayı olarak ortaya çıkıyor.

 

Örnek mi? Örnek Arap tiranlıkları, şoven Yahudi İsrail dükkalığı. Yeni İran Şii şehinşahlığı ki, yakınlarda İslami bir devrim yapmıştı ve dünyaya islamın evrensel adaletini yayma gibi bir ideali vardı. Ama ne yazık ki bu ulvi idealden otoriter bir Şii teokrasisine savruldu. Otokratik-Jakoben Türkî cumhuriyetler, buna modernlik iddiası olan Türkiye de dâhildir. Ve artık fosilleşmiş Marksist –Leninist bir jargon ile sözüm ona devrimci bir şiddetle ve demode bir sosyalizm hülyası ile geç kalmış bir ulusalcılığı kendi toplumuna dayatarak bir hak arayışına girdiğini iddia eden PKK türü Kürt şiddet örgütleri. Kendi toplumlarına ve masum insanlara karşı giriştikleri eylem, toplumu sindirmek için kullandıkları yöntem ve mevcut pratikleriyle karşı çıktıkları despot yönetimler ve komşuları olan diktatörlüklerden daha gaddar bir görüntü veriyorlar. Dolayısıyla bu anlayışla halkının kaderinde iyiliğe, insan haklarına ve yarınların güzelliğine dair iyi şeyler yaşanmayacak. Değişen tek şey dikta ve diktacıların isimleri olacak.

 

Belki bazılarımız bazı hayaller kurabilir ve hoş rüyalar görebilirler. Ancak eskilerin deyimi ile darı tarlasından buğday biçilmez veya perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Afaki sloganlar ve hamasi acıtasyonlar ne kimsenin karnını doyurur ne de kimseye bir cennet falan bahşediyor… Asıl olan yaşanan pratiktir. Daha açık bir ifade ile bu gün halka neleri yaşatan bir anlayış yarın da aynısını yaşatacaktır. Örnek mi kominizim, sosyalizm ve devrimci şiddet şizofrenilerinin girdiği bütün doğu bloğu ve Bolşevik ihtilalinin yapıldığı eski Sovyet Rusya toprakları, Sorgusuz bir demir perde ülkelerine dönüştüler. O meşum şiddete milyonlarca kurban verdiler. buna rağmen o ütopik sosyalist cennete kavuşmanın acısını hala çekiyorlar. Örnek halkın muhalefetine rağmen halka alavere dalavere bir zorbalıkla dayatılan Kemalist bir ideoloji ile kurgulanan tek tipçi bir Türkiye cumhuriyetinin seksen yıllık pratiği. Örneğin daha dün Hakkâri Uludere’de halkın vergileri alınan uçaklarla 34 masum köylüyü bombaladı.  Her ne kadar olaya kaza adı verilse de neticede ortada 34 masum insanın ölümü var.

 

Ve şeytanın avukatlığına soyunanların bahane ve kılıfları bitmez hiçbir zaman. Gider camileri bombalarlar. Hemen ardından biz camiyi bir düşman saldırısından korumak için menzile almıştık ama kazaen veya bir istihbarat hatası sonucu vurduk derler. Veya giderler okullara, dershanelere bomba koyarlar. Öğrencileri, çocukları paramparça ederler. Zavallı köylüleri, kadınları, kızları tararlar. Halkımız kusura bakmasın savaştır. Bizden bağımsız hareket eden, düşmanla işbirliği içinde olan serseri gruplarımız bunu yapmıştır, diye işin içinden çıktıklarını sanırlar. Bu bahaneler kulaklarımıza ne kadar da tanıdık geliyor değil mi?

 

Bu tespitlerimiz birilerinin hoşuna gitmeyebilir ama ne yazık ki yaşadığımız gerçek budur. Bu topraklarda işletilen cinayetlerin hepsini sıraladığımızda temiz vicdanlar ve iğdiş edilmemiş beyinler, gerçeği görecekler. Gelecek itirazlar ise insanlık hukukuna teslim olmak istemeyen, her zaman aşina olduğumuz hastalıklı oportünist itirazlardır.

 

Osmanlı bahsini etmiştik. Amacımız ne Osmanlıyı şuursuzca övmek ne de yermek. Bütün insanlığın hayrına, bütün insanların haklarına saygılı ve kimsenin zulme uğramayacağı evrensel bir insanlık hukukunun egemen olduğu bir dünya ve sistemden yanayız. Bu zaruri vurgudan sonra konumuza geçebiliriz.

 

Osmanlı elbette ak sütten çıkmış ak kaşık değildir. Pek çok ciddi eksikliklerle maluldür. Ancak, ister sevelim, sevmeyelim, İster beğenelim, beğenmeyelim, Osmanlı,  o hantal yapısı, geri kalmış kurumları ve merkezi otoriterliğine rağmen tebaya bakış açısı ve onu sahiplenme, bazı hak ve aidiyetlerine saygı duyması nokta-i nazarında bu günkü çağdaş demokrasi kılıflı pek çok devletten daha ileride duruyordu.. Evet, bize çelişki gibi gelebilir. Lakin Osmanlı, bütün olumsuzluklarına rağmen bu günkü çağdaş devlet ve örgütlerin çoğundan daha ilerici bir duruş sergiliyordu. Buna Türkiye cumhuriyeti ve bilmem ne çağdaş, ilerici, sosyalist örgütler dâhildir.

Osmanlı, genel olarak din, dil ve ırk ayrımından uzak durduğu için yüzyıllarca birçok devlet ve milleti hâkimiyeti altında tutmayı başarmıştır. Doğu ile Batı arasında altı yüzyıl boyunca bir köprü işlevi görmüştür. (1)

Bundan hareketle Osmanlıya baktığımızda 84 ülkeyi uzun bir süre şöyle veya böyle yönetmiştir. Direk egemenliğine giren ülkeler:63.Hilafete bağlı yönetilenler:8.Donanmasının hâkimiyetinde olan ülkeler ise 13.

Osmanlının yüzölçümü; 21 milyon km2 toprak.4 milyon km2'den fazla bir toprak, 1913 ile 1923 yılları arasını kapsayan sadece 10 yıl içinde kaybedilmiştir.(2)

Osmanlının az sayıdaki devşirme politikası hariç din, dil ve ırk ayrımı yapmadığını şuradan anlıyoruz. Uzun süre hükümranlığında kalan milletler bu gün ilk hallerini dil, inanç ve kültürlerini hala yaşıyorlar… Ama son seksen yıldır modern Türkiye cumhuriyetinde yaşayan Dağ başındaki ücra bir Kürt köylüsünün çocuğu dahi bu gün artık ana dilini rahat konuşamıyor. Onun yerini Türkçe almış durumda..İşte Osmanlı ile hemcinsleri veya torunları arasındaki fark bu kadar açık.

 Osmanlı sonrası, Türkiye’nin gerçek yüzölçümü lzdüşüm alanı 779.452 km2 dir.

Ekonomik olarak seksen yıldır hala gelişmemiş bir üçüncü dünya devleti görüntüsünden kurtulamamıştır. Milyonlarca insan asgari ücret adlı bir sefaletle bir hayat yaşıyor. İlk günden bu yana hep darbelerle boğuşuyor. Topraklarındaki farklı din ve milletlerin çoğu ya göçtü ya da asimilasyonla görünmez oldu… Dün bu topraklarda yetmiş iki millet yaşarken bu gün kala kala bir kör, bir topal misali sadece Türkler ve Kürtler kalmış. Ve devlet eliyle Kürtlerin başlarına neler getirilmiş, getiriliyor o Mısırdaki sağır sultanın bile malumudur.

 

Oysa Osmanlının girdiği bütün savaşlarda, açtığı bütün cephelerde Kürtler, Din-i mubin, namus ve vatanın çiğnenmemesi adına hep ön saflarda milyonlarca evladını şehid vermişler. Kurtuluş savaşının son gününe kadar işgalci küffara karşı cansiperane savaşmışlar.

Milli şef İsmet İnönü’nün deyimiyle”Kürtler, Milli mücadele boyunca canla başla gayret gösterdiler.”(3) Yine o süreçte Atatürk’ün bizzat kendi ifadeleriyle”…Bu meclis ne sadece Türklerin ve ne sadece Kürtlerin meclisidir… Kürtler ve Türkler birbirlerinden ayrılmayı kabul etmez, öz kardeştirler… Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok, Anayasamız gereğince bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir… Şimdi TBMM hem Türklerin hem Kürtlerin yetkili meclislerinden oluşmuştur…”(4)

Peki, onca şeye rağmen ne oldu? Genç Türkiye cumhuriyeti kuruldu. Misakı milli kabul edildi. Günümüz rakamlarıyla nüfusları 40 milyonu geçkin Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar, yani öz vatanları Lozan anlaşmasıyla beş altı devlet arasında paylaştırıldı. Sırasıyla Rusya, Ermenistan, İran-ırak, Suriye ve en büyük parçasıyla Türkiye. Kürtler beş altı devletin egemenliği altına girmiş oldu. Her parça kendi milli kültürlerini ve yasalarını Kürtlere dayattılar. Kürtler için hemen her ülkede yaşamak adeta cehenneme döndü. Bu gün hiçbir ülkede evrensel insani normlara uygun bir Kürt haklarından veya Kürt hakları şöyle dursun, insan haklarından bile söz edilemez. Ve hiçbir ülke ben Kürtlerin kanını dökmedim, haklarını gasp etmedim şeklinde bir iddiada bulunamaz... Bulunurlarsa açık bir şekilde doğruyu söylememiş olurlar. Zira kendi resmi devlet kayıtlarının kabulüyle somut vakalar var ortada. Gün yüzüne çıkmış veya çıkmayı bekleyen binlerce hadise var ortada. Nitekim geçenlerde Başbakan Erdoğan, devlet arşivlerindeki belgelere göre sadece dersimde 13–14.000 Kürt insanın öldürüldüğünü beyan etti.

 

Özellikle türkiyede en yetkili ağızlar tarafından dile getirilen onca kardeşlik, birliktelik söylemlerine rağmen Kürtlere yapılanlara bakmakta fayda var. Genç cumhuriyetten hemen sonra ayakların artık yeri sağlam tuttuğu anlaşılınca Atatürk devrimleri ve inkılâplar devreye sokuldu. Bu uygulamaların çoğu dini yaşamı zora soktu. Kürtler ise dine yani Müslümanlığa daha çok düşkün oldukları için en çok tepkiyi ilkin onlar gösterdiler. İsyanlar başladı. Başta Şeyh said, Dersim, Ağrı ve Koçgiri isyanları olmak üzere Sason, Diyarıbekir… Ve daha pek çok yerde bazen Kızılbaş-Alevi, bazen yobaz-mürteci, bazen de isyancı Kürt-Şaki yaftalarıyla yaşlı hasta, kadın, çoluk, çocuk demeden binler, on binlerce Kürt öldürüldü… Lider ve rehberlerinin çoğu İstiklal mahkemelerinde asıldı. Geride kalanlar ya Takrir-i sükûn kanunlarıyla zindanlara, atıldılar veya Mecburi iskân kanunlarıyla zorunlu göçe ve sürgünlere zorlandılar.

 

1930lara gelindiğinde resmi tezlerle artık şunlar ilan ediliyordu.”bu ülkede Kürt falan yoktu. Kürt denen ilkel güruh çağdaşlaştırılmak için Türkleştirilmeliydi. Kürtçe diye bir dil de yoktu…”(5)Şeyh sait yakalandıktan sonra bir konuşma yapan İsmet İnönü şöyle diyordu: Her ne pahasına olursa olsun ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türklüğe karşı çıkanları yok edeceğiz…(6)Dönemin adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt ise devletin hem fikrini hem de zikrini açıklıyordu:”Benim fikir ve kanaatim şudur ki, bu memleketin efendisi türktür. Türk olmayanların türk vatanında bir tek hakkı vardır o da türke hizmetçi ve köle olmaktır…”(7)

Bu süreçlerde Kürtlerin eğitim kurumları olan medrese, tekke ve zaviyeleri kapatıldı. Kürtçe eğitim dili olmaktan çıkarıldı. Kürtçe konuşanlar, kürt kıyafeti giyenler muhtelif cezalara çarptırıldı. Kürtçe isimler ve coğrafi yer, dağ, ova ve cümle eşyanın Kürtçesi yasaklandı. Bir kelime Türkçe bilmeyen milyonlarca insana resmiyette Kürtçe ıslık çalmak bile yasaklandı. Özetle Kürtler ve Kürdistan’a dair her şey yasak kapsamına alındı. Buna yeltenenler, idama kadar giden çeşitli cezalarla cezalandırıldılar. Her darbe sonrasında en çok hapse atılanlar Kürtler oldu.12 Eylül darbesi bu yasakçı zihniyeti artık canavarlık boyutuna taşırdı. Başta Diyarbakır(5 No’lu cezaevi) Hapishanesi olmak üzere ülkenin çeşitli hapishanelerinde PKK’nın adını dahi bilmeyen dini bütün Müslüman Kürt insanı, bir bakıma zorla PKK’lılaştırıldı. O işkence hanelerde oruç tutan insanların ağızlarına, çok affedersiniz, b…’lu jop sokularak oruçları bozduruldu.(8)Adeta oruç falan tutmanıza gerek yok.Dağa,öldürülme ve öldürmeye gidin denildi..

Ve Müslüman bir coğrafyada 1400 yıldır Müslüman bir kavim olan Kürtlerin bağrında Allahı, kitabı, mukaddesatı devre dışı bırakan Marksist-Leninist, ateist, komünist bir terminoloji ile devrimci şiddet jargonuyla PKK adlı bir örgüt Kürtlerin haklarını savunmak adına ortaya çıktı. Buna bir isim koymak gerekir. Mutlak adalet sahibi, bir karıncaya dahi zülüm edilmesini sevmeyen Allahın Komşu Müslüman kavimlerin Koyu bir ırkçılık devletçilikler adına Kürtlere yaptıkları bunca zulme olan isyanının ortaya çıkardığı çok boyutlu bir toplumsal felaketin diğer adı olmasın mı? Bu çetrefilli durum hem diğer kavimlere hem de Kürtlere hakka ve adalete adam gibi dönebilmeleri için bir ikaz ve cezalandırma olmasın mı?

 

Bu bölgede, bu ülkede son otuz yılın henüz sonuçlanmayan şiddet ve yıkım bilânçosu ortada. Bazı tekrarlara gerek yok lakin resmi rakamlara göre 17.500 bin insan öldürüldü.3-4 bin köy boşaldı.2-3 milyona yakın insan zorunlu göç etti. İşsiz, güçsüz, güvencesiz bir şekilde şehirlere yığıldı. Gayri insani yaşam koşullarına itildi. Bu mağduriyetin %90’nın muhatabı sadece Kürtler ne yazık ki. Müslüman kavimlerin çocukları birbirlerinin kanlarını terörist, gerilla, asker, polis, öğrenci, öğretmen… gibi sıfatlar altında oluk gibi akıtmaya devam ediyor… Bu yetmedi. Devlet kendi elleriyle büyütüp ortaya saldığı canavarı dizginlemek için ek belalar daha devreye soktu. Bir yandan koruculuk sistemini çıkarttı. Öbür yandan jitemin marifetiyle dindar Kürtleri kucağına oturtmaya çalıştı. Hizbullah adı altında daha önce hiç eşi benzeri görülmemiş türden faili meçhullere imza attı. Böylece bir taşla birkaç kuşu birden vurdu. Bir yandan sivil duruşlu İslami bir Kürt muhalefetini yok etti. Bir yandan kamuoyu nezdinde kürtlerin en hassas damarı olan saf dini duygularını kirletmeye çalıştı. İtibarsızlaştırdı. Öte yandan ise Kürtleri azgın mahlûklar misali birbirlerine kırdırttı. Kürt insanı prototipini yirminci asırda yok olması gereken vebalı bir mahlûk görüntüsüne soktu…

Düşünün kürdün ruhuna bomba koyan komünist PKK’lı. Kendi soyunu kurutan ihanetçi korucu, mit, ajan. Domuz bağıyla insan öldüren canavar Hizbullahçı. Zalim ve sömürücü ağa. Sahte şeyh, gerici yobaz imam. Kurnaz köylü,  düzenbaz işçi… Ve daha bir sürü arızalı figürün hepsi Kürt. Hepsi ölümüne birbirinin canına susamış, kanlı bıçaklı düşman, kudurmuş canavar yok olası Kürt mahlûklar… Bir tek devlet ana temiz. Yeni doğmuş bir bebek kadar tertemiz bir rol oynayan ise yukarıda saydığımız bütün cinayet, haksızlık ve adaletsizliklerin çoğunda dahli ve imzası olan devlet ana ter temiz… İster inanın ister inanmayın ama tablo bu.

 

Dedik ya bu sorunun bu bölgede, bu ülkedeki son otuz yılın henüz sonuçlanmayan bilânçosu ortada. Son yıllarda AKP, ilkin bu sorun benimdir. Çözeceğim. Açılım, maçılım gibi bir şeyler söyledi. Ama galiba onun da kulağını çektiler. Bir ileri iki geri hamleleriyle, oyalama taktikleriyle miadını doldurmaya çalışıyor. Bu gün bazı uygulamalarıyla 1930’ların tekçi devlet anlayışına savrulmuş durumda. Veya iktidar hırsı onu, Vesayetçi, militarist kutsal derin devletin rolünü bizatihi kendisi oynama çıkmazına sürüklemekte... Öylesine tuhaflaşmış ki. Hukuk falan artık anlamını kaybediyor. Örneğin KCK operasyonları adı altında marol tarlasına dalan filler misali her şeyi tarumar ediyor. Nevzuhur hâkimler, Kürtçe bir ıslık çaldı veya alnı, avucu terli diye bir çocuğu, bir öğrenciyi örgüt üyeliği veya örgütün propagandasını yapmakla cezalandırabiliyor. Ama Trabzon’dan yola çıkıp istanbulda hiç tanımadığı bir gazeteci olan Hrant Dink’i öldüren bir katilin örgüt bağlantısını bulamıyor. AKP’li Kürt milletvekilleri ve siyasetçileri ise “şefaat ya resulullah” yerine, “ihale ve inşaat ya Allah” sevdasıyla ilkesiz ve ölümcül bir kış uykusuna yatmış durumdalar. Uzaylı varlıklar misali bölgede siyaset yaptıklarını sanıyorlar. Eğer az buçuk bir ahiret inancına sahip iseler bu halkın çektiği acılar bu dünyada olmazsa da öbür dünyada yakalarını bırakmayacaktır.

PKK’nın tutarsız hedef ve amacı belli. Bir yandan Kürdistandan bahsedenleri ilkel milliyetçilikle suçluyor. Bir yandan ülkenin bölünmezliğinden dem vurup, dini gericiliğe karşı Kemalizmi iş birliğine çağırarak gayrimeşru statükosunu ve liderini kurtarmaya çalışıyor Bir yandan KJK adıyla bu coğrafyada her şeyi en ince ayrıntısına kadar kontrolünde tutan, Sovyet modeli mobilize bir Demirperde ülkesi, totaliter bir devlet prototipini ortaya koymaya çalışıyor. Mahkemeler kuruyor. Halkın oylarıyla seçilmiş Büyükşehir Belediye başkanlarını kendi emrinde çalışan bir temizlik işçisi tarafından yargılattırıyor. En ufak bir itirazda halkı, esnafı önemli şahsiyetleri tehdit bombardımanına tabi tutuyor. Ceza veriyor. Vergi adı altında haraç topluyor. Öbür yandan ise masumların kanının daha fazla akması için gereken ne ise onu yapıyor. Bunun adı ise masum Kürtlerin haklarını savunmak oluyor.

 

BDP ise kendi başına hareket edemediği için. Hem Kürtlerin hem de Türklerin hayrına olabilecek kedine özgü politikalar üretip kişilikli bir vizyon ortaya koyamadığı için ne kiliseye ne de camiye yaranabiliyor. Kürt sorunun insancıl bir temelde çözümü, Kürtlerin barışçıl bir yaşam, çocuklarının yarınları için güzel günler görmek umuduyla kendisine emanet edilen 2,5 milyon Kürd Oylarını adeta murdar ediyor. İkide bir kendini İRA’yla bağı olan Şinfeine benzetiyor. Ancak Şinfein’e büyük bir haksızlık yapıyor. Zira Şinfein sivil bir oluşum. Ve yeri geldiğinde illegailteye emir verebiliyor. Yaptığı şiddeti kınayabiliyor. Ama BDP ise tam tarsine çözüm için tam da rol sırası kendisine geldiğinde benim iradem yok. İrade İmralı veya kandil diyerek kendini aradan çekerek yok sayıyor. Eğer irade kandil ve İmralı ise o zaman rekabetçi bir esasa dayalı seçimlere niçin giriliyor. Niçin sandık kuruluyor. Her seçim arifesinde bölge niçin adeta bir cehenneme çevriliyor. Yani meşru, sivil iradeyi neden yok saydırıyor. Türk devleti genelkurmayın emrine amade ama hiç olmazsa göreceli bir demokrasi var. Bunda o da yok. Yani Kürtlerin meşru taleplerini sivil, barışçıl, şiddetsiz bir irade ve uzağı gören bir vizyonla bir türlü ortaya koyamıyor. Seçim arifelerinde bazı milletvekili adayları yağmur altında şemsiyeli şovlar, polise taş atma türü devrimci ritüellerle benim gibi saf Kürtleri kandırmaya çalışırken, seçim sonrası Bodrumlarda şuh bayanlarla felekten gün çalıyorlar. Öte yandan Kürtlerin tek temsilcisi benim yollu zoraki ve zorba bir damadı oynuyor. Bunun adına da demokrasi diyor.

Hâsılı kelam ne devlet ne de Kürtler adına yola çıkma iddiasında olanların beyinlerinde insancıl, barışçıl, meşru kodlar körelmiş durumda. Ortak bir noktada bir türlü buluşamıyorlar. Herkes kendi kişisel veya örgütsel yapısının ikbali derdinde. Sessiz yığınlar hiç kimsenin umurunda değil. Hal bu olunca Kürt sorunu gün geçtikçe sonu gelmez bir şiddet sarmalına yuvarlanıyor. Ve bu kavga gün geçtikçe daha da kirleniyor ve derinleşiyor.  Kaybedenler ise sürekli zavallı kör, topal Kürtler ve Türkler oluyor.

Konuyu kısa tutmak için bu sorunun sadece Türkiye boyutunu irdelemeye çalıştık. Diğer ülkelerdeki kanlı boyutu da buraya aktardığımızda inanın dostlar bırakalım Müslümanlık iddiamızı insanlık iddiamız bile tartışma konusu olur.

Bu sorun hepimizin insanlığını ve kutsal değerlerini esir almış durumda. Müslüman iki kavmin çocukları olan iki insan evladı öldürülüyor. Birisini nasyonal pozitivist Kemalist, diğerini nasyonal sosyalist bir ideoloji ölüme gönderiyor. Türkler ve Kürtler karşılıklı olarak herkes kendi ölüsüne şehit, diğerine terörist-cani diyor. Birine her türlü merasim yapılırken öbürüne bir avuç toprak bile çok görülüyor. Bu sorunun doğurduğu cehennemde yanı başımızda milyonlarca insan açlık sınırında insanlığını kaybediyor. Çoluk çocuğu bir lokma ekmeğe muhtaç, üstlerine giydirecek bir şey bulamıyor. Biz her türlü sefahat ve lüks içinde yüzüyoruz. Zevk için beslediğimiz köpeğimize yaptığımız israfı kapı komşumuz, aç insan evladı, Müslüman kardeşimizden esirgiyoruz. Bazılarımız ev, iş yeri, araba, giyim, kuşam ve eğlenceye yaptığımız lüks israfla ayda en az elli Müslüman aileyi yoksulluk pençesinden kurtarabiliriz.  Kendi çalışanımız olan Müslüman kardeşlerimizin her türlü sosyal ve insani haklarını gasp ederek servet yığıyoruz. Hırsızlıkla yığdığımız bu kapitalist sermaye ile beş on defa Mekke’ye, Kâbe’ye bir bakıma turistik gezi düzenliyoruz. Kendi kendimizi avutarak cenneti garantilediğimizi sanıyoruz. Oysa şunu idrak edemiyoruz. Allahı kandıramayız. Zira Allah, kul hakkıyla bana gelmeyin, diyor. Fıkıh ve şeriat başkalarının alın teriyle yığılan servetle hacı olunmaz, diyor. Zira nice hırsızların hac için imamlardan fetva istediklerini ve imamların haram mal ile hac olmaz, dediklerini galiba bilmiyorlar.

 

Bu sorun yüzünden şehirlerimiz eroin esrar yuvası, mafya arsası, fuhuş tarlası haline dönmüş. Her türlü gayri insani durum cami duvarına kadar dayanmış. Bu kadar pisliği ortadan kaldıramayan, insanlığa huzur, barış ve kardeşliği armağan edemeyen bir dua ve niyaz, kulluk ve namazdan kime ne hayır gelecek? Müslümanlığın ana şartının insan olmaktan, insan olmanın şartı ise hakk ve adaletten yana olan bir dürüstlükten geçtiğini bir türlü algılayamıyoruz, kavrayamıyoruz.

Son söz niyetine yukarıda da vurgulamıştık. Bizler bu coğrafyanın insanları olarak kendi istem ve irademizle onaylamadığımız bir savaşın içindeyiz. Bu savaşı adam gibi kazanabilmek için bütün sorunlarımızla yüzleşmek ve bize bulaşan kirlerden temizlenip arınmak zorundayız. Bu arınmayı yapmadığımız takdirde ya hep birlikte batma veya başkalarına köle olma gibi her iki ucu batak bir uçurumla karşı karşıyayız.

Dua ve temennimiz odur ki, ferasetli bir akıl ve vicdanla bir an önce halimize bakarız. Hatalarımızla yüzleşir, bu belayı def ederiz. Çocuklarımız için, insanlık için insanca, müslümanca aydınlık yarınlar kurma umuduyla yaşamımızı sürdürürüz.

 

24.01.2012

------------------------------------------------------

 

(1) Osmanlı'da Hoşgörü". OSAV. 28.12.2009.

(2) Çadırdan saraya-saraydan sürgüne Osmanlı.

(3) Mustafa Akyol-Kürt sorununu yeniden düşünmek(S–56)

(4) Aynı eser (s–66–67–75)

(5–6–7 )Kürt Sorunu-Altan Tan(S–264–65–66)

(8) Hasan Cemal-Kürtler(S.23–32)

 

 

 

 

( Kürt Sorunuyla Yüzleşebilecek Miyiz başlıklı yazı Sedat DOĞAN tarafından 24.01.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu