28..BİR  İYİ  NİYET  ÖYKÜSÜ
 Şehirde  yerleşip  de bayramlarda   köye  gelenlerden  biri  de,  H.  Avni  beydi.  Onun  köyde  kardeşi,  Benden  büyük  ve  ben  yaşta  yeğenleri  vardı.  Bir  seferinde   köy  çocukları  oynasınlar  diye  bir  futbol  topu  getirmişti.  İlk  defa,  futbol  topu  görüyorduk . İnsiyaki  olarak  ,  ayaklarımız  topla  buluşmuştu.  Ama  oyun  hakkında  bilgi  sahibi  değildik.  Avni  bey,  üşenmemiş,  bize  takım  teşkili  ve  oyun  kaidelerini  ,  basit  olarak  öğretmişti.
 Avni  bey  yüzbaşı  mütekaidiydi  . Osmanlı  ordusuna  ne  zaman  girmiş,  hangi  harplere  katılmış,  nasıl  yüzbaşı  rütbesi  almış,  ne  zaman  tekaüt  olmuş  pek  bilen ,  merak  da  eden  yoktu.  Onu  tanıdığımda,  altmış  küsur  yaşındaydı.  Acem  bir  karısı  vardı,  çocukları  yoktu.   İstanbul’da,   Büyük  Adada  yaşıyordu;  orada  köşkleri  vardı;  Yürük  Ali  plajının   sahibi  miydi?  Yoksa  işleticisi  miydi?    Ama  hayli  zengindi.  Varlığını,  kardeşi  veya  yeğenlerine  bırakmak  istemiyordu.  Yusuf  Ağa  ve  anneme ,  Onlardan  daha  yakın  davranıyordu. Süt ,  yoğurt,  tereyağı,  yumurta  gibi  bazı  ihtiyaçlarını,  benim  vasıtamla,  amcama,  veya  anneme  iletiyor,  Onlar  da  temin  ediyorlardı.  Böylece  aramızda  bir  yakınlık  doğmuştu.  Babamı  da  çok  iyi  tanıdığını,  hatta  ,  beraber  çekilmiş  fotoğrafları  olduğunu  söylüyordu.  Annemden,  beni  evlatlık  olarak  istemiş,  fakat  annem  razı  olmamıştı.
 Avni  beyin  kafasında  büyük  projeler  vardı.  Köy  odası  önünde  otururken,  bunları,  köylülere,  birer ,  birer  anlatırdı.
*  -Köye  elektrik  getirecekti
* -köye    sanat    okulu  yaptıracaktı.
* -Elektrikle  çalışan  değirmen  yaptırmayı  düşünüyordu.
 Köylülerin  buğdaylarını  öğütmek   için,  uzaklardaki  değirmenlere  giderek,  oralarda  sıra  beklerken  nasıl  sıkıntı  çektiklerini  biliyordu.
 - Çamaşırhane  inşa  ettirecekti.  Çamaşır  makineleri  getirtecek,  borularla  akar  su  temin  ederek,  Kadınları,  karda ,  kışta  dereye  gitmekten  kurtaracaktı.
Bir  sağlık  ocağı  inşa  ettirmeyi  düşünüyordu. İnsanlar  hasta  oluyor,  en  basit  hastalık  için  uzak  yerlere  gitmek  mecburiyetinde  kalıyorlardı.  Hele  çocuk  doğumlarında,  pek  çok  anne  adayı,  hayatını  kaybediyordu.  Mecburen,  ebemin  vaktiyle  yaptığı  gibi,  köyün  yaşlı  kadınları,  ebelik  görevi  yapıyorlardı.  Bu  ise  bazen  tehlikeli  oluyordu.  Bu  sebeple  sağlık  ocağında  ,  hemşire  ile  beraber,  bir  de  ,  diplomalı  ebe  bulunmalıydı. Bunun  için ,  Onlara  lojman  gibi  kullanacakları  bir  ev  yaptırmayı  düşünüyordu. Bunlar  aynı  zamanda,  diğer  köylere  de  hizmet  verebileceklerdi. Anlaşmalı  bir  doktor  da,  muayyen  zamanlarda,  köye  gelir,  giderdi. Hemşire  ve  ebe  işini  istediği  zaman  sağlayabilirdi., Çünkü,   Ankara   valisi  dahil,  bazı  nüfuzlu  bürokratları  tanıyordu.  Hatta ,  Bunlar  içinde  dostları  da  vardı.
• -Köy  odasının  önüne  ,  içinde  havuzu  olan,  bir  park  yaptırmalı,  çiçekler,  gül  ağaçları,  çamlar  dikilmeliydi.  Hatta,  parkın  uygun  bir  yerine,  bir  kaide  üzerine,    ATATÜRK’ÜN  bir  büstü  dikilmeliydi. 
 Böyle  konuşmalara,  iki  kurban  bayramında  da  şahit  olmuştum.  Daha doğrusu,  çocuk  olarak  dinleme  imkânı  bulmuştum  ve  hafızamda  yer  etmişti.  (Yazık  ki  ,  benim  Avni  beyi  son  görüşüm  olacaktı.  Daha  sonraki  yıllarda  Avni  Beyin  projeleri,  birer ,  birer  tahakkuk  edecek,  civar  köylere  nazaran,  bizim  köy,  Onun  sayesinde,  elektriğe,  çok  erken  kavuşacaktı.  Ama  tahakkuk  eden  projeler,  bir  ihmal  yüzünden,  köy  tüzel  kişiliğinin  mülkiyetine  geçemeyecekti.  Çünkü,  köyü  için,  daha  büyük  projeleri  olan  Avni  Bey,,  aniden  hastalanıp  ölüverecekti.  Varisi  olan  yeğenleri,  köylü  ile  anlaşmazlığa  düşünce,  yapılanlar  ,  köylünün  istifadesine  verilmeyecek,  çürümeye  terk  edilecekti.  (Bu  arada ,  aslı,  astarı  olmasa  da,  köye  daha  fazla  yatırım  yapmasını  önlemek  maksadıyla,  karısı  da  ölen,  Avni  Beyin,   yeğenleri  tarafından  zehirlendiği,  dedikodusu,  köylüler  arasında  yayıldıkça,  yayılacaktı.)
                 29...KÜÇÜK  SIĞIRTMAÇ
 İkinci  sınıf  sona  erdiğinde,  neredeyse  yaz  gelmişti. İlk  bahar  gelip,  kırlarda  yeşillikler  başlayınca,  gebe  inekler  hariç,  bütün  sığırlar  yayılmak   için, kırlara  götürülürdü.  Sabahın  köründe,  hayvanlar  belirli  bir  istikamette  toplanır, sıra  ile  her  aileden  bir  kişi,  sürüyü  önüne  katarak  otlatmaya  götürürdü.  En  uygun  otlak  yeri  ise,  küçük  ve  büyük  yayla  dediğimiz  yerlerdi.  Buraları  da  köyden  epey  uzaktı.  Hayvanlar,  gidecekleri  yerleri  genellikle  bilirlerdi.  Bu  mevsimde  oralarda,  çeşitli  otlar  ve çimenler  hayvanları  beslemeye  uygundu.  Patika  yollarla,  ancak  oralara  ulaşmak  mümkündü.  Hayvanlar,  oralarda,  geniş  bir  sahaya   yayılarak  otlarlardı.  Onlara  nezaret  etmek,  bazen  zevkli,  bazen  üzücü  olurdu., Kene  ve  bilhassa   ,güvem    dediğimiz,  mavi  renkli  iri  bir  sinek  hayvanlara  musallat  olduğunda,  deli  gibi,  sağa sola  koşarlardı.  Böyle  durumlarda müdahale  edilmezse,  başını  alıp  nerelere  gideceği  bilinmezdi.
 Öğleye  doğru,  hayvanlar,  kendiliklerinden,  büyük  yayladaki  göle  doğru  yönelirler,  gölden  kana,  kana  su  içtikten  sonra,  yeşil  çimenlerin  üzerine  yatarak,  akşam   serinliğine  kadar  geviş  getirirlerdi.  Onları  güdenin  en  rahat  zamanı,  bu  süreçti.  Çamların  gölgesine  oturur,  odun  kesmeye  gelip   de,  istirahata  çekilen  köylülerle  muhabbete  dalarlardı.  Ben  de  böyle  zevkleri  az  da  olsa  tadanlardandım.  Göle  girip   suda  serinlemek,  veya  çam  ağaçlarının   gölgesine  uzanıp,  çam  ağaçlarının  rüzgarla  uğuldayan  sesini  dinlemek  insana  huzur  veriyordu.,  bir  dilim  yavan  ekmek,  bir  baş  soğan,  bazen  baklava  yerine  geçerdi.  Hele  bir  de,  yeni  kesilmiş   çam  ağacının  kabuğunun  içinden  YALAMUK  yenirse  dadına  doyum  olmazdı.
 Kısa  bir  süre  de  olsa,  çamların  gölgesine  uzanıp,  karabatakların  göle  dalışlarını,  turnaların  diziler  halinde,  yaylanın  yükseklerinden  geçişlerini  gözler,  büyük  bir  zevk  duyardım.
 “Turnalar  uçun,  yayladan  geçin,  yarimi  seçin “  diye  türkü  çığırarak  sanki  meçhul  sevgiliye     selam  yollardım.
 Bu  gibi  zevkli  geçen  günlerimize,  Mevlüt  aga’nın  kavalıyla  çıkardığı  nağmeler  eşlik  ederse,  neşemiz  veya  hüznümüz  bir  kat  artardı.  Yusuf  ağanın  (  ana  bir  baba  ayrı)  kardeşi   Mevlüt  aga  çok  güzel  kaval  çalardı.  Kavalıyla   o    kadar    güzel  ve  yanık  nağmeler  çıkarırdı  ki,  değil  insanlar,  susuz  kara  koyun  bile  etkilenir,  göle  vardığı  halde,  su    içmeden  geri  dönerdi.
 Böyle  sığırtmaçlık  yaptığım  günlerde,  çamların  altında,  büyüklerin  muhabbetini  dinliye,  dinliye,  bir şeyler  öğrenmeye  başlamıştım . Onlara  bakarak,  dinleyerek  faydalı  şeyler   öğrendiğimiz  gibi,  sigara  içmek    gibi  kötü  alışkanlıklar  da  edindiğimiz  olurdu.  Pek  çok   çocuk  sigara  içmeyi,  küfür  etmeyi,  Onlardan  öğrenmekte  idi.
 Etem  amca  da  bilhassa  böyle  istirahat  zamanlarında,  sigara  tabakasını  çıkarır,  tütünü,  itina  ile  sigara  kağıdının  arasına  koyup  sararak,  kendi  sigara  imalatını  tamamlardı.  Sıra  yakmaya  gelince;  kav  ve  çakmak  taşını,  küçük    meşin  keseden  çıkarıp,  taşları  birbirine  vurur,  çıkan  kıvılcımdan  önce  kavı   tutuşturur,  sonra  da  sigarasını  yakardı.  Zevkle  bir,  iki  nefes  çektikten  sonra,
 --yeğenim!  Sen  de  yak  bir  sigara,  derdi. “ İçmem  Etem  amca “ dedikçe,  O  ısrar  ederdi.  Bir  defasında  teklifini  kıramayıp  kabul  etmiştim.  Gülerek  ve  zevk  duyarak,  benim  için  de  bir  tane  hazırlayıp,  yakmıştı.  Bir,  iki  nefes  çekmemle   öksürerek,  sigarayı  yere  atmam  bir  olmuştu.  İşte    sigara ile  ilk  ve  son  tanışmam  böyle  olmuştu.
 Etem  amca ,  babamı  çok  iyi  tanıyordu;  ben  yaşta  bir  oğlu  vardı,  İbrahim  Onunla  arkadaş  olmamızı  ister,  yaylada  ikimizi  güreştirir,  nasıl  güreş  tutulacağı  hakkında  taktikler  verirdi. Gerçekten,  İbrahim’ le  iyi  arkadaş  olmuştuk  ve  dağa  odun  kesmeye  ,  zaman,  zaman  beraber  gider,  birbirimizden  kuvvet  alırdık.
        Etem  amca,  İstiklâl   savaşında  asker  olduğundan,  ATATÜRK’ÜN  muhafızları  mey anında  bulunduğundan  bahsederdi.  ATATÜRK ,  Ankara’ya  geldikten  sonra,  gönüllü  olarak ,  Onun  muhafızlarından  olmayı  istemişti,  okuması,  yazması  yoktu,  fakat  cesur  ve  yürekli  bir  Anadolu   insanıydı.  Anlatırken  gurur  duyduğu  belliydi.  Asker  kaçakları  ve  isyancılar  birleşerek, Ankara’ya  doğru  yürüyüşe  geçmişler,  Atatürk’ü  bertaraf  etmek  veya  öldürmek  istemişlerdi.  Etem  amca  ve  arkadaşları,  direktifi  alır,  almaz,  silahlanıp,  Onların  karşısına  geçerek,  kısa  da  olsa  bir  çatışmaya  dahi  girmişlerdi.  Netice  de  isyancılar  kaçmak  mecburiyetinde  kalmışlardı.  Etem  amca,  cumhuriyetin  ilanına  kadar,  ATATÜRK’ÜN  muhafızları  arasında  bulunmuştu.
 30..DOĞANIN  GAZABI
   Yine   böyle  sığır  gütmeye   gittiğim  bir  gündü.  Hayvanları,  büyük  yaylaya  kadar  otlatarak   götürmüştüm.  Öğle  üstü  hayvanlar  göle  kadar  gittiler,  sularını  içtiler  ve  yatıp  geviş  getirmeye  başladılar.  Ben ,  çamların  altındaki  yaşlı  köylülerin  yanına  gidip  oturmuştum.  Aniden  hava  değişmeye  başladı.   Yaşlılar,  bu  durumu  görünce,  erken  olmasına  rağmen,  hayvanları  köye  götürmemi  söylediler.  Ben  de  denileni  yaptım,  sığırları  önüme  katarak,  köyün  yolunu  tuttum  .  Zaten,  hayvanlarda  da  bir  anda  huysuzluk,  bir  böğürmedir   başlamıştı.  Yarı  yola  gelmiştik  ki,  aniden,   bir  fırtına  koptu,  toz,  toprak  birbirine  karıştı,  gök  yüzü  karardı,  göz  gözü  görmez  oldu,  sanki  gece  olmuştu;  ne  önümü  görebiliyordum,  ne  de  arkamı.  Fırtına  beni  alıp  sürükleyecek  gibiydi.  Sığırların  böğürmeleri  de  artmıştı,  aklıma  korku  masalları  geldi.  Önümü  göremez  olunca,  insiyaki  olarak,  önümdeki  ineğin  kuyruğuna  yapıştım. Başka  bir  zaman  olsa ,  inekler,  böyle  tutunmalara  ,  asla  müsaade  etmezlerdi.  Ne  de  olsa,  onlar  yolu  görüyor  gibi,  yavaş,  yavaş  ilerliyorlardı.  Ben  de  ,  ayağımı  sürükleye,  sürükleye  ineği  takip  ediyordum.  Allah tan,  düz  yola  inmiştik  de  ayağım  taşlara  takılmıyordu.  Bu  cehennem  havası  ne  kadar  sürdü,  hatırlayamıyordum. Soğuk  Pınarın  oraya  geldiğimi,  hafif  bir  aydınlık  belirince,  anlamıştım.  Zor  da  olsa ,  artık ,  önümü  görebiliyordum  ve  köye  de 100-200mt  mesafe  kalmıştı.  Pınarı  önüne  vardığımda,  annemi,  pencerede  beni  bekler  buldum.  Beni  çok  merak  etmişti,  çünkü,  kulağına,  devamlı  olarak,  bir  ağlama  sesi  gelmişti.  Beni  ağlıyor  zannederek,  merak  etmiş  ve  üzülmüştü.  Sesin  sebebi  ise,  sonradan  anlaşılmıştı.  Ağaç  direkler  arasında  gerili  olan,  telefon  telleri,  fırtınanın  şiddetinden,  acayip  sesler  çıkarır  olmuştu.  Neyse  ki     bu  kıyamet  gününe  rağmen   sığırlardan,  hiç  telef  olan  yoktu  ve  köylüden  de  bir  şikayet  gelmemişti.
                31.. İLK  UYANIŞ
 Bazen ,  ilk  baharda,  kızlı,  erkekli ,  karaçalıya  eşek  otlatmaya  giderdik. “ Karaçalı”  dediğimiz  yer,  pek  yüksek  olmayan  bir  dağın,  köye  bakan  tarafıydı. Gerçekten,  burada,  yalnızca  çalılar  hayatlarını  idame  ettirebilmiş,  bir  kaç  çam  müstesna,  diğer  tür  ağaçlar  yok  olmuştu.  Bu  yamaçlarda  daha  ziyade  keçi  otlattırılırdı.  Zaten,  işe  yarar  ağaçların  kökünü  kazıyan  da  onlardı.  Karaçalı  dediğimiz  bu  geniş  yamaca,  kuzeyden  güneye uzanan  dereden  geçilerek  varılırdı.  Dere ,  kışın  dağlardan  gelen  sellerle  coşar  ve  kabarır,  yazın  ise,  belli ,  belirsiz  akardı.  Derenin  köy  tarafındaki  kıyısında,  dar  da  olsa,  bahçeler,  meyve  ağaçları  ve  dutluklar  vardı. Dere  kenarında  ,  bizim  de   yerimiz vardı . Komşu  bahçeyle  sınır  teşkil  eden   kavak  ağaçlarını,  Rahmetli,  Yusuf  ağabeyimin  diktiği  söylenirdi. Bu  kavak  ağaçları,  sanki  Onun  hatırasını  yaşatırcasına,  göğe  doğru  boy  atmışlardı.(sonraki  yıllarda  ise,  caminin  yenilenmesinde  kullanılacak,  kendisi  hayır  dua  ile  anılacaktı)
 Karaçalıya,  böyle ,  grup  halinde  eşek  gütmeye  giderken,  çıkınımızda  ,  yavan  da  olsa  ekmek  bulunur;  ona,  bahçeden  topladığımız,  soğanı,  dutu,  cevizi    katık  yapardık.
 Hayvanlar  otlarken,   biz  çocuklar,  yakınlık  duyduğumuzla,  bir  tarafa  çekilir  sohbet  ederdik.  İki  kız kardeşten  büyüğü  ile  aramız  çok  iyi  idi.  O  kadar  ki,  başımı  dizlerinin  üstüne  koyar,  hem  konuşur,  hem  de  saçlarımın  arasından,  bitlerimi  ayıklardı.  İşte  o  zaman,  içimde  Ayşe’ye  karşı  garip  hisler  duyardım .    O  devirde,  büyük  olsun,  küçük  olsun,   insanların   başında  ve  giysilerinde  bit  bulunması,  her  zaman  için  muhtemeldi.  Çünkü,  köy  yerinde ,  sabun  bulmak  veya   satın  almak  çok  zordu.  Suyun,  bizatihi,  temizleme  gücü  olsa  da,  köy  yerinde,  onu  da  bulmak,  taşımak,  kullanmak  eziyetti.
 Bu  aralar ,  yavaş,  yavaş  kızlara  ilgi  duymaya  başlamıştım.  Ama  benim  için,  daha  o  yaşta,  yüz  güzelliği,  bilhassa,  gözler  çok  önemliydi.    Gözlerin  rengi  açık  olmalıydı,  tercihim  yeşildi.   Göğüs  ve  bacaklar,  o  sıralarda  hiç  aklıma  gelmezdi. Çünkü,  köyümüzün   kadın  ve  kızlarına  ait  kıyafetler,  göğüs  ve  bacakların  görünmesine,  hatta,  belli  olmasına  imkan  vermezdi.
( Zorlu Dönemeçler-1-b1-28-31 başlıklı yazı coni tarafından 23.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu