32. KADIN  KIYAFETLERİ

 

Kadınların  bedenlerine  giydikleri  giysiler,  kat,  kattı. Tenlerine  ilk  giyilen,  omuzlardan,  topuklarına  kadar  uzanan,  ve  patiskadan  yapılan    giysiye   gömlek  denirdi.  Belden  aşağı,  topuklarına  kadar  uzanan  donlarının  paçaları  geniş  olur   ve  renkli  basmalardan,   yabanlık  için  de    renkli  ipekli  kumaşlardan  yapılırdı.   Tene  giyilen  beyaz  renkli  gömleğin   üstüne  ,  başka  bir  giysi,  Onun  üstüne  de  düğün,  dernek-- zamanlarında, durumuna  göre,  renkli  ve  süslü  entariler  giyerlerdi.  Bu  entarilerin  boyu,  kadın  donlarının  renkli  paçalarını  örtmeyecek  uzunlukta  olurdu.  Entariler  muhakkak  astarlı  yapılır  ve  yaka  ve  ön  tarafları   bazen    genç  kızlar  tarafından   sim  ve  ipek  ipliklerle  işlenirdi.  Entarilerin  biçki  ve  dikişleri ,    anam  gibi  el fazı  düzgün  köy   kadınları  tarafından  dikilirdi.  Hatta,  anam  ve   ebem ,  gelinlik   kızların  çeyizleri  için,  sevabına  yorganlarını   elde  dikiverirlerdi.   Entarilerin  üzerine,  kumaştan  yapılmış  kuşak  bağlanırdı.  Ama    bayram  ve  düğünlerde   giyilen  entarilerin  üzerine,  zenginlik  durumuna  göre,  gümüş    veya    parlak  madenî  kemerler  kuşanılırdı. Bu  kat   ve  kat  giysiler,  aslında,  kadın  ve  kızların , hareket  kabiliyetini  sınırlıyordu.  Tarlada,  bağda  çalışırken  bile  buna  yakın  kıyafetler  giyerlerdi.   Dolayısıyla,  ne  göğüsleri   belli  olurdu,  ne  de  bacakları  görülürdü.   Başlarına  yemeninin  altına,  fes  gibi  bir  şey  giyerler,  feslerin  üstünde  madeni,  düz  tepelikler  bulunurdu.  Bu  tepelikler,  genellikle  gümüşten  veya  parlak  madenden    olurdu.  Kadın  ve  kızların  saçları,  genellikle ,  uzun  ve  örgülü  olduğundan,   çemberleri  ( baş  örtüsü )  dışına  uzanır,  rengi  görülebilirdi.   Yabancı  bir  erkek  gördükleri  zaman ,  bilhassa  pınardan  su  taşırken,  çemberlerinin  uçlarını  ,  burunları  üzerine   getirerek    kolayca   yaşmak   yapıverirlerdi.  Ayrıca  soğuk  havalarda,  baş  ve  sırtlarını   örtecek  şekilde  bir  de  atkı  kullanırlardı.

  Şehirde   yerleşip  de  Bayram  ve  düğünler    sebebiyle      köye   gelen  kadın  ve  kızların  kıyafetleri  farklılık   gösteriyordu;  Çocuk  olarak,  bizler,  köy  kadınlarının  kıyafetlerinin  değişmesini  isterdik  ve  arkadaşlarla,  olur   mu?  Olmaz  mı?  Diye  söyleşirdik .   (Şehirden  gelen  hemcinslerinin    kıyafetleri  nazarı  itibara    alınmak  suretiyle,  bizim  köye  özel  olan  bu  kadın  kıyafetleri    değişecek,  fakat  oldukça,  uzun  zaman  alacaktı.)

                33.  İLK  GÖZ  AĞRISI

 

Artık  üçüncü  sınıfa  gidiyorduk ;  Eylül  ayı  idi.  Okul  açılalı  iki  hafta  olmuştu.  Öğretmenimiz  H.  Kaya,

-  size  iyi  bir  haberim  var,  dedi.  Merak  etmekle  beraber,  nedir  diye  kimse  bir şey  sormadı,  yüzüne  öylece  bakıyorduk.  Sonra  kendisi  devam  etti.

-Habipler  köyünü,  kardeş  köy,  okulunu  kardeş  okul  seçtik.  Köyün  öğretmenine  mektup  yazmıştım,  O’ da  kabul  etti.  Hepimiz,  kızlar  hariç,  Cumartesi  günü,  erkenden  yola  çıkıp,  oraya  gideceğiz.  Bildiğiniz  gibi,  her  talebenin  bir  numarası  var,   numaranın  karşılığı ,  orada  hangi  talebeye  ait   ise,  onun   arkadaşı  olacak,  Onun  evinde  bir  gece  misafir  kalacak,  ertesi  günü,  yani  Pazar  günü  de  geri  döneceğiz ..

Öğretmen, ,  seçilen  kardeş  köyü  göstermek  için   bizi  okulun  bahçesine çıkardı.  Köy  uzaktan    görülüyordu.  Komşu  Keşanuz  köyünün çukurluğu  ve  yemyeşil  akan  çayından  sonra,  arazinin  yapısı,  birdenbire  yükseliyor,  geniş  bir  plato  halini  alıyordu. Dolayısıyla, Keşanuz’a  göre  yüksek  olan   Habipler  bizim  köyün  seviyesinde  bulunuyordu.  Bu  sebeple  de  orası,  bizim  köyden  görülebiliyordu. Öğretmen  sözlerine  devam  ederek;

-Köy  odasında,  köyün  ileri  gelenleriyle  konuştuk.  Onlar  kabul  ettiler,  ama, yine  de  her  talebe,  ailesine  haber  versin,  yarın  erkenden  yola  çıkacağız,  ancak  öğle  namazından  evvel  oraya  vasıl  olabiliriz,  dedi

Biz  çocuklar  bu  habere  çok  sevinmiştik.   Tanımadığımız  bir  köy   görecek,  tanımadığımız  talebelerle  tanışacaktık.  Yine  de  öğretmene  sormadan  edememiştim”-Öğretmenim!  Oradaki  arkadaşlar  da  bizim  köyü  ziyaret  edecekler  mi?  Kız  arkadaşlarımız,  bizimle  neden  gelmiyorlar?  Öğretmen  de  cevabında  şöyle  demişti 

-Kardeş  köyün  talebeleri,  gelecek  sene,  nisan  ayında  ,  bizi  ziyarete  gelecekler;  kız  arkadaşlarınızı  götürmüyoruz,   çünkü,  uzun  yolu  kat etmekte  belki  zorluk  çekerler.  Belki  de  bizim  yürüyüşümüzü  yavaşlatırlar.  Bu  konuyu,  köy  odasında  konuştuk  ve  böyle  bir  karara  vardık.  Ama  kardeş  köy  çocukları,  mesafeyi  göze  alırlarsa,  kızlı,  erkekli  gelebilirler.

Ertesi  günü,  erkenden,  aşağı  harmanlarda  toplandık.  Öğretmen  önde,  biz  arkada,  yola  koyulduk.  Yolun  taşlı,    topraklı  olması  ve  mesafenin  uzaklığı,  büyük  çocuklar  için  fazla  problem  yaratmıyordu;  ama   bizler,  Keşanuz  çayını  geçip  yol  yokuşa  vurunca  yavaşlamaya  başladık.  Ayrıca  küçük,  küçük  taşlar  ayaklarımıza  batıyordu. Kiminin  ayağında  çarık  vardı;  ben  dahil, kimi  de  yanıl ayaktı.  O  mesafeye  kadar  fazla  sorun  çıkmamıştı.

Yol  biraz  genişleyince,  öğretmen,  bizi  toplayıp   sıraya  sokuyor,  hep  bir  ağızdan,  marş  söyletiyordu. “Çıktık  açık  alınla,  on  yılda  her  savaştan........”  Biz  marş  söyleyerek  yürürken,   tarlalarda  çalışan  köylüler  de,  bize  hayret  ve  biraz  da  merakla  bakıyorlardı.   Herhalde ,  ilk  defa ,  böyle  toplu  yürüyüş  görüyorlardı.

Bir  kuyu  başına  gelince,  bir  ağacın  gölgesine   oturarak,  mola  verdik.  Genellikle,  köyler  ve  köylerle  kasabalar  arasında  böyle  kuyulara  rastlanırdı.  Bu  kuyuları  hayır  sahipleri  kazdırır,  temmuz  ve  ağustos  sıcağında,  uzun  mesafe  kat  eden  ve  susuzluktan  yanan  insanlar,  bunlardan ,  buz  gibi  su  içerek,  hayır  dua  ederlerdi.  Onlar  için  bu  kuyular,  büyük  bir  nimetti.  Biz  de    buz  gibi  suyu  içerek,  hayır  dua  etmiştik.

Köye  yaklaşırken,  ezan  sesini  duymuştuk;  köy  odasının  önüne  vardığımızda,  köy  öğretmeni,  köy  çocukları  ve  bir  kaç  köylü  bizi  karşıladı.  Öğretmenler,  aralarında  hoş - beşten  sonra,  bize  öğle  yemeği  olarak,  gözleme  ve  ayran  ikram etmişlerdi.  Bilahare,  köyün  dışında  olan  okula  götürdüler.  Okulun  bahçesine,  meyve  ağaçları  ve  çiçekler  dikmişlerdi.  Bir  kısmının  üzerinde ,  hâla ,  çiçekler  vardı.  Okulları  da  bizimkinden  büyük  ve  bakımlıydı.  Merdivenlerden  çıkarak,  büyük  bir  sınıfa  girdik. Sıralara  ,  kardeş  talebelerle ,  sıkışarak  oturduk.

Köy  öğretmeni,  kara  tahtanın  önüne  geçerek,  bizlere.

-Sizleri,  kardeş  köyün  çocukları  olarak,  aramızda  görmekten  sevinçliyiz,  tekrar,  hoş  geldiniz  diyorum.  Şimdi  numara  sırasına  göre,  bizim  çocukları,  birer,  birer  buraya  çağıracağım.  Onlar  kendilerini,  sizlere  tanıtacaklar,  sonra,  aynı  numaraya  sahip  kardeş  köyün  çocuğu  buraya  gelecek,  O  da  kendini  tanıtacak,  aynı  numaraya  sahip  iki  talebe,  tanışma  işi  tamamlanıncaya  kadar  sınıfta  kalacak,  bilahare  ev  sahibi  talebe,  misafirine,  köyümüzü  tanıtacak  ve  evinde  bu  akşam  misafir  edecektir.  Yarın  da ,  yani  Pazar  günü,  misafirleri,  köyümüzden  yolcu  etmiş  olacağız,  dedi.  Artık    numaraları   okuyup,  talebeleri  çağırmaya sıra  gelmişti.

“Bir----,  iki----,  üç---,  numaralar  okunuyor,  eşleşenler,  gülerek  el  sıkışıyor,  sıralarda ,  yan yana  oturabilmek  için  boş  yer  arıyorlardı.

Öğretmen, “ beş  numara    diye  seslenince,    güzel  bir  kız  ayağa  kalkmasın  mı!   Ben  de  biraz  heyecanlı,  biraz  utangaç,  ayağa  kalktım; Ona  doğru  yürüdüm,  önce  O  elini  uzattı,  tokalaştık, ( Öğretmen  tembih  etmeseydi  belki  tokalaşma  olmayacaktı)  Kendimizi  tanıttık   ve  sonra  ,  bir  sıra  bulup,  yan yana  oturduk.  Sanki,  herkesin  gözü,  ikimizin  üzerindeymiş  gibi  hissettim.  Kızın  da  yüzü  kızarmış  gibiydi,  ama  benden  daha  rahat  hareket  ediyordu.  İsmi,  Halime  idi.  Üzerinde,  renkli  basmadan,  bir  entari  vardı.   Bizim  köyün  kıyafetlerinden  farklıydı.  Ayaklarında  lastik  pabuçlar,  başında  da  renkli  bir  yemeni,  baş  örtüsü  vardı.  Baş  örtüsünün  altından,  omuzlarına doğru,  örgülü ,  sarı  saçları  uzanıyordu.

Okuldan  çıkıp,  yan  yana  yürürken,  görebildiklerim,  bunlardı. O ,  köyü  hakkında  bilgi  veriyordu,  ama  ben  etraftan  ziyade  kıza  bakıyordum.  Bir  ara,  kendimi  toplayarak,  acaba  ben  ne  söylemeliyim  diye  düşündüm  ve  bir  anda:

-Köyünüz,  okulunuz  güzelmiş,  sen  de  güzelmişsin!  deyiverdim  ve  hemen  kızardığımı  hissettim,.  Yüzüne  bakınca,  Onun  da  kızardığını  ve  başını  önüne  eğdiğini  gördüm.

-Haydi !  bize  gidelim ,  diyerek,  uzaktan  evlerini  gösterdi. Evin  çatısı  kiremitli  idi. Anlaşılan,  yeni  tiplerdendi.  Evin  önüne  geldiğimizde “  ana “ diye   seslendi.  Ses  veren  olmayınca,  kapıyı  iterek,  açtı. “ Az  bekle”  diyerek,  bir  ibrik  ve   havlu  ile  geldi.   “ayağını  yıkayalım “ deyince;  yalın  ayak  olduğumu  hatırladım  ve  pis,  topraklı  ayakla  ,içeriye  girilmeyeceğini  anlamış  oldum.  Ayağımı  ve  yüzümü  yıkadıktan  sonra  biraz,  ferahladım. İçeriye  girip  de  anasını  göremeyince.

-Galiba,  anam  su  getirmeye  gitmiş ,  dedi.  Her  köyde  olduğu gibi,  anlaşılan ,  bu  köyde  de   su  sorunu  vardı. Evleri  iki  katlıydı,  bir  merdivenle  ikinci  kata  çıkılıyordu. Konuşmuş  olmak için,

  -Bizim  köyde,  evlerin  zemini ,  genellikle,  hayvanlar  için,  ahır  olarak   ayrılır,  sizinki  nerede?  Dedim. İlk  defa  gözlerimin  içine  bakarak,

-Bizim  ahır  ,  evimizin  arkasında,  ayrı  bir  bölmede,  dedi.  Bu  defa,  yemyeşil,  iri  gözleri  olduğunu  fark  etmiştim.   Burnu  küçük  ve  düzgün,  güzel  yüzüyle  uyumluydu;  dudakları  ince  ve  kiraz  gibi  kırmızıydı. Onu ,  kaçamak,  tetkik  ederken,  kalbimden,  sıcak  bir  şeylerin  aktığını  hissettim. 

Bir  müddet  sonra,  su  dolu  iki  bakraçla,  anası  çıkageldi.  Halime,  cankurtaran  gibi

“-Yardım  edeyim  ana “  diyerek,  güğümleri,  anasının  elinden  alırken,

-Bu  oğlan,  kardeş  köyden,  numara  arkadaşım,  bu  gece  bizde  misafir  kalacak,  yarın  da  gidecekler,  dedi.  Gidip,  anasının  elini  öptüm,  tertemiz,  beyaz  bir  örtü  örtülmüş   sedire  oturmam  için,  bana  yer  gösterdiler.

Akşama  doğru  Halime’nin  babası  geldi.  Durumu  bildiği  anlaşılıyordu,  “hoş  geldin”  deyip  oturduktan  sonra  ,  bana,  köyümüz  ve  ailem  hakkında  sorgu,  sual  etti.  Aslında  , fazla  konuşmaktan  hoşlanmazdım.  Ancak,  sorulan  suallere  cevap  veriyordum.  Kendimi ,  biraz  da  acz  içinde  hissediyordum;   Zengin  bir  ailenin  yanında,  fakir  bir  insan,   başka  nasıl  hissedebilirdi  ki?! Üstüm,  başım,  ayağım  fakirliğin  nişanesiydi.

Akşam  yemeğinde,  Tavuk,  pirinç  pilavı  ve  ayran  vardı.  Kendi  bostanlarının  mahsulü,  karpuz  da  kesmişlerdi.  Yemem  için  çok  ısrar  ediyorlardı, Ama  heyecanım,  fazla  yememe  mani  olmuştu.

Yukarda,  odalardan   birine  temiz  bir  yatak  sermişlerdi.  Duvarlardan  birinde,  Hazret -i  Ali’nin   kılıç  tutan  bir  hayali  resmini  işlemişlerdi.  Yattım,  ama  gözüme  bir  türlü  uyku  girmemişti.  Halime’yi  çok  beğenmiştim,  fakat,  beni  düşündüren  asıl  mesele,  nisan  ayında,  bizim  köye  geldiklerinde,  kızı  nasıl  misafir  edeceğimiz  idi.  Bu  husus  aklıma  takılmıştı.  Anama  nasıl  söyleyecektim,  gerçi  Yusuf  Ağa,  gösterişe  düşkün  ve  misafirleri  severdi  ama  bu  durumu  nasıl  söyleyecektik  ve  nasıl  karşılayacaktı?  Halime’ye  mahcup  olmak  ta  vardı.

Ertesi  günü,  kardeş  okulun  çocukları  bizi  uğurlarken  de ,  yol  boyunca  da  aynı  soru  kafamda ,  tekrarlanıp  duracaktı.  Ayrıca,  Halime’nin  güzelliği  de  hiç  gözümün  önünden  gitmeyecekti.  Acaba  bu,  çocuk  kalbime  düşen,  ilk  kıvılcım,  ilk  aşk  mıydı?

               34. ATANIN   ÖLÜMÜ

 

Artık   kasım  ayına  girmiştik.  Bir  gün  öğretmenimiz,  sınıftan  içeri  girdiğinde,  çok  üzgün  olduğu,  her  halinden  belli  oluyordu.  Yerimize  oturduktan  sonra,

        Çocuklar !  Size  kötü  bir  haberim  var,  Gazi  Mustafa  Kemal  vefat  etmiş,    dedi.  Bir  anda  sınıfa  bomba  düşmüş,  hiç  kimse  kalmamış  gibi  sessizlik oldu.  Sonra  yine  hepimiz  birden  ağlamaya  başladık.  Öğretmenimiz,  Ondan  sık,  sık  bahseder,” O  olmasaydı,  biz  olmazdık”  derdi.  Yaptıklarını,  teker,  teker  anlatırdı.  Etem  amcadan  da  Onun  hakkında  çok  şeyler  dinlemiştim.

büyük  insanın,  atamızın  ruhunu  şad  etmek  için ,  merasim  yapmış,  okul  bayrağını,  yarıya  indirerek  saygı  duşunda  bulunmuştuk.  Ayrıca,  öğretmenin  teklifiyle,  bütün  köylünün  iştirak  ettiği  bir  merasim,  pınarın  önünde  yapılmıştı.  Bu  yönüyle,  aydın  ve  milliyetçi  olan  köylümüz,  öğretmenimize,  Onun  hakkında  bir  konuşma  yapmasını  istemişlerdi.  Konuşma  esnasında,  herkes  gerçekten  çok  duygulanmış,  göz  yaşı  sel  gibi  akmıştı.  Ayrıca  O  büyük  insanın  ruhu  için,  köy  camiinde    mevlit  okunmuştu

                 35.  ERZİNCAN   DEPREMİ

 

Bir  yıla  daha  girmiştik.  Devamlı   kar  yağıyordu.  Bir  gece  tipi  ve  fırtına  bütün  civarı  karla  kaplamış  ve  bilhassa,  okul  yolunu  bir  adam  boyu  doldurmuştu.  Değil  çocuklara,  büyüklere  bile ,  geçit  verecek  gibi  değildi.   Okulumuz,  köyün  dışında,  200-300  m.  Uzağında,  tenha  bir  yerdeydi.   Öğretmenimizin  çağrısı  üzerine,  kazmasını,  küreğini  kapan  köylü  koşup  gelmiş,  yarım  saat  içinde  yolu  açmışlardı.  Okul  ne  de  olsa ,  sıcaktı. Köylünün  getirdiği  odunlar  sayesinde,  sınıftaki  soba  devamlı  yanıyor,  soğuktan  donan  ayaklarımızı,  sobanın  etrafında  ısıtma  imkanı  buluyorduk.

İşte  böyle  bir  günde, Köy  odasındaki  radyodan,   Erzincan  depreminin  acı  feryadı  duyulmuştu.  Biz  çocuklar  dahil,  bütün  köylü,  Türkiye’yle  beraber,  depremde  ölen   otuz  beş  bin  kişi  için   ağlamış,  Onların  yasını  tutmuştuk.  Bu  dondurucu  kış  günlerinde,  evsiz  ,  barksız  kalan  binlerce  insanın  acısını  içimizde  hissetmiştik.  Sanki  Atatürk’ün  ölümü  yetmiyormuş  gibi,  bu  ikinci  felaket  de  milletimizi  derinden  yaralamıştı  Bu  felaket  üzerine  bir  ağıt  bile  yakılmıştı.”  Erzincan  duman  oldu,  halimiz  yaman  oldu.......”  gibi .  Bütün  köylünün    ağzından   düşmemişti  bu  acıklı  ağıt,  Bunu  devamlı  dile  getirerek,  Felaketzedelerin    duygularına  ortak  oluyorduk.

( Zorlu Dönemeçler-1-b1-32-35 başlıklı yazı coni tarafından 24.01.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu