Koyu karanlık gece, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte gökyüzünü terk etmiş; yerini sabahın puslu aydınlığına bırakmıştı. Kış mevsiminin etkilerinin tamamen kaybolmadığı bir ilkbahar sabahıydı.  Dünyanın yaşam denen sahnesinde yeni bir gün daha başlıyordu.
       İnsanlığın varoluşundan günümüze kadar geçen uzun zaman içinde; acaba bu sahne kaç kez tekrarlanmıştı? Ya da daha kaç kez tekrarlanacaktı? İçinde bulunduğumuz şu ana gelinceye kadar, geçen zaman diliminde ise; ne kadar mutlu olmuştuk?  Ve gelecekte yine mutlu anlarımız olacak mıydı? Kim bilir...
       Aslında; yaşamı ilginç kılan da, bu bilinmezlik değil miydi? Acaba geleceğe olan ümidimiz, hayallerimiz olmasa ne yapardık? Karşılaşmayı arzu ettiğimiz güzel sürprizler... Hiç tükenmeyen umutlarımız...
       Fakat belki de tek bir gerçek vardı. Yaşama incecik bir pamuk ipliği ile bağlı olduğumuz gerçeği. Her ne kadar bunu göz ardı etsek de, görmezden gelsek de. Yok saymamız mümkün olabilir miydi?  Çıkmaz bir sokağa girdiğimizde, bütün çıkış yollarımız kapandığında nereye gidebilirdik ki? Üstelik beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkan insanlar, yaşamımıza yeni bir yön vermiyorlar mıydı?  
                                                                                                                 
        Sebze meyve Hali, olağanüstü günlerinden birisini daha yaşıyordu. Ertesi günün Kurban bayramı olmasından dolayı, alıcıların talepleri her zamankinden daha fazlaydı. Bu yüzden de halin büyük meydanı insanlarla dolmuştu.  Hamallar, telaşlı bir vaziyette; dükkânların önüne yanaşan kamyonları bir an önce boşaltmaya gayret ediyorlar, kasaları üçer beşer sırtlanarak dükkânlara taşıyorlar,  yerlerine bırakınca da tekrar kamyonlara koşuyorlar, böylece devam ediyorlardı.
        Hal,  dikdörtgen bir alan üzerine kurulmuştu ve dükkânlar ortadaki geniş boşluğun çevresinde muntazam bir şekilde sıralanıyorlardı. Hal meydanı, büyük, küçük çeşitli taşıtlarla doluydu.  Kamyonlar, kamyonetler, at arabaları… Bazılarından mallar boşaltılırken, bazıları da yükleniyordu. Taşıtlar, kuzeydoğu tarafındaki bir hayli yüksek olan, kemerli büyük kapıdan girip çıkıyorlardı. 
        Hal’in ayrıca iki kapısı daha vardı fakat, bunlar genellikle yayalar tarafından kullanıldıkları için, fazla rağbet görmüyorlardı. İnsanların çoğunluğu kemerli büyük kapıyı biliyorlar ve burayı kullanıyorlardı. Zamanla kentin merkezinde kalan Hal, artık talepleri karşılayamayacak bir duruma gelmişti.
        Büyük kapıdaki zabıtalar ve diğer belediye görevlileri, aşırı yoğunluktan dolayı; sonradan gelenlerin taşıtlarıyla içeriye girmelerine izin vermiyorlar ancak, içerisi biraz boşaldıktan sonra girebileceklerini söylüyorlardı. Yapılan itirazlara ise adeta kulaklarını tıkamışlardı. Bu arada güçlükle de olsa dışarıya çıkmaya çalışan taşıtlardan uzatılan evrakları alıyorlar,  hemen kontrol ediyorlar ve mühürleyip geri veriyorlardı. 
       Genç bir zabıta, işlemi biten evrakı şoföre uzatırken:
       -- Tamam, gidebilirsin. Diyordu.
       Bir diğer zabıta, arkadaki taşıta doğru eliyle işaret ediyor:
       -- Haydi, acele et. Sallanma! Evrakları ver! Diye sesleniyordu. 
 
       Hal’in dış tarafında da bakkallar,  ambalaj malzemesi satan dükkânlar sıralanıp gidiyordu. Ana girişin hemen sağına düşen, birkaç dükkân ilerideki kahvehane de bu sabah bir hayli kalabalıktı. Masaların etrafındaki sandalyelerin hepsi dolmuş oturacak yer kalmamıştı.  Müşterilerden bir kısmı da kahvehanenin önüne ağaç sandalyelerini çekip oturmuşlar; bir yandan simitlerini katık ederek çaylarını yudumlarken, bir yandan da etrafı boş ve anlamsız bakışlarla seyre dalmışlardı. Doğal olarak Hal’in önü de içerisinden farksız değildi.  Aynı yoğun kalabalık ve hareketlilik burada da devam ediyordu.
       Kahvehane çok fazla büyük bir yer değildi. Ancak altı yedi masa güçlükle sığabiliyordu.            
       Beklenmedik bir anda köşedeki ocaktan kahvecinin gür ve kaba sesi yükseldi:
       -- Mustafa, uyuma oğlum. Müşterilere bak!
       Genç kahveci çırağı Mustafa, iri kıyım gövdesini kapıya yaslamış ve dışarıyı seyre koyulmuştu. Ustasının uyarısı üzerine irkilerek hemen masalara doğru yöneldi.
       Lakayt bir tavırla:
       -- Çay isteyen var mı? Boşları alayım… Diyerek müşterilerle ilgilenmeye başladı.
       Dipteki masalardan birinde oturan yaşlıca bir adam,  elini havada sallayarak,  kahveci çırağına seslendi:
       -- Mustafa, evladım buraya bak.
       Mustafa sesin geldiği yere doğru döndü ve kendisine seslenen adamın olduğu masaya gitti. Boşları alırken,  iki masanın arasında sıkışık vaziyette oturan bir adam dikkatini çekti.  Onun da bardağında çay kalmamıştı, elinde tuttuğu simidi de bitmek üzereydi.  
        Mustafa:
        -- Çaysız boğazından zor geçer… Senin çayını da tazeleyeyim mi? diye sordu.                                                                                                                                                              
        Fakat adam Mustafa’yı duymamış gibiydi, hiç oralı olmadı.  Belki de, Çırağı gerçekten duymamıştı. Başı öne eğik bir vaziyette; gözlerini yerde bir noktaya sabitlemiş öylece bakıyor, bir yandan da simidinden kopardığı son lokmalarını çiğniyordu. Sanki derinlerde bir yerlere dalıp gitmişti.  Kahveci çırağı Mustafa sorusunun cevapsız kalmasına içerleyerek, sabırsız ve aksi bir ses tonuyla tekrar sordu: 
         -- Ağa, sana söylüyorum! Duymuyor musun? Çay getireyim mi?
         Adam, gayri ihtiyari bir şekilde bakışlarını çırağa yöneltti. Yorgun ve bitkin hali gözlerinden kolayca okunabiliyordu. Kısa bir an dalgın, düşünceli hali devam etti. Sonra ancak duyulabilecek; sakin bir sesle, oldukça kısa bir cevap verdi:
         -- Olur yeğenim. Tazele.
         Çırak ters ters bakmadan edemedi. Adamın elindeki boş bardağı aldı. Dönüp giderken:
         -- Usta, çaylar beş oldu! Diye seslendi.
         Buraların yabancısı olduğu her halinden belli olan Adam ise; simitten kalan son parçayı da ağzına attıktan sonra, tekrar başını aşağıya doğru eğerek eski konumuna döndü. Başındaki geniş kasketini kaşlarına kadar indirmişti. Kaşları gür ve kalındı, uçları yukarıya doğru kıvrılıyordu. Bakışları ifadesiz donuk bir haldeydi.  Esmer olan çehresi; güneşte fazlaca kalmış olacak ki,  daha da koyu bir hal almıştı.  Avurtlarının içine çökmüş hali;  iri kartal burnunun altındaki kalın ve uzun bıyığını yapmacık gibi gösteriyordu. Otuz beş kırk yaşlarında olduğu tahmin edilebilirdi.
         Yorgun ve bitap bir halde sandalyeye kıvrılmıştı.  Kahveci çırağının az önce eline tutuşturduğu çay bardağına baktı. “Bu sefer ki öncekinden de demli olmuş.” Diye geçirdi içinden.  Galiba çok sıcak olmalıydı, üzerinden hala dumanlar çıkıyordu. Pek de istekli olmadan çayından bir yudum çekti. Aslında çayı çok severdi…
        İşte o anda köyü, evi, ailesi gözlerinin önünde canlanıverdi. Solgun çehresinde bir anda görünüp kaybolan hüzünlü bir tebessüm belirdi. Kalbi biraz daha hızlı ve heyecanlı atıyordu. “Ne güzel de çay demlerdi!”, diye düşündü karısından için.  Tadına doyamaz, içtikçe içesi gelirdi... Acaba şimdi ne yapıyorlardı? Onları bir daha ne zaman görebilecek, hasretle sarılıp kucaklaşabilecekti?  Oysa ne kadar çok özlemişti karısını, çocuklarını... Muhakkak onlar da onu çok özlüyorlardı. Bundan o kadar emindi ki...
         
        Büyük kızı Sultan İlkokulu çoktan bitirmişti ve ev işlerinde annesine yardımcı oluyordu. Bazen karısı ona inceden inceye takılırdı: 
        “-- Bak Bey, kızın gelinlik çağa geldi!”
        O da bir şey söylemez, sadece tebessüm etmekle yetinirdi. Demek o kadar büyümüştü ha... Yine de onun gözünde Sultan, hala dünkü emekleyen bir bebek gibiydi. Karısıyla birlikte üzerine titrerlerdi. El bebek, gül bebek büyütmüşlerdi onu... Sultan’dan sonra bir çocukları daha olunca, onun adını da Hatice koymuşlardı.
        Hatice, ilkokula başlayıp okumayı söktüğü zaman nasıl da sevinmişler, mutlu olmuşlardı. Hatice, büyüdüğünde öğretmen olacağını; babasına da okumayı, yazmayı öğreteceğini söylerdi hep...
        “-- Varsın okusun!”, derdi O da, bizim gibi okumayıp cahil kalacağına…”   
        Köyden ayrılalı kaç gün olmuştu acaba? “Her halde iki ayı geçti!”, diye düşündü. Günleri,  ayları saymıyordu artık. Hem ne işine yarayacaktı ki... Onun için önemli olan şu andı... Yaşadığı şu an... Yarını veya öbür günü düşünmüyordu,  yâda düşünmek istemiyordu. Düşündüğü bir tek şey vardı… O da parasının bitmek üzere olduğuydu. Bitince ne yapacaktı peki... Onu da bilmiyordu.
        Başına gelenlerin bir tek sorumlusu vardı. O da anasıydı. “Öyle ana olmaz olsun!”, diye geçirdi içinden.  Böylesi daha mı iyi olmuştu?  Yıllarca sızlanıp durmuş, bir gün bile susmamıştı. 
        Anasının sesi hala kulaklarında çınlıyor gibiydi: 
        “-- Aslan gibi iki erkek evlat yetiştirdim ama ne oldu? Yıllardır babanız mezarında rahat yatamıyor.  Akan kanları kurudu,  siz hala öcünü almadınız.  Sütlerim haram olsun!”,  diyordu. Bir yandan da dövünüp ah vah ediyordu.
        En sonunda yaşlı anası muradına erdi.  Ağabeyi Hasan, daha fazla dayanamadı. Gitti, kanlıları Beşir Ağa’nın büyük oğlu Cemal’i köy kahvehanesinde vurup öldürdü.  Sonra da kendi eliyle jandarmaya teslim oldu.
       O andan sonra tüm gözler kendisine çevrilmişti. Beşir Ağa ve yakınları,  daha cenaze bile gömülmeden peşine düştüler. Artık bir karar vermesi gerekiyordu; ya köyde kalacak ve ölecek, ya da kaçarak canını kurtarmaya çalışacaktı. İşte o günden beri kaçıyordu. Fakat bu, daha ne kadar sürebilirdi ki?
       Tüm bunları düşünerek sandalyesinden kalktı,  kahveci çırağına doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Ceketinin cebindeki bozuk paralardan bir kısmını çırağa verdi. Kapıya doğru ilerledi. Kahvehanenin önüne çıkınca; yeleğinin cebinden sigara paketini çıkardı, içinden bir çöp aldı ve dudaklarına götürdü. Yaktı. Derin bir nefes çekerken; ne yapacağını, ne tarafa gideceğini düşünmeye başladı.
        Sonunda Hal’in girişindeki kalabalığa doğru gitmeye karar verdi. Sigarasından derin bir nefes daha çekti, öksürdü.  Artık kalabalığa iyice yaklaşmıştı. Tam o anda tanıdık bir sesin adını söyleyerek kendisine seslendiğini işitti. Sesin sahibini hemen tanımıştı. Zaten aylardan beri onun nefesini her an ensesinde hissetmişti. Ve bu anı yaşamamak için hep kaçmıştı.  Çünkü kanlıları Beşir Ağa’nın küçük oğlu Kemal’in sesiydi bu. Vücudundaki bütün sinirleri bir an da yay gibi gerildi. Farkında olmadan ürperdi.
         Korktuğu başına gelmişti. Olduğu yerde donup kaldı. Sigarası elinden düştü.. Yavaşça geriye döndü. Evet, yanılmamıştı... Kanlısı Kemal bütün azametiyle, bir Azrail gibi karşısında dimdik duruyordu.
         Kemal, kararlı bir şekilde elini belindeki silahına götürürken:
        -- Nihayet seni yakaladım! Beni çok uğraştırdın ama kaçacak yerin kalmadı artık! Dedi, gürleyen bir sesle.
        Kemal, düşmanının karşısında pişkin pişkin sırıtıyordu.  Şu anda bütün kozlar onun elinde gözüküyordu. Gece gündüz demeden peşinde koşmuş ve işte sonunda amacına ulaşmıştı. Tek iş silahını doğrultup tetiğe dokunmasına bakıyordu. Fakat O, hiç de aceleci davranmıyor, hayalinde hep canlandırdığı bu anın tadını içine iyice sindirmek istiyordu. Bu hareketiyle düşmanına daha çok acı çektirmeyi ve onun çaresizliğini seyrederek içindeki kinin çoğunu kusmayı da amaçlıyordu belki de…
        Kemal daha fazla dayanamadı ve:
        -- Vaktin varken son duanı et! Birazdan öleceksin! Dedi, elini silahına uzatırken…
        Kemal, kin ve nefretle silahını çekti fakat ateş edip öldürmeye fırsat bulamadı.  Başına geleceği çok iyi bilen zavallı Adam; hiç beklenmedik çeviklikle ve seri bir şekilde topukları üzerinde geriye dönerek Hal’in içerisine doğru koşmaya başladı. Ve bir anda gözden kayboldu. Kemal de hiç vakit kaybetmeden bir kaplan gibi arkasından seğirtti. Aylarca süren takipten sonra yakaladığı avını elinden kaçırmaya hiç de niyeti yoktu... Birkaç adım sonra kanlısını gördü. Kalabalığı yara yara nasıl da kaçıyordu. Kaçıp kurtulacağı ihtimali Kemal’i büsbütün çılgına çevirdi. Vahşileşti... Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Daha hızlı koşmaya başladı. Koşarken silahını havaya doğru sallıyor, bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
        -- Açılın ulan! Yol açın!
        Kalabalığın uğultusu artık duyulmuyordu. Her kes suspus olmuştu.  İşlerini unutmuşlar, meraklı
ve endişeli bakışlarla neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı.
        Can derdine düşen adamcağız ise;  hızla koşarken, geçtiği yerlerdeki insanlardan yardım dileni-yor:
        -- Kurtarın beni! Yardım edin! Öldürecek… Diyordu.  
        Bu yakarışlarına karşı ise hiç kimsenin ona yardım edecek imkânı yoktu.  Ardından koşan eli silahlı adamın korkunç hali,  ona uzanan ellerin son anda vazgeçmesine yetiyordu.  Bulundukları yerde ve hareketsizlik içinde ama acıyarak onları izlemek zorunda kalıyorlardı. Yolları üzerinde bulunanlarsa, ne yapacaklarını bilemeden sağa sola kaçışıyorlardı.
        İnsanlardan bazıları da gayri ihtiyari olarak, “Acaba film falan mı çekiyorlar?” diye düşünmeden edemiyorlardı. İyi ama görünürde kamera falan da yoktu ki.  Ayrıca adamlar da tanıdıkları aktörlere hiç benzemiyorlardı. Galiba sıradan alelade insanlardı. Belki de figüran olabilirlerdi. Öyle bile olsa rollerini gayet güzel oynuyorlardı. Böylece onlar da ilgi ve merakları artarak izlemeye devam ediyorlardı.
        Zavallı adam ise, içinde bulunduğu çıkmazdan nasıl kurtulacağını bilemez bir haldeydi ve soluk soluğa kalmıştı.  Vücudu kan ter içindeydi...  Göğsü daralıyor, patlayacak gibi bir hal alıyordu.  Sanki damarlarındaki bütün kanı çekilmiş, vücudunu terk etmişti. Artık bütün uzuvları ona isyan halindeydi. Verdiği talimatları dinlemiyorlardı. O güçlü, yorulmak nedir bilmeyen ayakları sanki geri geri gidiyordu. Her halde sonu gelmişti artık...  Bitkindi... Umutsuzdu... Ve çaresizlik içindeydi.  Yine de, kolay teslim olacağa benzemiyordu.
        Son bir ümitle, kurtuluşun Hal’den dışarıya çıkmakta olduğunu düşünmüş olacak ki; bildiği tek yol olan, kemerli büyük kapıya doğru koşmaya başladı. Kapının ağzı şimdi iyice tenhalaşmıştı. Onun ise dizlerinde takat kalmamıştı… İnanılmaz bir çabayla kapıya kadar varabildi.
        İşte bu anda tamamen bitmiş, tükenmişti. Bir adım dahi atacak dermanı yoktu. Saklanacak,  sığınacak bir yer arıyordu. Keşke yer yarılsa da içine geçse idi.  Öyle ya... Ne de olsa Azrail’in soğuk nefesi ensesindeydi.
        Son bir şans, evet belki de kurtulabilirdi. Can havliyle içerisinde zabıtaların bulunduğu yazıhaneye yöneldi. Zabıtalardan yardım dilendi ama herhangi bir destek bulamadı. Adam, şimdi tam anlamıyla yalnız kalmıştı.  Artık bundan sonra yapabileceği bir şey de kalmamıştı, çünkü kanlısı ona yetişmişti. 
        Kemal, bir iki kere derin derin soluklandı. Sonra hiç tereddüt etmeden silahını doğrulttu, peş peşe kurşunları atmaya başladı. Kulakları sağır eden sesler, Hal’in taş duvarlarında yankılanırken, kurşunlar da hedefini bulmuştu.
        Zavallı adam, yediği kurşunlardan ağırlaşan bedenini daha fazla taşıyamaz hale gelince, sendeledi... Bir iki kez çırpındı... Sonra olduğu yere yüzükoyun uzandı kaldı. Kafasından akan kanlardan, çevresinde bir anda küçük gölcükler oluşuverdi.
        Kemal, kanlısının öldüğünden emin olunca;  amacına ulaşmış olmanın verdiği bir hazla ve canice işlediği cinayetten dolayı kendince gururlanarak:
        -- Ağabeyimin öcünü aldım! Kanı yerde kalmadı! Diye bağırdı.
        Sonra sakin bir şekilde silahını beline soktu. Hal’in duvarlarına korku ile sinmiş olan insanların şaşkın ve ürkek bakışları arasında oradan uzaklaştı. Ana caddeye doğru koşmaya başladı. Az sonra tamamen gözden kayboldu. Gitti...

Y.Beyindik
( Hal Yerinde Cinayet başlıklı yazı y.beyindik tarafından 8.09.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu