Hasret ağrılı gecelere gidecek gibi anlamsız ve boş bakıyordu gözleri. Yıllar öncesine dayanır tanışıklığımız. Çocukluğunu, gençliğini bilirim. O da benim her şeyimi bilirdi, hani derler ya “Ben senin kısa pantolonla gezişini bilirim” diye. Öyle bir şeydi işte aramızdaki ilişki!
Hasta yatağında geçireceği son günleri olduğu netleşen ve son günlerini evinde geçirmesi için umutsuzca evine gönderilen O’nun, beni tanıdığını sanmıyordum. Hafızası silinmişti sanki, donuk ve mat olan gözlerini gözlerime çevirdiğinde ürperdiğimi hatırlıyorum. Ne olursa olsun, her şeyi bilecek bile olsan, kabul edemiyorsun bazı kaçınılmazları yaşamayı... Evet doktor öyle söyledi, doğru da, gerçekte ortada ama olmuyor işte, illâ bir mûcize olsun, sihirli bir değnek değsin istiyorsun, dönsün istiyorsun uçurumun kenarından geri, bildiğin tüm duaları ediyorsun, olmuyor işte olmuyor!
Lösemi, kan kanseri hastalığının adı. Ama o hiç kabul etmedi hastalığının adını. Hep en ucuzundan anardı “Anemi, kansızlık” der geçerdi. İyileşeceğine inanırdı daima. Bir gün bir mucize olacak O kurtulacaktı bu amansız hastalıktan. Buna kesin gözü ile bakardı. Olmadı.
Çocukluğumuz gelir aklıma… Bir keresinde hakkımdan gelememiş, boğuşurken alnıma gazyağı lambasını fırlatmıştı, hâlâ daha hatırası alnımın ortasında durur. Şimdi bakıyorum da, bu yara izinin bile hasret koktuğunu hissediyorum.
Oysa ölümünden iki ay öncesini hatırlıyorum. Trombosit denilen ve kanımızın pıhtılaşmasını sağlayan maddeyi kendisine nakletmek için hastaneye birini kandırıp götürdüğümde, bana yeni bir zafere imza atmışım gibi bakıyordu. İki ya da üç saat sonra hayat dolacak, yanakları yine kırmızı olacaktı, biliyordu.
Trombosit diye bildiğim maddenin nasıl nakledildiğini anlatayım. Öncelikle bir saate yakın makineye bağlanacak bir verici bulursun. Bu vericinin genelde dost ve tanıdık olması mecburi gibi bir şeydir. Kan vermeğe benzemez bu iş. Herkesten böyle bir fedakarlığı yapmasını isteyemezsin. Sonra bu tanıdık dost, makineye bağlanır, bir saat ya da daha fazla makinede bağlı durduktan sonra her tarafı uyuşur, karıncalanır, siz bu geçen süreç içinde çeşitli şaklabanlıklar yaparak vericiyi sıkıntıdan kurtarmaya çalışırsınız. Vericinin kanından alınan ve kandaki pıhtılaşmayı sağlayan sarı renkli madde daha sonra hastaya nakledilerek, hastanın geçici bir süre kanının sulanması yavaşlatılarak, pıhtılaşma sağlanır.
Neyse; konu ayrılık vaktindeki hüzün; kaldığım yerden devam edeyim.
"Manzarası kırık bir hayat tablosu bırakacak geride. Alengirli geçen hayatımızın finallerinden biri oynanacak birazdan." Birazdan bir hayat sona erecek, belki birazdan da önce. Bilinç tamamen kapalı, o an’a ramak kalmıştı. Uyku haline geçeceğinin arkasından bir daha nefes alıp veremeyecek oluşunu, son bir nefesle işi bitireceğine gözünüzle tanıklık etmenin ne denli güç olduğunu anlatmak mümkün değil. Ölmek istemediğini biliyorsunuz, ölmesin istiyorsunuz, çektiği acılara şahitsiniz, ölse de kurtulsa diyorsunuz, ne düşüneceğinizi bilmiyorsunuz, duygularınızı aşure kazanındakilere benzetiyorsunuz.
Şu hayatı anlamak ve anlatmak mümkün mü? Yaşam denen maddesel olayın sonunda başlayacak olanları anlatacak, gidip de geri gelen biri var mı?
Beklenilen an gelmişti, önce huzur dolu bir uykuya daldı, öylesine rahat nefes alıp veriyordu. En son derin bir nefes aldı, uzun süre bırakmadı, sonra çok uzaklardan gelen bir solukla salıverdi kendini ölümün niteliksiz kollarına... Göğsünün artık inip çıkmadığını gördüğümde neler hissettiğimi ve gözlerimin hangi pozisyona büründüğünü, duygularımın karman-çorman lığını tahmin edebilirsiniz. Kendi söylerdi, “Hayat pamuk ipliğine bağlı, bir bakarsın bir gün pıt diye kopuverir” derdi, öyle oldu, hayatını bağlayan pamuk ipliği ‘pıt’ diye kopuverdi.
O artık yok, bir daha olmayacak, bir daha alnımın ortasına gazyağı lambasını fırlatamayacak. Ve çocukluğumdan kalan “Bana bak, şimdi bir patlatırım, bir de duvardan yersin!” diyemeyecek.
Birlikteliğimiz, bu âlemdeki tanışıklığımız o gün sona erdi. Bundan böyle burada değilse de, bir gün bir yerlerde kesinlikle görüşmek umuduyla sana yazdım bu satırları ölüm yıldönümünde kardeşim. Az sonra üstüne “Ablam Yüksel Akgör’e verilmek üzere” diyerek bir şişeye koyup salıvereceğim denize…
Bir şekilde eline geçip okuyacağını biliyorum.
Senin de şunu bilmeni istiyorum; Seni çok özlüyorum.
Oralarda kendine iyi bak.
Serin havalarda dışarı çıkarken üzerine bir şey almayı ihmal etme…
(
Mektup başlıklı yazı
OlgunOnur tarafından
15.11.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.