“Girdiğim her eve, yalnızca hastanın yararı
için gireceğim.
Bilerek yapılan
yanlışlıklardan, haksız kazançlardan kaçınacağım.”
Hipokrat
Mevsim kış... Dün sabahtan beri ara
vermeden yoğun bir şekilde yağan kar, her yeri bembeyaz bir örtü gibi kapladı.
Kar öylesine şiddetli yağmıştı ki; bir anda kasabanın tüm yolları kapandı.
Kasaba, ilk bakışta sanki terk edilmiş gibi bir izlenim veriyordu. İnsanlar, artık mecbur kalmadıkça evlerinden
dışarı çıkmıyorlardı. Adeta yaşam durmuş gibiydi.
Oysa şartlar ne olursa olsun yaşam
devam etmeliydi. Tabii ki, ölüm de. Öyle de oldu.. Havada kar ve tipi devam
ederken; kasaba hastanesi, emektar
Mümtaz Bey’in ani ölümü üzerine bir anda doktorsuz kaldı.
Kaymakam Rüştü Bey, hiç zaman
kaybetmeden, beklenmeyen bu ani ölüm olayını; vilayete rapor etti ve acil
olarak doktor gönderilmesi talebini de, “önemli not” ibaresiyle rapora
iliştirdi.
Fakat günler geçiyor, ne bir haber ne
de doktor gelmiyordu.
Bir ay kadar sonra kış tüm şiddetiyle
devam ediyordu, vilayetle olan yazışma ve görüşmeler de. Olumlu bir gelişme
hala yok. Alınan yanıtlarsa hep birbirinin benzeri tarzda oluyordu:
“Konuya gereken hassasiyetin
gösterildiği, biraz daha sabırlı olunması gerekliliği...”
Kaymakam Bey, doğrusu vilayettekilerin; onların içinde
bulundukları şartları tam olarak anladıklarından emin değildi. Fakat onun da
elinden gelen fazla bir şey yoktu ki. Uzaktan laf söylemek ise daha kolaydı.
Peki, insanların gözlerinin içine
bakarak nasıl söylenebilirdi ki:
“-- Biraz daha sabırlı olun! Ya da,
“-- Şimdi hastalanmayın, doktoru
bekleyin! Diye.
Böyle anlarda; Mümtaz Bey’in
arkadaşlığını özlüyor, fedakâr bir doktor oluşunu hatırlıyor ve değerini de
daha iyi anlıyordu. Elinde olmadan:
“Şimdi ölmenin sırası mıydı?” Diye
düşündü.
Hemen ardından da, bu düşüncesinden
dolayı kendini ayıpladı. Belki de kader, onları sınamak için böyle bir oyun
oynamıştı. Farkında olmadan iç geçirdi.
Umutların tükendiği bir anda, bir
hafta sonu beklenen haber kasabaya ulaştı. Aylardan sonra sonunda doktor
geliyordu.
***
Kasabanın
yeni doktoru olan Ziya Bey, oldukça genç denebilecek bir yaştaydı. Fakat düz,
siyah saçlarına tezat şekilde şakaklarına düşen aklar, onu gerçek yaşının
üzerinde gösteriyor, olgun bir insan havası yaratıyordu. Yuvarlak çerçeveli,
numaralı gözlükleri ise, bu izlenimi daha da pekiştiriyordu. Beyaz doktor
önlüğünün içindeki vücudu ise, sağlam ve dinçti.
Yorucu bir
günün sonunda; hastanedeki odasında oturmuş dinleniyor, bir yandan da kasaba
geçirdiği ayların muhasebesini yapıyordu.
İlk günleri
hayli güç geçmişti. Bir süre hastanede
kaldıktan sonra; yakın bir semtte
genişçe bir evi kiralamış, dayayıp döşemişti.
Ardından karısı da yanına gelince yalnızlıktan kurtulmuş ve keyfi de
yerine gelmişti. Her ne kadar biricik
kızlarının yanlarında olmamasına üzülüyor olsalar da, sık sık şehre gidip
görmeleri mümkündü. Bu da onları birazcık teselli ediyordu.
Kızları
Zehra’nın iyi bir eğitim alması pahasına ondan uzak kalmaya gönülleri razı
oluyordu. Zehra, orta ikinci sınıfa geçmişti ve çok başarılı bir öğrenciydi.
Babaannesinin yanında kalıyordu. Yaşlı kadın torununun bir dediğini iki
etmiyordu.
Doktor:
“Buraya
gelmekle ne iyi etmişim.” Diye düşündü.
Artık
kasabaya iyice alışmıştı. Üstelik buradaki kazancı, şehirde elde ettiklerinden
daha fazlaydı. Zaten önemli olan da bu değil miydi? Onun temel ilkesi; çok,
daha çok kazanmaktı. Eğer; bir menfaati olmazsa, parmağını bile oynatmazdı.
Geçmişte gelmeyi pek fazla arzu etmediği bu kasaba, şimdi hayatının dönüm
noktası olmuştu.
Ayağa
kalktı; beyaz önlüğünü çıkarıp askıya astıktan sonra, paltosunu aldı ve sırtına geçirdi. Kapıyı
açıp koridora geçti. Sağdaki pansuman odasına yöneldi.
Pansuman odasında Sevim hemşire, bir hastaya
iğne yapmaya hazırlanıyordu. Ziya Bey:
-- Sevim
hanım, ben çıkıyorum. Dedi.
Sevim
hemşire, elinde enjektör hastaya doğru ilerlerken doktora cevap verdi:
-- Ben de
az sonra çıkarım. Size iyi akşamlar, Doktor Bey!
-- O halde
yarın görüşmek üzere... İyi akşamlar!
Doktor, dış
kapının ağır kanatlarından birini çekerek açtı.
Açar açmaz da soğuk rüzgârla birlikte karlar içeriye doluştu. Ziya
Bey’in kasaba da geçirdiği ikinci kışıydı.
“Kardan ve
soğuktan nefret ediyorum!” Diye geçirdi içinden.
Paltosunun
yakasını kaldırdı, evine doğru yürümeye başladı. Hava da artık kararmaya yüz
tutmuştu.
Ziya Bey,
akşam yemeğinden sonra salona geçti. Şehirden getirttiği geniş ve rahat
koltuğuna yerleşti. Odanın ortasındaki
sobada yanan kömürler kor halini almış, tatlı bir sıcaklık her yanı kaplamıştı.
Keyifle çayını yudumlarken, bir yandan da elindeki kalın kitabın sayfalarına
göz gezdiriyordu.
Biraz
sonra genç ve güzel karısı Leyla da yanına geldi. Çayını alıp karşısındaki
koltuğa oturdu. O, kocasının aksine buralara pek fazla ısınamamıştı. Bir an
önce şehre dönmek için can atıyordu. Elinde olmadan; şehrin kalabalık,
parıltılı caddelerini, alış veriş merkezlerini,
gece ve gündüz gezmelerini hep özlüyordu. Son moda pahalı elbiselerini giyinip
süslenerek, arkadaşlarına hava attığı günler daha dün gibiydi. Hafızasından
gitmiyordu
Onlar, kendi dünyalarına dalmış bir halde
böyle otururlarken, birden evin kapısına vuruldu. Ardından hızlı hızlı birkaç
kez daha… Anlaşılan davetsiz misafirin acelesi vardı.
Ziya Bey,
telaşla yerinden kalktı, hole geçti. Kapıya gelince meraklı ve sert bir sesle:
-- Kim
O? Diye seslendi.
Ses
tonundan endişeli ve üzüntülü olduğu anlaşılan bir erkek sesi cevap verdi:
-- Yabancı
değil! Kahveci Dursun!
Ziya Bey,
onu tanıyordu. Kapıyı açtı. Dursun, hole
girerken; soğuktan üşüyen ellerini ovuşturuyordu.
Doktor:
-- Gel
bakalım, Dursun efendi. İçeri geç…
-- Sağ
olun Doktor Bey! Kusura kalmayın, geç
saatte sizi de rahatsız ettim…
-- Sorun
değil, canım. Önemli bir şey olmasa, bu havada buraya kadar zaten gelmezdin.
Derdin ne, sen onu söyle!
Dursun’un
suratı, acıklı bir hal aldı:
-- Anam çok
hasta! Ne yapacağımızı bilemedik… Görseniz, ateşler içinde yanıyor!
Doktor,
biraz kayıtsız bir ses tonuyla:
-- Canım,
üşütmüştür! Bu kadar telaşlanmanıza gerek yoktu.
-- Sen, yine
de bir baksan… Allah rızası için! Olur mu?
-- Sen
aklını mı oynattın? Böyle bir havada, nasıl dışarı çıkarım? Diyerek, Dursun’u
kınayan Ziya Bey, sözlerine devam etti:
-- Yarın
hastaneye getir, orada bakarım. Ateş düşürücü bir ilaç vereyim, onu içir.
Hiçbir şeyi kalmaz.
Kahveci
Dursun, çaresizlik içinde ısrar ediyordu:
-- Haklısın
da! Sen yine de bir bakıversen. Hem,
ücreti neyse vereyim…
Ziya Bey,
para lafını duyunca; hemen tutumunu değiştirdi.
-- Madem bu
kadar ısrar ediyorsun… Senin dediğin olsun! Bekle de, çantamı alayım…
Birkaç
dakika sonra Dursun önde; üzerine kalın paltosunu geçirip, yün atkısını boynuna
dolamış olan Doktor Bey arkada, yola koyulmuşlardı bile.
Caddeye
çıktıklarında doktor, verdiği karardan
dolayı çoktan pişman olmuştu. Kar, daha da şiddetli yağmaya başlamıştı. Üstelik
havada çok soğuktu. Rüzgâr, iri kar tanelerini yüzüne vurdukça soğuk havanın
tesirini adeta kan damarlarında hissediyordu. Kalın ve sert kar tabakası
üzerinde yürümekte de oldukça acemiydi.
“Keşke
evden hiç çıkmasaydım!” diye düşünmeden
edemedi. Ayrıca alacağı paranın çektiği
eziyetlere değip değmeyeceği de şüpheliydi.
Uzaklardan
bir yerlerden gelen kurt ulumaları; böyle bir havada dışarıda olmanın akıllıca
bir fikir olmadığını doktora anlatmaya çalışıyor ve düşüncelerini de onaylıyor
gibiydi.
Böylece on
beş dakikalık zorlu bir yürüyüşten sonra, eve vardılar. Onları Dursun’un karısı karşıladı ve kocasıyla,
doktorun paltolarını alarak askıya astı. İçeriye buyur etti.
Doktor,
hastanın bulunduğu odaya geçtiğinde,
yaşlı kadın, kendinden geçmiş bir halde yatıyordu. Gelenleri fark edecek
bir durumda değildi. Dursun, annesine usulca seslenerek uyandırdı.
Yaşlı kadın
biraz kendine gelince; oğlunun da yardımıyla,
yatağında hafifçe doğruldu.
Bunun
üzerine Doktor, biraz yüksek bir sesle:
-- Geçmiş
olsun, Teyze! Şikâyetin ne? Diye sordu.
Hastanın
konuşmaya dahi mecali kalmamıştı. Güçlükle cevap verebildi:
--
Yanıyorum, Doktor Bey, oğlum! İki gündür ateşlerde yanıyorum!
Doktor, hastanın sırtını ve
göğsünü dinledikten sonra, nabzını da
kontrol etti. Kesin teşhisi koymak için, birkaç tetkik daha yaptı. Muayeneden
sonra; iğne yapmak için enjektörünü hazırlarken, hastaya ve yakınlarına
korkulacak önemli bir şey olmadığını anlatıyor ve moral vermeye
çalışıyordu. İğneyi yaptıktan sonra;
aletlerini çantasına yerleştirdi ve gitmek için hazırlandı.
Odanın kapısından
çıkarken; anasına çok düşkün olan Dursun, onu bir hayli memnun edecek miktarda
parayı uzattı. Ziya Bey, doğrusu bu
kadarını beklemiyordu. Hiç itiraz
etmeden parayı aldı ve kaşla göz arasında cebine attı.
Parayı
cebine atınca keyfi de yerine gelen doktor, hastayı kontrol etmek için yarın da
uğrayacağını söylemeden edemedi:
-- Dursun
Efendi, sen merak etme! Ben, yarın bir ara uğrarım… Gereken neyse yaparım...
Birkaç gün sonra bir şeyciği kalmaz. Emin ol!
Doktorun bu
sözleri üzerine Dursun’un yüzü güldü:
-- Sağ
olasın, Doktor Bey! Allah senden razı olsun!
Ziya Bey de
gülümseyerek:
-- Önemli
değil canım, görevimiz. Hani, gece
gündüz her zaman da göreve hazırız, gördüğün gibi. Sen hiç çekinme, ne zaman gerekirse bir haber
ver, ben hemen gelirim. Haydi, şimdilik geçmiş olsun! Dedi ve evin dış kapısına doğru yürüdü.
Dursun ile karısı da, onun peşi sıra geliyorlardı.
Doktor,
onlara fırsat vermeden; askıdaki paltosunu aldı ve üzerine geçirdi. Ardından da
botlarını giydi ve çıkmak için kapıya yöneldi.
Dursun ise,
kardan sırılsıklam olmuş olan, ağır ve kaba görünüşlü botlarını giymeye
çalışırken, bir yandan da; kendi kendine söylenir gibi:
-- Doktor
Bey, bekle! Ben de seninle geliyorum.. Diyordu.
Oysa doktor
hiç de beklemeye niyetli görünmüyordu; hatta dönüp bakmadı bile, sadece
anlayışlı bir insan edasıyla:
-- Yok,
canım, hiç gereği yok! İki adımlık yer, ben yalnız da dönerim. Sen annenin yanından
ayrılma... Derken, çoktan evden dışarıya çıkmıştı.
Artık
o, çocuklar gibi şendi ve kar, tipi de
vız gelirdi. Nede olsa gece mesaisi
epeyce kazançlı geçmişti. Cebine özenle yerleştirdiği paralar, adeta onun kalbini de ısıtıyordu. Yüzünde beliren mutlu tebessüm yol boyunca
ona eşlik etti.
***
Nihayet kış
mevsimi sona erdi... Kasabanın yüksek tepelerindeki karlar da eriyince, kıştan
geriye hiçbir iz kalmadı. Her yanı, ilkbaharın insanın içine huzur veren
yemyeşil bitki örtüsü kapladı. Baharla birlikte kasaba eski canlı, hareketli
günlerine yeniden kavuştu.
Sigarası
bitmek üzereydi ki, Sevim Hemşire, odanın açık kapısı önünde belirdi.
Sevim
Hemşire:
-- Ziya
Bey, hasta geldi. Dedi.
Doktor, fazla önemsemeyerek:
-- Muayene
için hazırlansın.. Ben, birazdan gelirim, diye cevap verdi.
Ziya Bey,
muayene odasına geçerken, koridorda hasta yakınlarıyla karşılaştı. Altmışında
gözüken yaşlı bir adam ve oldukça genç bir kadın. Bu insanlarla daha önce de
görüştüğü için, onları hemen tanıdı.
Yaşlı adam, sanki destek almak istermiş gibi, koridorun duvarına sırtını
dayamıştı. Kederli bir ruh hali içinde olduğu, çehresinden kolayca anlaşılıyordu.
Genç kadının da, ondan pek farkı yoktu.
Ziya Bey,
onları gördüğüne sevinmiş gibiydi. Hemen yanlarına gitti. Yaşlı adamın omzundan
tutarken, çehresinde sahte bir gülümseme belirdi:
-- Cemil
Efendi, bu ne hal böyle? Az daha tanıyamıyordum seni.
Kasabanın
zenginlerinden olan Cemil Efendi, üzgün bir tavırla doktora baktı. Üzüntüsü
sesinin tonuna da yansıyordu:
--
Haklısın, Doktor Bey! Lakin Hüseyin’in durumuna çok üzülüyorum. Zaten elimizden
başka bir şey de gelmiyor. İnsanın tek erkek evladı acı çekerken, kendi nasıl
mutlu olabilir ki?
Ziya Bey,
olgun bir insan tavrıyla:
-- İyi de,
sizin üzülmenizin ona hiçbir faydası olmaz ki. Aksine durumu daha da kötüye
gider.
-- Doğru
söylüyorsun ama elimizde değil. Keşke, yapabileceğimiz bir şeyler olsa.
Doktor,
eliyle odasını işaret ederken:
-- Neyse,
siz burada beklemeyin, odaya geçin. Ben, Hüseyin’in son durumuna bir bakayım.
Ondan sonra, ne yapabileceğimizi konuşuruz. Dedi.
Onlar,
odaya geçerlerken, doktor da muayene odasına doğru yürüdü.
Ziya Bey,
odaya girince Sevim hemşire oturduğu sandalyeden kalktı ve doktoru karşıladı.
Hüseyin ise, sağ ayağı ileriye doğru uzanmış bir halde sedyede oturuyordu. Odada karamsar bir hava hâkimdi. Doktor, sanki karamsar havayı dağıtmak
istermiş gibi, samimi bir ses tonuyla Hüseyin’e:
-- Merhaba,
Hüseyin! Nasıl oldun, bakayım?
Hüseyin,
keyifsiz ve bitkin gözüküyordu. Doktorun davranışı karşısında, gülümsemeye
çalıştı ama fazla başarılı olamadı. Sadece:
-- Maalesef,
pekiyi olduğum söylenemez, Doktor Bey! Gerçi, siz daha iyi bilirsiniz de.
Böyle
konuşurlarken; Doktor, hastayı muayeneye
başlamıştı bile..
Hüseyin,
aylar önce başına gelen bir kaza sonucunda, sağ ayağından yaralanmıştı. Ayağı
iyileşmiş fakat işaret parmağındaki yara bir türlü geçmemişti. Yapılan tüm
tedavilere rağmen, parmağının kangren
olmasının önüne geçilemedi.
Doktor, muayeneden
sonra, gayet soğukkanlı bir şekilde:
-- Hüseyin,
seninle açık konuşacağım! Durumunu az çok sen de biliyorsun. Çocuk değilsin.
Öyle değil mi?
Hüseyin,
hafifçe başını sallarken, doktor sözlerine devam etti:
-- Üzgünüm
ama acilen parmağını kesip almamız gerekiyor. Daha fazla bekleyemeyiz.
Hüseyin,
fazla şaşırmamıştı, doktorun dediği gibi, başına gelecekleri az çok biliyordu.
-- Yapmanız
gereken neyse, yapın! Ben hazırım! Dedi.
Doktor,
hemşireye döndü:
-- Sevim
Hanım, gerekenleri yapın, parmağı alacağız. Hazır olunca, bana haber
verirsiniz... Dedi ve çıktı.
Hüseyin’in
babası ve genç karısı, merak içinde doktoru bekliyorlardı. Doktor odaya girince
merakları daha da arttı. Yaşlı adam, merakını daha fazla yenemedi.
-- Doktor
Bey, Hüseyin’in durumu nasıl, düzelecek mi? Dedi.
Doktor:
-- Cemil
Efendi, üzgünüm! Hüseyin’in parmağını almak zorundayım. Başka çaremiz kalmadı,
tamamen kangren olmuş vaziyette. Dedikten sonra, onların cevabını
beklemedi:
-- Ayrıca
bilmeniz gerekir ki; parmağı almakla da iş bitmiyor. Hastalık daha da ilerleyebilir. Kendinizi,
daha da kötüsü için hazırlamalısınız.
Cemil
Efendi:
-- Doktor
Bey oğlum, ne demek istiyorsun? Söylediklerinden bir şey anlayamadım.
Ziya Bey:
-- Şunu
demek istiyorum. Ayağını kesmek zorunda kalabiliriz. Dedi. Sonra da kendi kendine konuşur gibi:
-- Fakat
belki de...
O sırada
Sevim Hemşire odaya girince, doktorun sözleri yarım kaldı. Hemşire:
-- Doktor
Bey, biz hazırız. Dedi.
Ziya Bey,
hastanın parmağını kesip aldıktan sonra, onları daha büyük çaplı bir operasyon
için ikna etti. Ve operasyon için talep ettiği parada da anlaştılar. Fakat
hastanın iyileşmesi konusunda kesin bir garanti vermedi. İşi biraz da şansa
bırakıyordu. Ameliyat için üç gün sonrasına, yani cumartesi için randevu verdi.
Böylece hafta sonunu sadece bu iş için ayırdı.
Ameliyattan
sonra doktor, hasta ve yakınlarıyla
görüştüğünde, operasyonun başarılı
olduğunu ve şansları yolunda giderse; Hüseyin’in tamamen iyileşeceğini
söylemişti. Doktorun bu sözleri onları, fazlasıyla umutlandırdı.
Fakat ne
yazık ki; Hüseyin ve ailesinin umutları, fazla uzun sürmedi. Birkaç gün sonra
Hüseyin’in ağrıları, dayanılmaz bir hal aldı ve ayağı da kızıl bir renge
büründü. Üzüntüden ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Artık, doktora olan
güvenleri epeyce azalmıştı. Yine de ona gitmekten başka çareleri olmadığını da
biliyorlardı. Bu durumda, üzüntüleri bir kat daha artıyordu.
Hastaneye
geldiklerinde Hüseyin, perişan bir
haldeydi. Çektiği acılar, tahammül sınırlarını çoktan aşmıştı. Fakat o,
yakınlarının daha fazla üzülmemesi için, dayanmaya çalışıyordu.
Cemil
Efendi, sonunda isyan etti. Sevim Hemşire’ye:
-- Kızım,
Hüseyin’in halini görüyorsun! Doktora haber ver de, bizi içeri alsın. Artık
sabrım kalmadı. Dedi.
-- Cemil
amca, biliyorum haklısın ama içerde hasta var. Sanırım çıkmak üzere. Biraz daha
sabırlı olun!
Tam o sırada
odanın kapısı açıldı ve muayenesi biten hasta dışarı çıktı. Sevim Hemşire, onları hemen içeri aldı. Doktor, masasında
oturmuş bir şeyler yazmakla meşguldü. Yeni konuklarını görünce suratına sahte
bir tebessüm takınarak ayağa kalktı ve onları masasının önündeki koltuklara buyur
etti.
Doktor,
suratındaki sahte tebessümün bir anda kaybolmasından korkar gibi bir halde;
hemen hastaya döndü ve yapmacıklığını tam da gizleyemediği, sevecen olmaya
çalışan bir ses tonuyla:
-- Hüseyin, öyle
ayakta durma! Gel, sen de şuraya otur,
durumun nasıl bir bakalım. Çok solgun görünüyorsun!
Doktora, Hüseyin’in
yerine babası cevap verdi. Cemil Efendi’nin sinirli hali halen devam ediyordu:
--
Hüseyin’in durumu hiç iyi değil, Doktor! Her geçen gün daha da kötüleşiyor.
Ameliyat, ona fayda yerine zarar verdi.
Cemil
Efendi’nin konuşması doktoru biraz tedirgin etti, fakat o böyle şeylere alışkın
olduğu için kendini hemen toparladı. Gayet sakin ve soğukkanlı görünmeye
çalışan Doktor:
-- Yapılması
gereken neyse, onu yaptık. O yüzden benim içim gayet rahat, senin için de rahat olsun! Hem şimdi bunları bir
yana bırakalım da, hasta ne durumda ona bakalım. Dedikten sonra, Hüseyin’e
döndü:
-- Hüseyin
sedyeye geç de, bir bakayım. Dedi.
Doktorun
muayenesi fazla uzun sürmedi. İşi bitince de yeniden masasına geçti ve oturdu.
Az önce ki soğukkanlı bakışlarının yerini, düşünceli bir hal almıştı. Fakat bu
negatif görüntünün işini zorlaştıracağını iyi bildiğinden, eski soğukkanlı
haline dönmeye çalıştı.
Doktor:
-- Cemil
efendi, sizinle her zaman açık konuştum.
Bunu biliyorsun değil mi? Şimdi de, gayet açık ve net konuşacağım. Dedi.
Cemil
Efendi, kızgın ve küskün bir ses tonuyla:
-- Bu
saatten sonra açık, kapalı olmak ne işimize yarar? Doktor Bey, şimdi ne olacak
sen onu söyle! Ben, senden başka bir şey istemiyorum.
-- Tamam
işte! Ben de onu söylemeye çalışıyorum, zaten. Yarından tezi yok, şehirde
ameliyata alınması gerekir. Her geçen saat, onun aleyhine çalışıyor, diyen Doktor,
masanın üstündeki küçük bir kâğıda bir şeyler yazdı ve Cemil Efendi’ye uzattı.
-- İsmini ve
adresini yazdığım doktoru bulun. Size, en iyi o yardımcı olur. Bundan sonrası artık onun işi!
Bir hafta
sonra Hüseyin, kasabaya döndü fakat önemli bir parçasını şehirde bırakmıştı.
Artık onun sağ bacağı yoktu. Hüseyin, kaderine çoktan razı olmuştu fakat tek
bir şey zoruna gidiyordu.
“-- Geç
kalmışsınız!” demişti, şehirdeki Doktor ve sözlerine şöyle devam etmişti:
“-- Biraz
daha erken gelseydiniz, bacağının tamamını kesmek zorunda kalmayabilirdik!”
İşte en çok
bu zoruna gidiyordu. Fakat ne çare ki, artık olan olmuştu.
Hüseyin’in
başına gelenler, kasabada dilden dile
dolaştı. Doktor Ziya Bey’e olan saygı ve güven, her geçen gün biraz daha
azalıyordu. Hakkında çıkan dedikodular, doktorun da kulağına geliyordu fakat o
bunların üzerinde fazla durmuyor, duymazlıktan geliyordu.
Söylentiler
devam ederken, beklenmedik bir şey
oldu. Doktor ve karısı, şehirden gelen acı bir haberle sarsıldılar.
Kızları Zehra’nın ölüm haberi… Zehra, okuldayken aniden fenalaşmış, herhangi
bir müdahaleye fırsat bile olmadan da ölmüştü.
Doktor ve
Karısı, apar topar bir vaziyette kasabadan ayrıldılar. Onların gidişinden on
gün kadar sonra da, eşyaları şehre taşındı. Böylelikle kasabalılar, doktorun
kasabayı terk ettiğini öğrenmiş oldular.
***
Bir aydan
fazla bir zaman geçti. Dursun’un kahvesi bir hayli dolu. Cemil Efendi, birkaç
kasabalı ile masalardan birine oturmuş, havadan sudan sohbet ediyorlar. Bir ara, Kel Selim söze girdi:
-- Cemil
Emmi, haberin var mı? Bir, iki gün içinde kasabaya yeni bir doktor geliyormuş.
Bir diğeri:
-- Gelen,
gideni aratır derler ya.. İnşallah! Bu gelen, öncekinden iyi olur! Dedi.
Kahveci Dursun
da boş bulundu ve sohbete dahil oldu:
-- Ziya Bey
de fena adam değildi, aslında! Deyiverdi.
Kel Selim, Dursun’un
sözlerine içerleyerek tepki gösterdi.
-- Dursun
Abi, sen ne diyorsun? Allah’ını seversen! Dalga mı geçiyorsun?
Dursun, böyle bir tepkiyi düşünemediği için,
biraz bozuldu. Hiçbir şey olmamış gibi davranmaya çalıştı ve kısa bir süre ara
verdiği işine yeniden döndü.
Dursun’un
sözleri masada soğuk rüzgârlar estirmiş ve insanların suratları asılmıştı. Hiç
kimseden ses çıkmıyordu.
Çayından
bir yudum çeken Kel Selim, suskunluğu bozdu:
-- Cemil
Emmi, Doktor Ziya’nın karısı da ölmüş, diyorlar. Bizim hanım, Sevim Hemşire’den
duymuş.
Cemil
Efendi’nin düşünceli bir hali vardı. Kayıtsızca:
-- Ben de
duydum! Herhalde doğrudur.. Dedi.
Sohbetin
başından beri hiç konuşmadan, diğerlerini dinleyen yaşlı bir kasabalının
dudaklarından dökülen şu kısa cümle, belki de her şeyi özetlemeye yetiyordu.
“--
Rüzgâr eken, fırtına biçer!”
Y.Beyindik