19. ŞEHİRDEKİ ABACI
Abacı sülalesinden bahsederken, dördüncü oğul, Hüseyin’den bahsetmemek olamazdı. Çünkü Onun , Benim üzerimde etki yapan bazı tarafları vardı. O köyde yaşamıyordu, İstanbul’a değil, Ankara’ya yerleşen ilklerdendi. Düğün ve bayramlarda, köyü ziyarete gelenlerdendi.
Onu tanıdığımda, kırk, kırk beş yaşlarında, sarışın, yakışıklı, çoluk çocuk sahibi bir insandı . Ankara’ya gitmiş, çalışkanlığı sayesinde, kara talihini yenip zengin olmuştu. Beş - altı kamyonu vardı. O sıralarda, ANKARA imar ediliyor, yollar yapılıyordu. Oda imar hareketlerine iştirak edenlerdendi. Mürtet yakınındaki, Zir deresinden, gece , gündüz kum taşıyordu. Allah, yürü ya kulum demiş, O da zenginliğe doğru yürümüştü. Keçiören’de, çok geniş bir bağ içinde, iki katlı bir villaya, karşı yakada, geniş topraklara sahipti.
Köye geldiği zaman, kardeşi, Yusuf ağaya inerdi. Çünkü, diğer kardeşlerinden ziyade, Onunla iyi anlaşırlardı, ayrıca ev yeni ve müsaitti. Ben de Hüseyin amcayı ilk defa orada gürmüş, hali , tavrı, ve davranışından dolayı sevmiştim. Üstelik, ağız ve diş temizliği konusunda da yaptığı hareketle, bana, ömür boyu sürdüreceğim ve dişlerimin çürümesini önleyen bir örnek oluşturmuştu.
Yemeklerden sonra, önüne, üstü kubbe gibi ve delikli bakır bir leğen , su dolu bir ibrik, sabun ve havlu getirilirdi. Ellerini sabunlu su ile, bolca köpürtür, köpüklü parmaklarını ağzına sokar, dişleri ve damaklarını, parmaklarıyla, sağlı, sollu ovardı. Sonra da temiz suyla ağzını çalkalardı.
Hüseyin amca , doğru dürüst yolu olmayan köye, kamyonla gelirdi. Bu biraz da gösteri miydi anlayamazdım? İlk defa kamyon olarak da Onunkini görmüştüm.
Kış mevsiminde geldiği zaman , çiftesini de yanında getirir, birkaç köylü ile birlikte tavşan avına çıkarlardı. Gerçekten de, birkaç tane tavşan avlamış oldukları halde, geri dönerlerdi. Bilhassa karlı havaları tercih ederlerdi. Onlara göre böyle havalarda tavşan avlamak daha kolaydı. Ayrıca, tavşan etinin ekşiliğini gidermek bakımından, onların derisini yüzdükten sonra kar’ın içine yatırarak bir müddet bekletmenin gerekli olduğunu söylerlerdi. Anam, tavşan etini pişirmeden önce, sirkeye de yatırırdı. Herkesin methetmesine rağmen, tavşan etini bir türlü sevememiştim.
Köy muhtarlığı konusunda, O’ da diğerleri gibi, maddi ve manevi yönden, kardeşlerini desteklerdi. Onun sayesinde, iş olanaklarına kavuşan yeğenleri ve bir hayli köy genci de aynı yönde tavır koyarlardı. ( Maddi yönden bu kadar güçlü olan H. Hüseyin amca , daha sonraları, karısı ölüp genç bir kadınla evlenince talihi dönmüş, yaşlılığını yalnız ve bir hayli zaruret içinde geçirmiş olacaktı.)
20.ÜZÜM BAĞLARI
Köyün bağları, genellikle, bir bölgede toplanmıştı . arazi, köyün hemen kuzeyindeki dağ eteklerinde, köye doğru meyilli, güneşe karşı, toprak kumlu, üzüme çok elverişli idi. Ancak, köyün iskân yeri dahil, tarla yapmaya müsait düzlük arazisi çok azdı. Arazinin her tarafı, büyük, küçük taşlarla doluydu. Tarlalar ve bilhassa bağlar yapılırken bu taşlar güçlükle ayıklanır , bir tarafa yığılırdı. Bu taş yığınları sebebiyle, bağ yolları, ancak yüklü bir eşeğin geçebileceği genişlikteydi . İkinci bir eşek, ancak, yolun geniş bir yerinde, öbürünün yanından geçebilirdi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, toprak verimliydi . Bilhassa kumlu toprak yapısı ve dağa yaslanmış, güneye bakan meyilli arazisiyle , bağlar şahane tatta üzüm verirdi.
Omcalar( Üzüm kütükleri), yaprak vermeden, nisan ve mayısın ilk haftasında budanır, toprak da kazılarak havalandırılır, otları ayıklanırdı. Bu işler için, yevmiye ile tutulacak, kadın ve kız ırgatlarla, daha önceden konuşularak, gün tespit edilirdi. .Çünkü, herkesin çalışacağı, iş yapacağı mevsimdi.
Sabah çorbasını herkes kendi evinde içer, toplu halde, köyden bağa, güle, söyleşe gidilirdi. Öğle yemeği hazırlığını mülk sahibi yapar, etli kuru fasulye, pirinç pilavı tercih edilen yemeklerdi ve kap, kaçak götürülerek, yemekler yerinde hazırlanırdı. Ayran, gözleme, höşmerim ekstra yemek ve içeceklerdi. Höşmerim, yeni buzağılamış inek sütüyle yapılan bir nevi tatlı idi ve halam bunu çok güzel yapardı.
İşe başlamadan önce, genç kadın ve kızlar , bir hizaya dizilir, bismillah la işe başlayarak hem çapa sallar, hem de feleğe, kadere kafa tutarcasına, bir ağızdan türkü çığırırlardı. Ayrıca , birbirlerine lâf atarak moral ve güç kazanmaya çalışırlardı. Köye dönüşte ise, bozguna uğramış askerler gibi, yorgun ve argın olurlardı.
Bazen , derin kazılan bağlardan çanak, çömlek, küp gibi şeyler çıkar, bunları görünce merak ederek büyüklere sorardım. “Buralarda , acaba daha önce kimler yaşamış” diye , ama kimse tatmin edici bir cevap veremezdi. Yalnız, köyün bir orman içinde kurulmuş olduğunu atalarından duymuş olduklarını söylerlerdi. Şimdi ise çam ağaçları, kesile, kesile , köyden uzaklaşmış, yüksek dağlarda kalmıştı.
Bağı , bahçesi olanlar için bu işler normaldi. Bağı olmayanlar ise, üzüm yiyebilmek için, Onların inayetine bakardı. Aslında Onlara biraz da mecburen verilirdi; hem komşuluk hatırı vardı, hem de üzümleri satma imkânı azdı. Satmak için ne yol vardı, ne de taşıyacak vasıta.
Bağlarda yetişen üzüm çeşitleri şöyleydi: çavuş, balbal, tokat, kadın parmağı, bunlar daha ziyade yemelik ve kış için hevenk yapılıp saklanacak üzümlerdi. Bir de pekmez yapılan üzümler vardı ki bunlar: değirmenci, yumru kara, hoca asması.
Pekmez yapmak çok zahmetli bir işti. Her şeyden önce, özel pekmez toprağı gerekliydi. Bu toprak 15 km uzaktaki bir yerden getirilirdi. Burada üzümler temmuz sonu- ağustosta olmaya başlar, eylül sonu ve ekim ayı artık toplama ve pekmez yapma zamanıydı. Pekmez yapılacak üzümler, küfelere konur, eşekle , bazen de sırtta köye taşınırdı. Köyün bir kaç yerinde üzüm sıkmak için, ağaçtan uyularak yapılmış oluklar vardı. Üzümler bu oluklara konur, ayakları yıkanmış, genç ve güçlü biri tarafından, çiğnenerek ezilir suyu çıkarılırdı. Buna, şıra denirdi. Şıra kazanlarda toplanır, pekmez toprağı ile bir gece dinlenmeye bırakılır, ertesi gün de , şıra süzülerek, açık bir yerde ki harmanlar en uygun yerlerdi, ateşler yakılarak , bir metre çapında, 25-30cm derinliğinde geniş bir tavaya konur, saatlerce kaynatılırdı. Duruma göre 7-8 tava bir seferde ateş üstünde olur , ocakları yakmak ve idame ettirmek , bayağı insanları uğraştırırdı. Hem çok odun sarf edilir, hem de duman ve sıcak , kadın ve kızlar için çile oluverirdi. Tava ve kazanlar öyle ağır olurdu ki tek insanın kaldırmasına imkân olmazdı. Bu sebeple kazanların halkalarına, uzunca ve sağlam bir sopa geçirmek, ve iki kişi tarafından taşınmak suretiyle, ocaklar üzerine konur, veya bir yerden bir yere taşınırdı.
Günlerce süren sıkıntı ve uğraştan sonra, elde edilen pekmez küplere doldurulur, kış için en yararlı bir gıda olurdu, müşteri bulunursa, bir kısmı da Güdül’de satılırdı . O devirde yurtta, şeker kıtlığı vardı, genellikle şeker yerine de pekmez kullanılırdı . Şeker bulunsa bile fakir- fukaranın satın alması çok zordu.
21. FİLOKSARA
O yaz kir kaç bağda hastalık belirmişti. Omçaların yaprakları , birden sararmış, korukları gelişip, olgunlaşamamıştı. Bağı olan köylüler, endişe ile, ziraat çilere sormak için, Güdül’e , Ayaş’a koşmuşlardı. Götürdükleri numunelerle teşhis konulmuştu. Hastalığın adı Filoksera idi ve bulaşıcıydı. Hiç bir ilaç fayda etmiyordu; omcayı kökünden kurutuyordu. Köylülerin ifadesi ve araştırma neticesi, hastalığın menşei bulunmuştu. Mikrobu, İstanbul’dan gelenler, herhangi bir eşya ile taşımışlardı. Halen İstanbul’da bu hastalık mevcuttu.
Ziraat çilerden öğrendiklerine göre: bu hastalığın yegâne çaresi, omçaları kökünden söküp yakmak, yerine Amerikan çubuğu denen bir üzüm çubuğu ile bağları yenilemekti. Bu cins çubuklar yetiştikten sonra, istenen yerli cinsle aşı yapılacaktı. Amerikan çubuğuna , bu hastalık etkili olamıyordu. Devlet , bu cins çubukları köylüye sağlayacaktı ama ne yazık ki bu uğraş 3-4 sene sürecekti.
22. .KADINLAR ( ÇİLEYE DEVAM )
İlk baharda, bağ budama ve kazma işleri bitince , kadın ve kızları başka bir iş beklerdi. Artık etraf yeşillenmiş hayvanları kıra salıp otlatmak, onların , kış boyunca yiyecekleri otları toplamak zamanı gelmişti. Köyün erkekleri İstanbul’a, kadınları ve kızları haydi iş başına!
Bizim köyün meralarında fazla ot yetişmezdi. Bilhassa yağmurun az yağdığı yıllarda. Bu sebeple, köyün kadın ve kızları, hayvanlarına kışlık ot toplamak için, 15-20 km uzaktaki, köy ve kasabaların meralarına giderlerdi. Bir gün önceden sözleşirler, guruplar halinde, güneş doğmadan yola çıkarlar, mümkün olduğu kadar serinlikte ot toplamak isteseler bile, yine de sıcakta, kan - ter içinde, topladıkları otlar sırtlarında , köye dönerlerdi. Üstelik, bir de getirilen otları kurutup, döverek saman haline getirmek vardı. Kadın ve kızlarımız, çok yetenekli insanlardı. Boş zamanlarında bile, geceleri oturup muhabbet ederken , oya yapar, beş şişle çorap örerek, vakitlerini değerlendirirlerdi. ( Daha sonraki yıllarda, şahit olacağım gibi, Şehir’e göç eden kızlar ve kadınlar, Şehir hayatına en kısa zamanda, uyum sağlamasını bileceklerdi)
Haziran ayı, kiraz ve dut mevsimiydi. Ağaç dallarının en uç noktalarına tırmanıp kiraz ve dut toplamak, benim de sevdiğim görevlerden biriydi. Halamın “düşeceksin” ikazlarına aldırmaksızın, sincap gibi, bir daldan, diğerine zahmetsizce tırmanırdım. (sonraki yıllarda,, kaybettiğim gençliğimi ararken, şu dizelerle, duygularımı ifadeye çalışmıştımJ
“ Mevsimler, hiç , birbirine uyar mı?
Gençliğime seslensem, acep duyar mı?
Özlemim hep, ilk bahara, yazıma;
Duygularım hüzün verir içli sazıma.
Nerede benim gücüm, nerede benim kudretim?
Niçin kaybettim bilmem ki, gençlik denen servetim;
En ince dallara tırmanır, kiraz toplardım,
Tarlalarda koşar, yaylalarda, davarlarla hoplardım.
Saçlarım siyahlansa, gençliğim geri gelse!
Başımda esse kavak yeli, velev ki deli dense,
Gözlerim baksa ileri, hayallerim pembe olsa;
Kararan dünyam, aydınlansa, ışıklarla, birden dolsa!”
Yine haziran ayında, kışa hazırlık olarak, bağlardan, yaprak toplamak mutat işlerdendi. Bu da ayrı bir marifet isterdi. Hangi cins kütükte ince ve yırtmaçsız yaprak bulunur bilmek gerekiyordu. Toplanan yaprakları, tuzlu suda haşlayıp bir nevi salamura yaparak, küplerde muhafaza etmek, beceri ve epey yorulmayı
Temmuz ve Ağustos ayları da, kadın ve kızlar için, güneş altında kavrulma mevsimiydi. Birkaç erkek ve çocuk müstesna, bütün işler Onlara bakıyordu. Zaten bu mevsimde, herkes, işinde gücünde olur, köy odasının önü , sanki terk edilmiş gibi bomboş kalırdı.
Artık ekinler sararmış, başaklar olgunluğa erişmiştir. Bu sefer, her şeye rağmen, ekinleri biçmeye başlayan kadın ve kızların ağızlarında çığrılan türküler , ellerde oraklar konuşurdu. Kızgın güneş altında, ancak öğleyin, bir, iki lokma yemek için, çalışmaya ara verilirdi. Bir gölge bile bulmak zordu ; her nedense, tarlalarda nadiren ağaç bulunurdu. Bunlar da armut, üvez, meşe ağacı ve onun üzerine sarılan üzüm asmasıydı. Ekinler biçilir, demet yapılır, demetler de üst, üste ve başakları iç tarafa gelecek şekilde yığılır, tınaz yapılırdı. Böylelikle, yalnız sapları dışarıda kalan başaklar, hayvanlara ve bazı tabiat hadiselerine karşı korunmuş olurdu. Bu sefer de, köydeki harmanlara taşıma çilesi başlardı. Bu da genellikle eşekle veya kadın ve kızların sırtında yapılırdı. Yollar müsait olmadığından ne kağnı vardı, taşımak için ne de başka bir şey.
Herkesin harman yeri yoktu; olanlarla anlaşmalı kullanılırdı. Tarlası, dolayısıyla ekini olanın, bazen, düven sürecek, öküzü, eşeği olmayabiliyordu. Bunun da çaresi köylünün anlayışı ve yardımlaşmasıydı. Bu işler, kara sabanla tarla sürmekten, ekin ekmekten daha da zordu.
Benim gibi çocukların yapacağı iş, düven sürmekti. Bu görev, serinlikte zevkli, güneş tepemizi yakmaya başladığı zamansa çok, çok zordu. Hele bir de , düvene koşulan öküzler huysuzluk yaparsa, daha da zorlaşırdı. Bazen, öküzler, çocuk ve güçsüz olduğumuzu anlamış gibi, düveni de bizi de sürükleyerek, harmanın dışına doğru başını alıp giderdi. O zaman bir büyüğün müdahalesi gerekiyordu.
Düven işi bitince, sıra, harmanı savurmaya gelirdi. Tane ve samanı birbirinden ayırmak ancak bu suretle mümkündü. Ancak bu iş rüzgara bağlıydı. Eğer kafi şiddette rüzgar yoksa, beklemek icap ediyor ve tanrıya dua etmekten başka çare bulunmuyordu. Neyse ki bizim köyün (Yelli) adından da anlaşılacağı gibi, rüzgar yönünden, diğer komşu köylere nazaran şanlıydı.