Kutsal kitaplardaki metinlerin satır aralarında belirtilmiştir. Tanrı bazı güçlerini ister istemez peygamberleri ile paylaşmıştır. Onlar yeryüzünde ki temsilcilerdir. O gücünü bu aracılar vasıtası ile diğer insanlara gösterecektir. Bir elin parmaklarını geçmeyen peygamberlerin sayısının azlığından olacak ki bazı güçlerini de mürşidi kamillere dağıtmaktan çekinmemiştir. Bunlar dinimizde Allah dostu olarak bilinen özel insanlardır. Ve bunlar soyları vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlar kimdir, nerede oturur, ne iş yapar pek bilinmez ama birden hiç olmadık bir anda insanların karşısına çıkar ve hata yapan, günah işlemekte ısrar edenlere o korkunç gücü gösterir. O kafirin artık bir şansı kalmamıştır.
O gücün sahneye çıktığı bir yer...
Şarapçı Salih her gün olduğu gibi o sabah yine evinden yola çıktı. Bir elinde poşeti diğer elinde bastonu olduğu halde ağır aksak yürüyordu. Altmış yaşlarında olması bir yana sefil şarapçı geçmişine rağmen hiçte çökmüş bir ihtiyara benzemiyordu. Simsiyah saçlarında beyaz bir saç teline rastlamak imkansızdı. İri yapılı, gayet yakışıklı, uzun boylu bir adamdı o. Üstündeki yıllanmış elbiseler, vücudundan yayılan o korkunç kokular bu heybetli vücuda hiç de yakışmıyordu. Hele bir de o baston. Bir kokarcadan hatta bir leşten daha da beter kokardı Salih. Kimileri bu kokunun onun için vazgeçilmez bir yaşam kaynağı olduğunu söylerdi. Keza bastonu için de öyle söylediler. Baston denen o araç çoğunlukla insanlar da acıma duygusunu kabartırdı ve onu gören bir insan sadaka vermekten hiç çekinmezdi. Baston hikayesi de yaşam yolculuğunun en keskin dönemeçlerde ki virajlardan bir sahneydi.
Yıllar öncesi bir kavgaya istemeden şahit olmuştu Salih. Mahalle arasında terk edilmiş bir arsada içerken iki grup şarapçı serserinin kavgaya tutuşmasını gülerek izliyordu. Tekmeler, yumruklar, bıçaklar, sopalar havada uçarken Salih daha da çok güldü. Kavga edenlerden bir psikopatın dikkatini çekene kadar kıs kıs güldü. İnsanlar can derdine düşmüşken başka bir insan onları gülerek zevk içinde izliyordu. Psikopatın parmak işaretini görenler kavgayı bıraktı ve o parmağın gösterdiği yöne baktı. Parmak şarapçı Salih’i gösteriyordu. Psikopat pek de öfkeliydi.
“Aga şu orospu çocuğuna bakın, bize resmen gülüyor lan bu” diyordu...
Salih’in son gördüğü sahneydi o parmak. Eller de sopalar, bıçaklar olan iki grup ona doğru koşuyordu. “Yandım anam” demesi durumun son vehametini göstermişti. Bir tanesi “Ölüyor lan bu kaçalım.” diyene kadar onu dövdüler. Birkaç bıçak darbesi, bir ayak kırığı ile bu olayı çok ucuz atlatmıştı. Ama iki grup serserinin de yıllar boyu sürecek olan bir dostluğuna da vesile olmuştu. Bir ay kadar süren zorunlu yatak istirahatinden sonra bastonu ile yola çıktığında o mucizeyi fark etti. Hangi esnafa uğramışsa, hangi kahveye girmişse insanlar ona yardım yağdırıyordu. Ertesi gün de öyle oldu. Bir hafta sonra da. İkinci hafta doktorun karşısına çıktığında elindeki yeşil kartı bir kağıt gibi parçalayarak onun suratına fırlatıp attı. Ayağının düzeltilmesi için yapılması gereken ameliyatı reddediyordu. Devletin verdiği o Allahın belası yeşil kartı da artık istemiyordu.
Bir dönemin yakışıklı, hızlı gençlerinden azılı minibüs, taksi şoförü nam-ı diğer Korsan Salih yeni bir hayata başlamıştı. O sakat bir adamdı ve insanlardan yardım bekliyordu. Uzun süren bir içki yolculuğuna çıktı. Durmadan içti. Sabah akşam demeden kusana, sıçana kadar içti. Bazı seneler o şarapçı evinden kamyonlar dolusu boş içki şişeleri çıktı. Buna rağmen saçının bir teli hala beyazlamamıştı.
Salih o gün de yine yola koyuldu. Kahveleri dolaştı, esnafları gezdi. Az çok yine yolunu bulmuştu. Kasaptan kemikleri sakatatları topladı. Şarabını aldı. Eski insanlara selam verirken, yeni insanlara küfür etti. Tarihi Rami kışlasına adım atar atmaz diğer şarapçılara günlük selamını verdi. Yıkık binaların, ağaçların, terk edilmiş hurda araçların arasındaki hırsızlar, esrarkeşler, şarapçılar da onu selamlıyordu.Birçoğunun hayat hikayesi Salih’ten daha beter durumdaydı ama onu görenler haline şükür ediyordu. Bu dünyanın bir felsefe kuralıydı bu durum. Birinin felaketine, diğeri üzülüyordu. Birbirlerine üzülenlerin bir yaşam direnciydi bu maneviyat.
Bütün sahneleri izleyen bir adam vardı...-"Tanrının Yumruğu"-
Yabancı bir adam süredir bu alanda dolaşıyordu. Hiç kimsenin daha önce görmediği tanımadığı bu adam insanları izliyordu. Gülenleri, ağlayanları, küfür edenleri bir süre seyretti. Ve onların arasına katıldı. Onlarla içiyordu. Onlarla güldü. Şarkı söyledi nara attı. Kavga edenleri ayırdı, iyilikten bahsederken günah sevap kavramlarını masaya yatırdı. Çevresindekilere sürekli günah işlememeleri için telkinlerde bulundu. Hemen herkes bu adama saygı duyuyordu. Ama insanlar onun görüntüsünden korkmuştu. Ağzından bal damlayan bu adamın fark edilemeyen insanları ürküten bir yapısı vardı. O bir devdi. İki metreye yakın boyu ve yapısıyla insanlara üstten bakıyordu. Belanın zirve yaptığı bu yerde bu adamın ne işi vardı. Hırsızlar, katiller, şarapçılar, pezevenkler, esrarkeşler önünde eğiliyordu.
Bir süre sonra şarapçı Salih de saygı duyanların arasında yerini alıyordu. Üstelik o saygıyı daha da çoğalttı. "Tanrının Yumruğunu" gördüğünde bir kedi gibi ona yanaştı. Bazen bir köpek gibi kuyruğunu salladı. Onun paçalarına sürünmekten çekinmedi. İçtiği şarabını ona ikram etti. Bu ilgiye o da karşılık verdi. Salih’i bir mürit olarak görüyordu. Salih’in yükü bundan sonra iyice bir ağırlaştı. Kendi karnını doyurmadan önce "Tanrının Yumruğunu" doyuracaktı.Kutsal derviş, mürit ortaklığı bunu emrediyordu. Daha çok dilenme zamanı gelmişti. Dolaştığı kasaplar, ciğerci, kahvehane sayısı artıyordu. Bastonu dahi bu yükü çekmekte zorlanmıştı.
Kan ter içinde güç bela elinde poşetlerle kışlanın o cehennem arazisine girdiğinde onu hemen arıyordu. "Tanrının Yumruğu" iki kilometre ötede, ağacın dibinde tüm heybetiyle ona bakıyordu. Gülümsüyordu müridine. Acaba ne vardı o poşetlerin içerisinde. Yaralı bir aslan gibi ona doğru koşuyordu Salih. Yarı kükreyek, hırlayarak, çığlıklar atarak ağacın dibine ulaştığında bir kedi gibi kafasını ona doğru uzatıyordu. Koca bir el o kafayı bir bebek şefkatiyle okşadı sürekli. O dev adam ona üstten bakıyordu. Çevredeki bütün şarapçılar, keşler bu ilişkiyi kıskanmaya başlamıştı. Geceleri ateşler yanıyordu. Her şarapçı grubunun bir ateşi karanlıkta bir yıldız gibi parlarken gözler yine ağaçların arasında "Tanrının Yumruğunu" arıyordu. O bir ateşin önünde söylevini verirken kükrüyordu.
“Ey insanlar, ey arkadaşlar, yanlış yapmayın. Lütfen günah işlemeyin. İnsanlık, dürüstlük, ahlak, erdem, namus, inanç bizim maneviyat çimentomuzdur” derken, haykırıyordu.
Ateşin yarattığı bu dev gölge bazen tüm araziyi kaplıyordu. Bütün şarapçılar o gölgenin altında ezilmemek için birbirlerine sarıldı. Şarapçı Salih çok rahattı. "Tanrının Yumruğu" ona sahip çıkmıştı.
O geceyarısı "Tanrının Yumruğu" çok öfkeliydi. İnsanın kanını donduracak bir ses tonuyla haykırıyordu. Şarapçılar, psikopatlar, o gece adeta kaçacak yer aradı. Yanan ateşler bir anda söndürüldü.
“Gelin yanıma, gelin bana günahlarınızı anlatın. Haydi sizi bekliyorum insanlar, nerelerdesiniz. Haydi gelin, ortaya çıkın” diye bağırıyordu.
Katillerin kuyruğu sıkıştı o gece. Hırsızlar tövbe ediyordu. Tecavüzcüler, pezevenkler fareler gibi sessizdi. Yüzlerce suçlu, serseri bir çocuk gibi çaresiz kaldı. Sonra bir ses çıktı.
“Ben anlatmak istiyorum” diyordu o ses.
Kulaklar duyduklarına inanamadı. "Tanrının Yumruğu" şaşırdı. Uzak diyarlardan beklediği o günahkar insan karşısında ona bakıyordu. Bu bir işaretti...Tanrı yine bir mucizesini göstermişti.Yüzlerce metre mesafelerde içen gruplar sinmiş, şaşırmış bir halde onu dinliyordu.
O sese baktı...Ne diyordu bu Salih ?
“Sen mi Salih?” diye sordu.
“Evet abi ben itiraf etmek istiyorum” diyordu.
Bir daha sordu...
“Seni dinliyorum o halde söyle bana işlediğin en büyük günah neydi, hadi onu anlat bana ”
“Abi çok pişmanım. En yakın arkadaşımın karısını becermiştim “ diyordu ağlarken. Ölüm sessizliği vardı. "Tanrının Yumruğu" sessizdi.
“Kimin karısıydı o?” diyene kadar.
“Şakir’in karısı” dedi gözyaşlarını silerken.
Şarapçılar, hırsızlar, katiller ağlamamak için direniyordu. Köpekler kulaklarına inanamıyordu. Şakir’in o koca kıçlı karısını mı becermişti Salih?.. Nasıl yapmıştı bu işi? O karıyı becerme hayali kuran binlerce insan arasında onbinlerce mastürbasyona sebep olan kadını beceren bir insanoğlu yer yüzünde tek Salih miydi?
“Bunu nasıl yapabildin ey Salih?” diye soruyordu.
Büyük bir üzüntü içerisinde kendini kahrederken, yumruklarını sıkarken ısrarla soruyordu. Şakir gibi efendi bir adamın karısına bu yapılır mıydı. Yuvası dağılmıştı Şakir’in. Salih onu iyice bir becermişti. Sonra başka bir Salih’e devretmişti. Onlarca Salih de sıraya girmişti ama bu Allah’ın belası kışlada o koca kıçı becerme şansına ulaşan tek kul Salih’ti. Zavallı Şakir kahvelerde otururken tüm insanlar ona bakıyordu. Çarşı’da, pazarda her yerde insanlar onu büyük bir pişmanlıkla, vicdan azabıyla izliyordu.Karısını becerenler daha çok üzülmüştü. ..
“Yapman gerekeni biliyorsun değil mi Salih?” diyordu tüm duygusallığı ile.
Gözlerindeki yaşları zapt ederken “Evet” diyordu Salih. Ayağa kalktı..."Tanrının Yumruğunun" önünde diz çöktü. "Tanrının Yumruğu" tüm gücüyle haykırırken iki elini havaya kaldırdı.
“Duydunuz değil mi insanlar, ey inananlar, ey orospu çocukları, bu adamın itiraflarını duydunuz değil mi?” diye soruyordu haykırırken.
Karanlığı sessiz bir uğultu kapladı. Herkes bir şekilde cevapladı. Bazıları hala ağlıyordu.
“Evet duyduk, duyduk onu” diyordu uğultu.
Yanan ateşten bir dal çıtırtısı duyuldu. Duyanlar o sesin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Kırılan bir çeneden duyulan bir çıtırtıydı. İkinci yumruğu yemesine rağmen güçlükle de olsa yine kendini toparlamıştı. Ağzından burnundan kan fışkırırken son gücüyle yine geldi önünde diz çöktü. Üçüncü yumruğa hazırdı.
“Ey Salih bunu nasıl yapabildin?” dedi son kez o yumruğu sallarken.
O şimdi ayaklarının dibinde yatıyordu. Salihin suratında, az da olsa bir gülümseme belirdi...
Üstünü silkelerken öfkeyle bağırdı.
“Alın lan şunu en yakın hastaneye götürün başımıza iş çıkmasın”
Salih’in en yakın arkadaşı Şarapçı Ahmet koşarak geldi. Salih’i kucakladı.
“Yalçın abi bunu hangi hastaneye götüreyim” diye soruyordu.
“Ne bileyim lan ben. İşim var benim. Aksaray’da meyhanede bekleyenler var, oraya gidiyorum” diyordu.
Namlı kabadayı Yalçın abi araziden çıkarken tüm gözler onu hayranlıkla izliyordu. Acaba kendilerine sıra ne zaman gelecekti? Bir dönem , Eyüp ilçesini titretmişti bu acımasız sert kabadayı. Şimdilerde ise misyonu gereği bu günahkar insanları, yola getirmek için yoğun bir çaba sarf ediyordu.