Yaşlı dilenci inatla,  ısrarla iddia ediyordu. Güya  zamanında bu yerde  tek bir dilenci bile yoktu. Öyle ise eğer eski dönemde küçücük bir köy olan bu koca şehrin bu  ilçesinde tüm ahali nasıl dilenci olmuştu?  İddiasına göre eski dönemin insanları yokluğa, sefalete rağmen onurlu insanlardı. Üstelik bu  insanlar hayatında hiç dilenci görmemişti. Sadece göçebe çingeneler arada bir köyden geçerken dileniyordu. Onları da zaten herkes iyi tanırdı. Onlar sonsuz  yolculuklara çıkmış göçer insanlar sınıfıydı. Geçtikleri köylerden, kasabalardan yardım talep ederlerdi. Ekmek, yumurta, şeker isterdi çingene kadınları. Şartların zorluğundan olacak ki hırsızlıkta olağan bir durumdu. Duruma göre katil olmakta  hiç  sorun değildi. Geçtikleri yollarda evler bazen ahırlar talan edilirdi. İnsanların mallarını, tavuklarını hatta çocuklarını çalıp yerdi bu göçerler. O yüzden olacak ki  bu göçerlerin istekleri olabildiğince yerine getirilirdi. Açlık korkunç bir şeydi.  Aç dişler çok acımasızdı. İnsanoğlu tarihinde gayet iyi bilinen bir gerçekti. Mağara dönemlerinde  buzul çağlarda, uzun kış mevsimlerinde insanlar açlıktan ölmemek için birbirlerini yemişti.  İlk sırayı da  haliyle yaşlılar, sakatlar alıyordu. İnsanoğlu tarihinin bir bölümünde sürekli  olarak  birbirini  yemişti.

Yaşlı dilencinin dediğine  göre bu göçerlerin  davranışlarını işte bu yüzden normal karşılamak gerekiyordu. Onlarda açtı ve hala mağara dönemi felsefesiyle yaşıyorlardı. İlk dilenci oluşumunu kendi bakış açısıyla anlatıyordu   yaşlı dilenci.

Ona göre, Tanrı o vahşet çağında sessiz ve tarafsız kalmayı tercih etmiş olabilirdi. Ama Tanrı ortaya çıkana kadarda bu fani dünyada  hiç dilenci  olmamıştı. Onları Tanrı yaratmıştı. Tanrının ana felsefesinin  en önemli yapı taşında dilenci vardı.  Felsefenin iki ana kuralı vardı. Bir “Haline şükür etmek”  iki  “İhtiyacı olana sadaka vermek” . Ya insanlar birbirine yardım edecekti ya da insanlar geçmişte olduğu gibi  birbirini yiyecekti. Biri dilenecek  bir diğeri de verecekti. 

Köyün ilk dilencisinin cami hocası olduğunu  hala ısrarla söylüyordu. Namazdan sonra dışarı çıkan cemaati hocanın yardımcısı karşılıyordu. Bir sandığın üzerindeki kase insanlara bakıyordu. Verilen mesaj netti. Camiye yardım bir bakıma Tanrıya yardım sayılırdı. Sonraları o  sandığın kenarında   bazı faniler belirdi. Sandığın hemen yanı başında oturan çingene kadın çocuğunu emzirirken ağlıyordu. O da “Allah rızası için” yardım istiyordu. Onun yanında oturan ihtiyar sakat, bastonlu bir adamda yardım diyordu. Yardımın büyük çoğunluğu elbette o kutsal  kaseye akıyordu. Oradan sıçrayan bozukluklar arada bir de olsa çingene kadının ve sakat ihtiyarın kucağına düşmüştü. Cami hocasının dikkatini çekene kadarda düşmeye devam etti. Bir gün camiden öfkeye fırlamıştı hoca. Asık sert suratı ve elindeki kalın sopası ile onları kovaladı. Hocanın sopası çok sertti ve ortak istemiyordu. Sopasıyla onları avlunun dışına  kadar sürükledi. Kadının memesini emen o bebeğin gözlerindeki dehşeti  görene kadar kovaladı. Bir çift kanlı çocuk gözü tüm nefretiyle hocaya bakmıştı. Köyün ilk dilencileri olarak bunlar kayıtlara geçiyordu.

Sonra bir gün köye üniformalı adamlar geldi. Bir binaya girip oturdular. Sonra bir tanesi binanın girişine bir tabela astı. Tabelada “Karakol” yazıyordu. İlk okuyanda hoca oluyordu. Acı çekse de, gözleri yerinden fırlasa da hocanın  bu gerçeği kabullenmekten başka bir çaresi yoktu.  Kaseye yeni bir ortak gelmişti. Üstelik bunlar o çingene kadın ve o ihtiyar gibi aciz, zavallı değildi. Silahları vardı. Binanın alt katında karanlık bir hücre ve içerisinde de falaka sopaları vardı. Onlarda yardımdan pay bekliyordu. Ülke kaynakları yetersizdi ve bunlar maaşları etkilemişti. Camiye işi düşen bir insan  o kaseye nasıl saygı gösteriyorsa  buraya  işi düştüğü zamanda aynı saygıyı gösterecekti. Üstelik bunlar  insanoğluna o cezayı  yaşarken bu dünyada veriyordu. Gece bekçileri bunu hatırlatmak için düdükleriyle ortalığı inletiyordu. Bu karakolu buraya yollayan reislerin de yardıma ihtiyacı vardı. İnsanlar bundan sonra daha çok çalışacaktı. 

Bu durumun farkına varan en akıllı insana bir mevki verdiler. O yeni  temsilci  muhtardı. Karakol, cami, ve ahali arasında bu akil adam arabulucu olmuştu. Ama kaseye bir ortak daha katılıyordu. Çingene kadın ile bastonlu ihtiyar dilencinin bu rakipler karşısında bir şansı kalmıyordu. İnsanlar daha çok çalışacaktı. Daha çok vergi ödeyecekti. Çalıştılar, daha çok vergi ödediler. Daha çok kurbanlar  kesildi. Ama yinede o kutsal kase dolmuyordu. Sanki dipsiz bir kuyuya taş atılıyordu. Uzun yılar sürecekti bu durum. Kara bir delik sürekli yutuyordu. Üniformalı adamların göbekleri de büyüyordu. Hoca,  cemaat de büyüyordu. Göbekler büyüdükçe büyüdü. Enseler kat kat deri bağladı. Semiren kırmızı suratlar, al yanaklar çoğaldı.

Sonra bir anda hiç olmadık bazı şeyler hem ahaliyi hem üniformalı adamı hemde hocayı şaşırttı. Bazı evler dükkanlar soyulmuştu. Evlerin kapıları asırlardır açıktı. İlk defa hırsız denen bir şeyler duyuldu. Hırsızlar ortaya çıkmıştı. Ahaliyi  kara düşünceler sarıyordu.  İlk hırsız yakalandığında insanlar daha çok şaşırdı. Bu  hırsız çingene kadının emzirdiği o çocuktu. Karakolun hücresinden duyulan çığlıklar, feryatlar o gece insanları sabaha kadar uyutmadı. Üniformalı adamlar bu çocuğu kutsal kitapta olduğu gibi çarmığa germişti. Amirleri çok öfkeliydi. Ortak istemiyordu. Hoca o cuma günü verdiği vaazda bas bas  bağırıyordu.

   “Kimse kimsenin malını çalmasın, hırsızlık en büyük günah” diyordu.

 Sonraki günler başka insanların  feryatları da  o hücreden  duyuldu. Hoca, amir, muhtar yine şok geçiriyordu. Yakalanan hırsızların arasında ahali, eşraf çocukları da vardı. Zamanında az çok bir şeyleri olan bu insanların çocukları da aç kalmıştı. Aylar,  yılları kovaladı. Bu köyden başka köylere kaçanlar oldu. Diğer köylerden bu köye  gelenler oldu. İnsanlar nereye kaçmışsa, o yerde mutlaka  bir hoca, bir muhtar, bir karakol onları karşılıyordu.  Köy mahalle oldu sonra bir ilçe. Sonrada şehir. En asil insanlar en sefil oldu. Valilik, kaymakamlık binalarının önünde insanlar kuyruğa giriyordu. Hemen herkes bir şekilde  yardım istiyordu. Üniformalı adamlar  hoca, muhtar, vali paniğe kapılıyordu.

Bütün herkes o kutsal kaseye ait  belgeyi istiyordu. Sonunda sağduyu galip gelecekti. İsteyen herkese dağıtılıyordu. Bir dilencinin yetki belgesine sahip oldular. Az da olsa rahatladılar. Onların artık  birer "Yeşil Kartı "  olmuştu.


( Dilenciler Köyü başlıklı yazı Şenol Durmuş tarafından 24.12.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu