1 Ey İnsan Seni Seviyorum 2
Ertesi günü iple çekmiştim ve o gece sabaha kadar gözlerimi kırpmadım. Onun yanında çalışmaya başladıktan sonra mesleğin inceliklerini daha çabuk öğrenmeye başladım. İnsan nasıl bir mahluk diye çok düşünmüştüm. Evliya adamı hırsız, dolandırıcı yaparsın, karıncayı incitmeyen bir adamı da azrail yaparsın. Yeterki öğret, alıştır ve de yetiştir. Yeterki şartları oluştur. 

Kemikkıran Mustafa da beni öyle yetiştirdi ruhu şad olsun. İşini çok iyi yapardı onu iş üstünde görecektiniz. Eğer biraz uzun yaşasaydı mesleğe çok büyük katkıları olucaktı, lakin kader alın yazısı işte. İlk zamanlar biraz zorluk çekmedim desem yalan olur. İnsanların inlemeleri, ağlamaları, anırmaları beni etkiliyordu hatta geceleri uyumama mani oluyordu. Fakat sağolsun rahmetli Kemikkıranın sözleriyle telkin oluyordum. 

-"Bak Mehmet derdi ne yapıyorsak vatan için millet için memleket için yapıyoruz. Bu millet Viyanalara, Yemenlere gidip geldi...Gerçi bir bokda beceremediler ya neyse, atalarımız onun için rahat uyuyor, yaşayanlarda daha rahat uyuyacak sende rahat uyu.. Mehmet biz yapmamız gerekeni yapıyoruz. Biz yapmasak başkaları gelip yapacak bizden evvelde yapanlar vardı bu bir nöbettir rahat ol Mehmet" derdi hemen hemen hergün.

Nerde şimdi böyle amirler memurlar hey gidi rahmetli Mustafa hey... O gerçek bir öğretmendi..Ona tapıyordum. Neyse efendim bu azim ve hırsla görevimizi yaparken günlerde geçiyordu.
Şubedeki çalışmalarımız tüm şehire yayılmıştı. Sayısız zanlının mahalle kabadayılarının işini bitirmiştik. Kırdığımız kemiklerin, kol ve bacakların haddi hesabı yoktu. Yalnız birgün çok enteresan tuhaf bir durum olmuştu.Bir zanlının üstünde çalışıyorduk onu fena halde eziyorduk. Adam bayıldığı halde Kemikkıran hala vuruyordu. Biz memurlar şaşkınlıkla birbirimize ve rahmetliye bakıyorduk. Kemikkıranın adeta gözleri kanlanmıştı, ağzından köpükler çıkarken mırıldanıyordu. Zanlının pantolonundan dışkı ve sidik saçılıyordu adam öldü ölecek.
 
Artık dayanamadım koşarak rahmetlinin kollarını tutup zaptetmeye çalışırken bağırmaya başladım:
"Amirim durun adam ölecek gitti gidiyor amirim" derken diğer iki memurda yardıma koştu. 
Çıldırmıştı Mustafa adeta krize girmiş bir eroinman gibiydi. Birden durdu ve bize baktı, sonrada yerde baygın yatan zanlının karnına bir tekme vurduktan sonra elindeki odunla biz memurlara vurmaya başladı. Yanımdaki arkadaşlar kapıdan çıkıp kaçtılar. Ben ise şok geçirdiğimden olduğum yerde heykel gibi kalmıştım. Odunu kaldırıp tekrar sırtıma vuracakken birden eli havada kaldı. Birkaç saniye bakıştık. Delirmiş miydi bu adam. Gözleri tekrar eski haline dönmüştü, ağzında ki köpükleri sildikten sonra odunu yere attı. 

Yanıma gelip elini omuzuma koydu, adama baktı, aniden bana baktı çok tuhaf bir gülümsemeyle..
"Aferin Mehmet tam zamanında müdahale ettin bravo sana işte bazen böyle oluyor, yani kendimi kaybediyorum bazeni anlayacağın kontrol mekanizmamı yitiriyorum. Aslında senede birkaç kez oluyor ama sebep nedir bilmiyorum, bir ara Fatihteki şalvarlı hocaya gidip kendimi okuttum. Bana dediğine göre ara sıra bazen cinler gelip aklıma giriyormuş. Yarın tekrar gideyim de pezevenk birkaç dua daha okusun. Ne oldu diğerleri kaçtı yine he?" diye sorunca şaşkınlıkla..

"Evet amirim arkadaşlar kaçtı galiba" demiştim...
Kafasını salladı..Sonra da.. 
"Sana demiştim zor bir meslekteyiz Mehmet. Diğer arkadaşlarını görüyorsun herkes bu işi yapamaz, üç ay evvel yine kaçmışlardı. Neyse zabıt tutun bunu hemen adliyeye sevk etsinler. Ben eve gidiyorum kendimi hiç iyi hissetmiyorum" dedikten sonra kapıdan çıkıp gitmişti..

Birkaç gün bu olayın etkisinden kurtulamamıştım, bu işler böyle mi oluyordu?Tereddüt de kaldığım günlerdi..Bir hafta kadar sonra meyhanede rakı içerken şöyle demişti :

"Seni biraz sıkıntılı görüyorum, seni anlıyorum, bak koçum Mehmet sana bir sır vereyim..Bizim toplumun birliğindeki beraberliğindeki mayada ne vardır biliyor musun. Dayak vardır. Bu devlet şimdiye kadar neden yıkılmadı işte bu yüzden. Düzen böyle kurulmuş, bin yıllık devlet sistemimiz bunu gerektiriyor devletin verdiği yetkiyi sonuna kadar kullanacaksın, hiç korkmadan vazifeni yap kimseye acıma, zor durumda devletin sana sahip çıkacaktır merak etme...Biz devletin ete kemiğe bürünen bir organıyız, sen vücudunun herhangi bir yerini incitebilir misin yapamazsın çünkü canın yanar. Haydi şerefe bunları sakın unutma" diyerek kadehini uzatmıştı.

Bunun gibi sayısız nasihatlerini kafama hep yazıyordum. Kendi kendime sorduğum zamanlar hep olmuştur, Kemikkıran haklı mıydı acaba. Evet Kemikkıran haklıydı. Çünkü bu işleri devlet için otoritenin güvenliği için yapıyorduk. Benim de yapmam lazımdı. Daha sonra vazifeme dört elle sarılıp çalışmaya başladım. Aldığım eğitimin hakkını veriyordum ve çok başarılı olduğumdan bir süre sonra komserliğe kadar yükseldim. Fakat aksilik bu ya terfi nedeniyle tayinim Çarşamba karakolu amirliğine çıkmıştı. Ben de Kemikkıran da bu tayin sebebiyle çok üzülmüştük. Birbirimize o kadar alışmıştık ki adeta bir elmanın iki yarısı gibi olmuştuk. 

Ama rahmetli çok metanetli bir adamdı, ayrılma saati geldiğinde bana bir baba şefkati gösterip sarılmıştı:
"Üzülme Mehmet altı sene beraberdik, ancak devlette devamlılık esastır gittiğin yerde daha başarılı olursun, bu terfiyi sen çoktan hakettin. Ben de seni gibi yeni Mehmetler yetiştirmeye devam edeceğim. Bir sorun yaşarsan beni her zaman arayabilirsin.Konuşturamadığınız biri oldumu hiç çekinme bana gönder, ben hallederim Sana hakkımı helal ediyorum Mehmet" diyerek beni şubenin kapısına kadar yolcu etmişti.

Beni ben yapan rahmetli hocam Kemikkıran Mustafaydı...Ya adamım Bekçi Haydar, ya Tuğla Osman serserisi? Bu ikiliyi de işte Çarşamba karakolunda tanıdım. Daha ben gelmeden namım bu karakola gelmişti. İkinci şubenin namlı komseri Odun Mehmet artık bu karakolun amiriydi. Bütün memurlar ve bekçiler beni saygı ve korku içerisinde karşılamıştı. İlk toplantıda gerekli emir ve talimatları ilettikten sonra odama kapandım ve beklemeye başladım. Birkaç gün geçtikten sonra kapımı çalmıştı Haydar. Kapıdan öyle bir ses çıkmıştı ki sanki usta bir piyano virtüözü kapıyı çalıyordu. Ne yumuşak; ne de sert. Kulaklarımın duymak istediği bir ses tonu çıkmıştı kapıdan. İçeri girdiğinde bana gülümseyerek baktıktan sonra hemen bir asker duruşuyla selam çakmıştı.
 
"Gomserim ben Bekçi Haydar Kantar, Kastamonu. Bir maruzatım olacaktı size, saygılarımı sunarım. Gerçi birkaç gündür makamınıza çıkmak istiyordum ancak kısmet bugüne oldu" dedikten sonra susup bakan bu tuhaf yaratık dikkatimi çekmişti...Kısa boylu hafif tombul, kırmızı suratlı bekçinin gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Gözleri parlıyordu, çok sinsi bakıyordu. Bana sanki emrinizdeyim ne isterseniz yaparım, kollayın beni amirim kulunuz köleniz olayım dercesine karşımda dikilmişti. 
"Evet Bekçi Haydar ne istiyorsun?" diye sertçe sormuştum.

Mahçup bir edayla, yaramaz bir çocuk gibi konuşuyordu...
"Gomserim mıntıka hakkında bilgi almak isterseniz her zaman emrinizdeyim. Mıntıkada toplam ondört kahvehanemiz var. Bunların en az yarısı kumar oynatır ve de en çok parayı kahveci Şaban kazanır. İki de esrar torbacısı var.Bir kaç tanede pezevenk, hırsız var.. Ayrıca Beyoğlunda pavyonlarda çalışan üç orospu da mıntıkamızda oturuyor. Birkaç tane de kabadayı var, ama aralarında en tehlikeli olanı Tuğla Osman denen serseri. Vallahi deve gibi boyu gaz tenekesi gibi kafası var. Onu zaptedemiyoruz sizden evvelki Mahmut gomserim bir türlü başedemedi onunla karakolun başına bela oldu serseri" dedikten sonra susmuştu..

Hala esas duruşta olduğu halde yere bakıyordu, yere bakarken de göz ucuyla beni izliyordu. Ağzımdan çıkacak kelimeleri duymak için iki kulağını da sabırsızca oynatıyordu, kuyruğu olsa onu da oynatacaktı namussuz Haydar. 

"Evet devam et Haydar geç şöyle otur bakayım şöyle" dediğimde sevinçle tavşan gibi zıplayarak koşar adım sandalyeye yerleşirken iki elini bir öğrenci gibi dizlerinin üzerine koyup anlatmaya başladı. Hangi kasapın günde kaç kilo et sattığını, manav Cafer’in günlük hasılatını, Nalbur Nusretin attığı kazıkları Cami imamının kaç liraya mevlüt okuttuğunu anlattıkça anlatıyordu Haydar. Ağzım açık kalmıştı umduğumdan daha sansar ve tilki çıkmıştı bu adam. Sonunda yeter yeter diyerek onu susturdum. 

"Fazla uzatma işe daha yeni başladık önce kimden başlayalım onu söyle yeter" diye bağırmıştım. 
Çok mutlu olmuştum ve tahminimde yanılmamıştım, nihayet yıllardır aradığım adamı bulmuştum. Daha sonraki yıllarda her görev değişikliğinde bir yolunu bulup onu da yanımda taşıdım bir subayın emireri gibi, bir zenginin uşağı gibi yıllarca hep adamım oldu Haydar. Sonraki seneler karım dahi Haydardan nefret etmeye başladı. Alt kültürden gelen bu adamda güce susamıştı fakat gücünün sınırlı olduğunu da çok iyi biliyordu. Namussuz bu yüzden bana yaklaşıp güç kazanmayı planlamıştı. Onun bana ihtiyacı olduğu kadar benim ona daha çok ihtiyacım vardı. Bunları da çok iyi biliyordu Haydar. Sadık bir bekçi her polisin her komserin muhtaç olacağı vazgeçemeyeceği birşeydi. Bir polisin silahtan daha çok en önemli ihtiyacı iyi bir bekçi olmuştur bu meslekte. Çünkü onlar bilirdi sokakları mahalleleri. Onlar polisin gözü kulağı hatta istihbarat elemanıydı..  Kahverengi elbiseli adamlar olmasaydı bu teşkilat çoktan çökmüştü. Bunları düşünürken sinirli bir pozda kafesteki bir aslan gibi odada dolaşıyordum. Burada da bir kabadayı vardı demek onun da işini bitirmem gerekiyordu. 

"Ne diyorsun Haydar işe Tuğla Osmandan mı başlıyalım" diye sorduğumda gözleri mutlukla parlamıştı. 
"Evet evet sayın gomserim, onu halledin mıntıka önünüzde diz çöksün" dedi. 
Gece yarısı için gereken plan ve tertibatı aldırdıktan sonra eve gidip dinlemeye çekilmiştim. Bu kabadayı bozuntuları her zaman başımıza bela oluyordu. Osmanlının son kalıntılarıydı bunlar. Bu serserileri temizlemek bizim dönemimize denk gelmişti. Gece saat onbir civarı Haydar karakolun jipiyle eve gelmişti. Heyecan içerisinde durmadan konuşuyordu. 

"Gomserim dediğiniz gibi bekçi arkadaşlar onu kahvede kağıt oynarken görmüşler. Sizin yeni gelen gomser olduğunuzu tanışmak için karakola çağırdığınızı söylemişler. Kafası biraz sarhoşmuş iki arkadaşı da onla birlikte gelmişler emme karakola geldiklerinde arkadaşları içeri alınmayınca Osman herhalde şüphelenmiş fakat bütün vardiya o an hazır beklediğinden hemen üstüne çullanıp onu bodrum kata indirmişler. Şimdi herşey hazır gomserim" dediğinde lafını hemen kestim:
"Tamam Haydar kısa kes hemen şu meşhur Osman bey ile tanışalım" dediğinde hareket etmiştik. Yaklaşık on kişilik polis ve bekçi timini Osman için ayırmıştım. Hepsini de özel seçmiştim. Bodrum kata indiğimizde gaz lambasını Osmana doğru tutmuştum. Gerçektende koca cüssesi dev yapısı ile heybetli bir görüntüsü vardı serserinin. Söylentilere göre sekiz on kişi ile başa baş dövüşürmüş. Etrafı kontrol ettiğimde halat ipler, falaka sopaları, iki fıçı su tenekeler hatta üç tane demir çubuk hepsi hazırdı. Osman için özel bir seans uygulayacaktım.
 
"Sen misin Tuğla Osman?" diye sormuştum. 
Ağır ağır argovari bir şekilde  küstahça bana cevap vermişti:
"Evet komserim benim hayrola gecenin bu vakti tanışmakta nereden çıktı anlamadım gitti bir suç mu işledim şikayetçi mi var" diye sorduğunda gaz lambasını Haydara verip yanına yaklaştım, suratına  çok sert bir yüz ifadesiyle baktım... 

"Bak tanışalım Tuğla, adım komser Odun Mehmet bu karakolun yeni amiri benim. Buradan gittikten sonra mıntıkayı terk edeceksin senin o Ustura Kemal ayaklarını ben yemem, gariban semt esnafına yedirebilirsin. Esnaftan aldığın haraçlarla bayağı semizlenmiş iri kıyım bir adam olmuşsun" dediğimde birden lafımı kesip konuşmaya başladı:

"Siz esnaftan haraç almıyor musunuz ne olacak üç kuruş bizde yolumuzu bulmuşsak ne olmuş yani?" dediğinde sinirimden çıldıracaktım. Adamlarım bana bakıyordu, ne cesaretli adamdı bu serseri. Başına gelecekleri belki tahmin ediyordu ama buna rağmen adamlarımın yanında bana posta koymuştu. Bir süre birbirimizin gözlerine baktık iki avcı gibiydik. Öyle bir hain bakıyordu ki sanki gözleriyle konuşuyordu. Korkunç bir cesareti vardı serserinin tekrar konuşmuştu:
"Bakın amir bey beni iyi tanımıyorsun belki beni şimdi döveceksiniz ama sen karakoldan evine gitmeyecek misin. Sivilleri giydiğin zaman bir gece yarısı karşına dikildiğimde ne yapacaksın? El mi yaman bey mi yaman o zaman görüşmeyecek miyiz komser bey?" demişti. 

Fakat onun bakışlarından da konuşmalarından da etkilenmeyecek derecede bir belaydım. İkimiz de bu yolun yolcusuyduk onun görevi belliydi benim görevimde. O ezilen taraf ben ise ezen taraftım. Onun arkasında kıçı kırık üç beş serseri varken benim arkamda koca bir devlet vardı. Nereden bilsin zavallı serseri Asfalt Rızanın Ayı Sabrinin, Arnavut Niyazinin Eşkiya Kemal’in kemiklerini kırdığımı onları hadım ettiğimi nereden bilsin zavallı.

Hiç bozuntuya vermeden ona son nasihatlerimi iletmiştim.
"Evet bizimkilerde alıyordur ama aldıkları vergi parası. Kumarın vergisi olmaz biliyorsun onu da biz tahsil ediyoruz. Hem sen kendini ne zannediyorsun iki tane zavallı gece bekçisini dövdün diye yıllardır attığın hava yetmedi mi? Ben Çarşambanın Allahıyım diye attığın naralardan bıkmadın mı beni başka polislerle karıştırdın herhalde ben başka polislere benzemem. Beni dövmeye hatta öldürmeye gücün yeterse yapmazsan namertsin hatta yapabilirsen dahi son nefesimde bile sana dua ederim şimdi sana öyle bir ders vereceğim ki daha sonra ki yaşamında her dakika beni öldürmek için planlar yapacaksın, beni parçalamak için Allaha yalvaracaksın su içerken nefes alırken dahi hep beni göreceksin. Zavallı sefil yaratık sana acıyorum, yanlış zamanda yanlış muhitte olman senin suçun değil hangi peygambere hangi tanrıya dua edeceksen etmeye başla çünkü son inanacağın peygamber ben olacağım" dedikten sonra susmuştum.

Bu felsefi konuşma tarzım değil Osmanı adamlarımı dahi korkutmuştu, işte biz böyle polistik. Koca kabadayının ayakları titremeye başlamıştı, aniden bağırdı:

"Allahsızlar ulan" diye nara attıktan sonra birkaç adamımı yumrukla yere serdi. Ensesine yediği odun darbesiyle yere uzanmıştı. Halat iplerle ayaklarını kollarını dört yerden bağlayıp çekmeye başladılar. Bir halatı da boynuna bağladılar. Haydar devamlı su döküyordu, bir memur ata biner gibi Osmanın sırtına binmişti. Artık dayak faslı başlamıştı. On adamım birden vuruyordu. Sayısız darbeler Osmanın vücuduna iniyordu. Ama yine de helal olsun serseri ilk başta biraz dayanıklı çıktı. Dayak yerken bizlere ana avrat küfürleri saydırmıştı. Ama doğadaki hiçbir canlı acının kuvveti karşısında dayanamazdı. Dört beş kez bayılmıştı ama hemen ayıltmasını da biliyorduk. Arada bir tahta parçası kırılır gibi seslerde çıkıyordu tabii ki bu Osmanın kemiklerinden çıkan seslerdi. Sonunda hayvanlar gibi anormal sesler çıkarmaya başladı. Bazen domuz gibi homurdanırken bazen de tavuk gibi çırpınıyor kuşlar gibi ötüyordu.

Darwinin evrim teorisinin gerçek olduğunu bu meslek öğretmişti bana. Gerçekten de insanlar yer yüzündeki tüm hayvanlarla akrabaydı. Sonunda yalvarmaya başladı. 
"Bokunuzu yiyim abi yapmayın ne olur elinizi ayağınızı öpeyim annecim annecim kurtarın beni" diyordu. Kabadayı Osman artık bitiyordu ve bundan sonra kabadayılık mesleğini terk ediyordu. Yeterki bırakalım gerekirse travesti olmaya dahi razıydı. Dayak faslı iki saate yakın sürmüştü. Adamlarım kan ter içinde kalmıştı.
Bir teneke sidik onu bekliyordu. Yaklaşık yarısını ona içirdik. Sonra Haydara talimatımı verdim cebinden usturayı çıkartıp yerde yatan Tuğlanın kalın kaşlarını ve bıyıklarını traş etti. Daha sonra karakolun jipi sabah namazı saatlerinde Osmanı oturduğu sokağın Arnavut kaldırımına fırlatıp atmıştı. Yakınları hatta karısı dahi onu tanımakta güçlük çekmiş. Duyduğuma göre o sabah hemen Edirnekapıda ki hayvan pazarında iki koyun kestirip taze derisiyle Osmanı sarıp sarmalayıp tedaviye sokmuşlar.Altı ay kadar bir zaman Osmanı Ağzından biberonla beslerlerken bir bebek gibi altını bezlemişler.
 
Biz işte böyle polistik..Bir felsefemiz vardı.Bir amacımız, bir misyonumuz vardı..
 Bizim devirde terörist çete örgüt gibi şeyler yoktu. Bizim için tek düşman terörist bunlardı.
Devir farklıydı yeni kurulmuş bir devletin güvenliğini sağlıyorduk. Ne yapsaydık, aferin Osman çok iyi yapıyorsun aslanım mı deseydik. Ramideki Eşkiya Kemal’e Balattaki Ayı Sabriye sizlerde devam edin alın haracınızı ortalığı kasıp kavurun size hayırlı işler mi deseydik. Yarın öbürgün adamlarınızı çoğaltın çetenizi büyütün yükselin önce karakola sonra valiye yarın Ankaraya kafa tutun mu deseydik.  

Bu devletin milletin ne badireler atlattığını ne tehlikelerden geçtiğini azıcık vakti olupta ansiklopedi karıştıranlar bilir. Biz de çok iyi biliyorduk netekim. Buna müsaade etmeyecektik. Görevim gereği bulunduğum makamın sorumluluğu  ile devletin gücünü Tuğla Osmanlara göstermek zorundaydım. Osmanın başına gelen hadise mıntıkaya çabuk yayıldı. Yanıma Haydarı alıp çarşıda sokaklarda dolaşmaya başladığımda insanlar dehşet ve korku içinde bana bakıyordu. Bazı esnaflar saygı ile selam verirken bazıları dükkanın içinden bile çıkmaya cesaret edemiyordu. Ben ise bu hareketleri zafer kazanmış bir kumandan edasıyla karşılıyordum. Bundan sonra herkes bilecekti burası benim çöplüğümdü. Ben devlettim en ufak baş kaldıranın başını kopartacaktım.

 Fatih Çarşambaya adaleti getirmiştim.

2.Bölüm...1960 lı yılların İstanbul Karakolları ve onların insan sevgisi..

( Ey İnsan Seni Seviyorum 2 başlıklı yazı Şenol Durmuş tarafından 20.02.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.