7. . İKİNCİ 

 

        Yengemin  ailesi  çok  kalabalıktı.  Babası,  İzmit’in  eşrafındandı.  Ben  oraya  gitmeden  evvel,  yaşama  veda  etmişti.  Rahmetlinin,  beş  çocuğu  vardı.  Üç  oğlan,  iki  kız.  Yengemin  en  küçük erkek   kardeşi,Mustafa  yaşı  bir  hayli  olmasına  rağmen,  hâlâ  bekardı.  Diğerleri  ise  evli,  çoluk,  çocuk  sahibi  idiler.  En  büyük  ağabeyinin   yirmi  yaşlarında  bir  kızı  vardı  ama,  annesi  Onu,  üç-  dört  yaşında  bir   çocukmuş  gibi,    neredeyse,  biberonla  besleyecekti.  Yengemin   kız  kardeşi,  bir  subayla  evlenip  uzaklara  gitmişti.  Diğer  ağabeysi,  Dayımın  bando  takımından  talebesi  ve  en  sevdiği  insandı.  Onun  da,  Dayım  gibi,  ilk  evliliği,  acı  ile  son  bulmuş,  çok  sevdiği  eşini  kaybetmişti.  Acısını,  sokaklarda  sarhoş  gezerek,  içki  kadehleriyle,  unutmaya  çalışmıştı.  Sevdiği  kadın,  Dayım  gibi,  Ona  da  ,  yadigar  olarak,  bir  kız  çocuğu  bırakmıştı.  Çocuğa,  babaannesi  bakıyordu .  Yıllar  sonra,  annesinin  ısrarıyla,  tekrar  evlenmiş,  Yeni  eşinden  de  bir  kız  bir  oğlan  çocuğu  dünyaya  gelmişti.

Babaanne,  ilk  torunu   öz ,  diğerlerini,  üvey  olarak  kabul  ediyor,  ilk  torununa,  mütemadiyen,  bu  yönde  telkinler  yapıyordu.  Neticede,  ilk  torunu, - belki  de  annesinden  mikrop  kaptığından,- verem  illetine  yakalanmıştı.  Henüz  hastalığın  başlangıç  safhasındaydı.  İşte,  ilk  geldiğim  gün,  Yengemin, “ yeğenim “  diye  tanıttığı  kız  buydu.  15  yaş  civarındaydı.  Tatlı  bir  esmerliği  vardı,  Boyu  uzunca, endamı  ince  ve  hoştu.  Hareketleri  ve  duruşu,  sığınılacak  bir  liman  gibi  sakindi.  Gözlerinin  rengi, sanki,  denizin  yeşile  döndüğü  durumdaki  gibiydi. Fakat  gözbebeğinin   etrafında,  noktalardan  oluşan  bir  halka,  bir  hare  vardı.  Bacakları  düzgün,  dudakları  biraz  dolguncaydı.  Elmacık  kemikleri  biraz  çıkık  gibiydi.  Gülerken,  yanağında ,  tatlı  bir  gamze  oluşuyor,  dişleri  bembeyaz   meydana  çıkıyordu.  ( Bir  bakıma,  Prenses,  Süreyya’ya  benziyordu)

Babaannesiyle, sık, sık  yengemlere  gelirlerdi.  Çiğdem  ile  akran  ve  iyi  arkadaştılar.  İlk  günlerden  başlayarak,   benimle  en  çok  alay  eden  Erkan,  sonra  da  bunlardı.bana  bakarken,  fısıl,  fısıl  konuşurlar,  bakıp,  bakıp   gülerlerdi,  alay  ettikleri  belliydi.  Aslında  Ümmühan’ın,   insanlarla  alay  edecek  bir  tipi  yoktu,  Ancak,  Çiğdem’e  uyduğu  aşikardı.  En  çok,  ayağımdaki  çarıklara  gülüyorlardı.  Onu  çıkarıp.  Bahçeye  gömdükten  sonra  da  başımdan  çıkarmadığım  eski  şapkamı  ele  almışlar, “ çıkar”  diye  ısrar  ediyorlardı.  Eski  şapkam,  yıllarca,  başımı,  soğuktan  ve  güneşten  korumuştu.  Köyde,  şapka,  ancak  yatarken  çıkarılır,  kalkar,  kalkmaz  da  başa  geçirilirdi.  Bu  bana  mahsus  bir  özellik  değildi,  bizim  köyün  erkekleri,  hep  böyle  yaparlardı.  Şapkamı,  en  sonunda,  bir  hatıra  fotoğrafı  çektirdikten  sonra  terk  etmiştim.  Hatıra  fotoğrafında,  her  nedense,  Erkan  da vardı.  Halbuki,  benimle  en  çok  alay  eden  O  idi  ve  öyle  bir  fotoğrafta,  yan,  yana  gelmeyi  hiç  istemezdim.

Bazen ,  yengemin  tarafı  bir  araya  geldiği  zaman,  yemekler  yendikten  sonra  sıra  müzik  faslına  geçilirdi.  Yengemin  ve  kızların  sesleri    ve  usulleri  oldukça  güzel  ve  iyi  idi.  Hele  büyük  ağabeyi’nin  kızının    kendisi  gibi    sesi  de   çok  güzeldi.   Yengem  hem  ud  çalar  hem  de  şarkılara  iştirak  ederdi.  Benim  de  sesim  güzel  olmasına  rağmen  cesaret  edip  onlara  iştirak  edemezdim.  İşte  böyle  zamanlar,  benim  için  zevkle  dinlediğim  bir  müzik  ziyafeti  olurdu.  Sık,  sık  tekrarlanan  bu  ziyafetleri  hiç  kaçırmak  istemezdim.

.  8.  DAYIMLARIN  DOSTLARI  VE  BİR  ÖYKÜ

 

Dayımların  ahbapları,  dostları  çoktu.  Sık,  sık  ziyarete  gelirler,  yaz  aylarında,  kameriye  altında  sohbet  ederlerdi.  Hepsi,  saygıdeğer,  efendi  insanlardı.  Bunlardan  biri,  rahmetli  olmuş,  tabip  bir  generalin  eşi  idi.   Lütfi ye  teyze, Yengemin  çok  aziz  ahbabıydı.  Bana,  tavsiye  mektupları  vererek  destek  olduğu  için,  hiç  unutmayacaktım

Bazı  kış  gecelerinde,  oturmaya,  veya  yemeğe  misafir  olarak    gelenler  de  olurdu.  Arada  bir,  kare  oluşturup,  zevkine,  poker  oynarlardı.  Bunlardan  biri  de  Halide  abla  ve  kocasıydı.

Halide  abla,  dayımın,  Selamı çeşmeden  komşuları  oluyordu.  O  zaman,  küçük  bir  çocuk  olan  Halide  abla,  annesi  ölünce  teyzesinin  yanına  sığınmıştı.  Şimdi ,  otuz  yaşlarında,  güzel,  güzel  olduğu  kadar  da  hareketli  bir  kadındı.  Fakat  çok  konuşan  bir  kadın.  Kimi  görse,  hemen  konuşmaya,  derhal  Onunla  ahbaplık  etmeye  başlardı.  Erdemle   ben,  işte  öyle  akşamlarda,  oyundan  ziyade,  Onun  güzelliğini  seyretmekten  zevk  alırdık.  Açık  yürekli,  samimi  bir  insandı.  Kendi  hayatı  dahil,  aklına  ne  gelirse  anlatırdı.

Çok  küçük  yaşta,   babası   ölmüş    inek   besleyip,   sütçülük   yapan    dedesi    Ona   sahip   çıkmıştı.   Küçükken   her   istediği   yerine   getiriliyordu.  Dedesi   ölüp,   İstanbul,  Çiftehavuzlar’da ,  teyzesiyle  yaşarken,   henüz  17   yaşındayken    Erzurum’un  küçük  bir  kasabasından,  bir  doktorla  evlendirmişlerdi.  Evliliği  müteakip,  doktor,  eşini,  kendi  kasabasına  götürmüş,  orada  görev  yapmaya  başlamıştı.  Doktor,  mutaassıp  bir  aileye  mensuptu.  Gelinlerinin,  güzel  ve  açık  olması,  Onları  son  derece  rahatsız  etmişti.   Bilhassa  kaynanası ,   Ona,  adata,  işkence  ediyordu.  Bir  çocuğu  olmuş,  Onu  bile  bağrına  basamadan,  yaptıkları   eziyetler,  tahammül  sınırın  aşınca,  kocasını  terk  ederek,  İstanbul’a,  teyzesinin  yanına  dönmüştü.  Çok  geçmeden  de    “çocuğun  öldü”  diyerek  boşanma  kağıdını  göndermişlerdi.

Aradan  bir  müddet  geçince,  genç  bir  pilot  teğmenle,  sevişerek  evlenmişler,  daha,  aşklarını ,  sevgilerini,  doya  doya  yaşayamadan,  kocası,  uçak  kazasında  şehit  olmuştu.  Senelerce,  sevgili  kocasının  yasını  tutmuş,  ama,  genç  ve  güzel  bir  kadın  olduğu  için,  erkekler  peşini  bırakmamışlardı.  Nihayet,  İzmit’te  görevli,  bir  tütün  eksperiyle  evlenmişti.  İzmit’te,  eski  komşusu,  dayısını  bulmaktan,  çok  mutlu  olmuştu.  İşte,  zaman,  zaman  buraya  misafir  gelerek,  kısa  bir  müddet  de  olsa  eğleniyordu.  Çünkü,  kocası,  çok  kıskançtı  ve  her  hangi  bir   yere  ,  eğlenmek  için  götürmüyor,  Onu   yalnız   olarak  bir  yerlere  göndermiyordu.  Hatta,  bu  kıskançlık  krizleri,  Onu  dövmeye  varıncaya  kadar  ileri  gidiyordu.  Bazen,  dayısına,  yengesine,  ağlıya,  ağlıya  gelerek,  kocasını  şikayet  ediyordu.  Onlar  da,  her  ikisinin  arasını  bulmak  için  çırpınıyorlardı.( Aradan  yıllar  geçecek,  Son  ve  beşinci  koca  olarak,  vaktiyle  kendisine  aşık  olup  kaçmalarını  teklif  eden ,,  halasının,  oğlu  ile  evlenecek,  fakat,  şehit  olan  pilot  teğmeni,  hayatı  boyunca  unutmayacaktı.  Her  sene   çok  iyi  bir  insan  olan  kocasıyla  Onun  kabrini  ziyarete  devam  edecekti.)

 9.   BİR  GÖNÜL    İŞİ

 

Artık ,  kış  bitmek  üzereydi.  Öğretmenin  gözüne  girmiştim.  Beni  takdir,  zaman,  zaman  da  teşvik  ediyordu.   Dersleri,  öğretmen  anlatırken,  can kulağı  ile  dinleyerek,  öğrenmeye  gayret  ediyordum.  Çünkü,  evde,  ders  çalışmaya,  fazla  zaman  bulamıyordum.

Okulda  dört  oğlan   çocukla,  arkadaşlığımız,  çok  iyi  idi.  Hoş, artık hepsinin  ağabeyiydim  ya!  Bu  dördünün  de  beğendiği  birer  kız  vardı.  Onlara:

—Sakın!  Muallâ’ya  göz  dikmeyin,  diye  tembihte  bulunuyordum.  Güya,  O da  benimkiydi.  Ama,  kızın,  bundan  hiç  haberi  yoktu.  Toplu  hatıra  fotoğrafları  çekilirken  bir  yolunu  bulur,  Onun  yanında  veya  arkasında  yer  alıyordum.

Bir  gün,  arkadaşlardan  biri,  MALTA  TAŞI   getirmiş,  bana  gösteriyordu.  Kafamda  da  Muallâ’yı  sevdiğimi  nasıl  gösterebilirim  sorusu  vardı.  İşte  bulmuştum!  Taşı  yontarak,  kâlp  şekline  sokacak,  üzerine  de Onun  baş   harflerini  kazıyacaktım.  Nitekim,  arkadaşımdan  taşı  alarak , düşündüğümü  gerçekleştirmiştim.  Eserimi,  yaldızlı  bir  kutuya  koydum.  Niyetim  onu,  gizlice,  Mualla’nın   sırasının  gözüne  koymaktı.  Fakat,  arkadaşlar  görüp,  durumu  anladılar.  Bense,  tevil  yoluna  sapıp,  onu,  öğretmen  için  yaptığımı  söyledim  Ancak,  taşın  üzerine  işlediğim  ikinci  harf,  öğretmenin  soyadını  tutmuyordu.  Dolayısıyla,  yalanım  ortaya  çıkmıştı.  Onlar,  göndermem  için  ısrar  edince,  yakın  arkadaşı,  Suna  vasıtasıyla,  Mualla’ya    ulaştırmaya  karar  verdik,  Çünkü,  O   bir,  iki  gündür  okula  gelmiyordu.  Sunanın  getirdiği  haber  ise ,  ümit  kırıcıydı.  Mualla,  kutuyu  alıp,  durumu  anlayınca,  infiale  kapılmış,  benim  özenle  yaptığım  eserimi,  yere  çalıp  kırmıştı.  Üstelik,  öğretmene  şikayet  edeceğini  söylemişti.  Gerçekten,  okula  geldiği  zaman,  öğretmene  durumu  anlatmış  ve  beni  şikayet  etmişti.  Allah’tan  ki,  öğretmen  olgun  bir  insandı.  Belki  de  böyle,  çocukça  hadiseler,  başından  çok  geçmişti.  Her  ikimizi  de ,  odasına  çağırarak,  bilhassa  bana  nasihat  etmiş  ve  bu  gibi  hadiselerin  bir  daha  tekerrür  etmeyeceğine  dair  benden  söz  almıştı.  Böylece,  işi  tatlıya  bağlayan  öğretmenimiz,  ikimizi  barıştırmış  oluyordu.  Muhtemelen,  bu  hadiseyi,  ben  ve  Mualla  hariç  herkes,  çabucak  unutacaktı. ( Ancak   lise  yıllarında,  Mualla’nın  veremden  öldüğü  haberini  duyduğumda,  Bu  küçük  olayı ,  acı  ile  karışık,  tekrar  hatırlayıp,  yaşayacaktım.)

( Zorlu Dönemeçler-1-b3-7-9 başlıklı yazı coni tarafından 2.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu