Yengemin ailesi çok kalabalıktı. Babası, İzmit’in eşrafındandı. Ben oraya gitmeden evvel, yaşama veda etmişti. Rahmetlinin, beş çocuğu vardı. Üç oğlan, iki kız. Yengemin en küçük erkek kardeşi,Mustafa yaşı bir hayli olmasına rağmen, hâlâ bekardı. Diğerleri ise evli, çoluk, çocuk sahibi idiler. En büyük ağabeyinin yirmi yaşlarında bir kızı vardı ama, annesi Onu, üç- dört yaşında bir çocukmuş gibi, neredeyse, biberonla besleyecekti. Yengemin kız kardeşi, bir subayla evlenip uzaklara gitmişti. Diğer ağabeysi, Dayımın bando takımından talebesi ve en sevdiği insandı. Onun da, Dayım gibi, ilk evliliği, acı ile son bulmuş, çok sevdiği eşini kaybetmişti. Acısını, sokaklarda sarhoş gezerek, içki kadehleriyle, unutmaya çalışmıştı. Sevdiği kadın, Dayım gibi, Ona da , yadigar olarak, bir kız çocuğu bırakmıştı. Çocuğa, babaannesi bakıyordu . Yıllar sonra, annesinin ısrarıyla, tekrar evlenmiş, Yeni eşinden de bir kız bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti.
Babaanne, ilk torunu öz , diğerlerini, üvey olarak kabul ediyor, ilk torununa, mütemadiyen, bu yönde telkinler yapıyordu. Neticede, ilk torunu, - belki de annesinden mikrop kaptığından,- verem illetine yakalanmıştı. Henüz hastalığın başlangıç safhasındaydı. İşte, ilk geldiğim gün, Yengemin, “ yeğenim “ diye tanıttığı kız buydu. 15 yaş civarındaydı. Tatlı bir esmerliği vardı, Boyu uzunca, endamı ince ve hoştu. Hareketleri ve duruşu, sığınılacak bir liman gibi sakindi. Gözlerinin rengi, sanki, denizin yeşile döndüğü durumdaki gibiydi. Fakat gözbebeğinin etrafında, noktalardan oluşan bir halka, bir hare vardı. Bacakları düzgün, dudakları biraz dolguncaydı. Elmacık kemikleri biraz çıkık gibiydi. Gülerken, yanağında , tatlı bir gamze oluşuyor, dişleri bembeyaz meydana çıkıyordu. ( Bir bakıma, Prenses, Süreyya’ya benziyordu)
Babaannesiyle, sık, sık yengemlere gelirlerdi. Çiğdem ile akran ve iyi arkadaştılar. İlk günlerden başlayarak, benimle en çok alay eden Erkan, sonra da bunlardı.bana bakarken, fısıl, fısıl konuşurlar, bakıp, bakıp gülerlerdi, alay ettikleri belliydi. Aslında Ümmühan’ın, insanlarla alay edecek bir tipi yoktu, Ancak, Çiğdem’e uyduğu aşikardı. En çok, ayağımdaki çarıklara gülüyorlardı. Onu çıkarıp. Bahçeye gömdükten sonra da başımdan çıkarmadığım eski şapkamı ele almışlar, “ çıkar” diye ısrar ediyorlardı. Eski şapkam, yıllarca, başımı, soğuktan ve güneşten korumuştu. Köyde, şapka, ancak yatarken çıkarılır, kalkar, kalkmaz da başa geçirilirdi. Bu bana mahsus bir özellik değildi, bizim köyün erkekleri, hep böyle yaparlardı. Şapkamı, en sonunda, bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra terk etmiştim. Hatıra fotoğrafında, her nedense, Erkan da vardı. Halbuki, benimle en çok alay eden O idi ve öyle bir fotoğrafta, yan, yana gelmeyi hiç istemezdim.
Bazen , yengemin tarafı bir araya geldiği zaman, yemekler yendikten sonra sıra müzik faslına geçilirdi. Yengemin ve kızların sesleri ve usulleri oldukça güzel ve iyi idi. Hele büyük ağabeyi’nin kızının kendisi gibi sesi de çok güzeldi. Yengem hem ud çalar hem de şarkılara iştirak ederdi. Benim de sesim güzel olmasına rağmen cesaret edip onlara iştirak edemezdim. İşte böyle zamanlar, benim için zevkle dinlediğim bir müzik ziyafeti olurdu. Sık, sık tekrarlanan bu ziyafetleri hiç kaçırmak istemezdim.
Dayımların ahbapları, dostları çoktu. Sık, sık ziyarete gelirler, yaz aylarında, kameriye altında sohbet ederlerdi. Hepsi, saygıdeğer, efendi insanlardı. Bunlardan biri, rahmetli olmuş, tabip bir generalin eşi idi. Lütfi ye teyze, Yengemin çok aziz ahbabıydı. Bana, tavsiye mektupları vererek destek olduğu için, hiç unutmayacaktım
Bazı kış gecelerinde, oturmaya, veya yemeğe misafir olarak gelenler de olurdu. Arada bir, kare oluşturup, zevkine, poker oynarlardı. Bunlardan biri de Halide abla ve kocasıydı.
Halide abla, dayımın, Selamı çeşmeden komşuları oluyordu. O zaman, küçük bir çocuk olan Halide abla, annesi ölünce teyzesinin yanına sığınmıştı. Şimdi , otuz yaşlarında, güzel, güzel olduğu kadar da hareketli bir kadındı. Fakat çok konuşan bir kadın. Kimi görse, hemen konuşmaya, derhal Onunla ahbaplık etmeye başlardı. Erdemle ben, işte öyle akşamlarda, oyundan ziyade, Onun güzelliğini seyretmekten zevk alırdık. Açık yürekli, samimi bir insandı. Kendi hayatı dahil, aklına ne gelirse anlatırdı.
Çok küçük yaşta, babası ölmüş inek besleyip, sütçülük yapan dedesi Ona sahip çıkmıştı. Küçükken her istediği yerine getiriliyordu. Dedesi ölüp, İstanbul, Çiftehavuzlar’da , teyzesiyle yaşarken, henüz 17 yaşındayken Erzurum’un küçük bir kasabasından, bir doktorla evlendirmişlerdi. Evliliği müteakip, doktor, eşini, kendi kasabasına götürmüş, orada görev yapmaya başlamıştı. Doktor, mutaassıp bir aileye mensuptu. Gelinlerinin, güzel ve açık olması, Onları son derece rahatsız etmişti. Bilhassa kaynanası , Ona, adata, işkence ediyordu. Bir çocuğu olmuş, Onu bile bağrına basamadan, yaptıkları eziyetler, tahammül sınırın aşınca, kocasını terk ederek, İstanbul’a, teyzesinin yanına dönmüştü. Çok geçmeden de “çocuğun öldü” diyerek boşanma kağıdını göndermişlerdi.
Aradan bir müddet geçince, genç bir pilot teğmenle, sevişerek evlenmişler, daha, aşklarını , sevgilerini, doya doya yaşayamadan, kocası, uçak kazasında şehit olmuştu. Senelerce, sevgili kocasının yasını tutmuş, ama, genç ve güzel bir kadın olduğu için, erkekler peşini bırakmamışlardı. Nihayet, İzmit’te görevli, bir tütün eksperiyle evlenmişti. İzmit’te, eski komşusu, dayısını bulmaktan, çok mutlu olmuştu. İşte, zaman, zaman buraya misafir gelerek, kısa bir müddet de olsa eğleniyordu. Çünkü, kocası, çok kıskançtı ve her hangi bir yere , eğlenmek için götürmüyor, Onu yalnız olarak bir yerlere göndermiyordu. Hatta, bu kıskançlık krizleri, Onu dövmeye varıncaya kadar ileri gidiyordu. Bazen, dayısına, yengesine, ağlıya, ağlıya gelerek, kocasını şikayet ediyordu. Onlar da, her ikisinin arasını bulmak için çırpınıyorlardı.( Aradan yıllar geçecek, Son ve beşinci koca olarak, vaktiyle kendisine aşık olup kaçmalarını teklif eden ,, halasının, oğlu ile evlenecek, fakat, şehit olan pilot teğmeni, hayatı boyunca unutmayacaktı. Her sene çok iyi bir insan olan kocasıyla Onun kabrini ziyarete devam edecekti.)
Artık , kış bitmek üzereydi. Öğretmenin gözüne girmiştim. Beni takdir, zaman, zaman da teşvik ediyordu. Dersleri, öğretmen anlatırken, can kulağı ile dinleyerek, öğrenmeye gayret ediyordum. Çünkü, evde, ders çalışmaya, fazla zaman bulamıyordum.
Okulda dört oğlan çocukla, arkadaşlığımız, çok iyi idi. Hoş, artık hepsinin ağabeyiydim ya! Bu dördünün de beğendiği birer kız vardı. Onlara:
—Sakın! Muallâ’ya göz dikmeyin, diye tembihte bulunuyordum. Güya, O da benimkiydi. Ama, kızın, bundan hiç haberi yoktu. Toplu hatıra fotoğrafları çekilirken bir yolunu bulur, Onun yanında veya arkasında yer alıyordum.
Bir gün, arkadaşlardan biri, MALTA TAŞI getirmiş, bana gösteriyordu. Kafamda da Muallâ’yı sevdiğimi nasıl gösterebilirim sorusu vardı. İşte bulmuştum! Taşı yontarak, kâlp şekline sokacak, üzerine de Onun baş harflerini kazıyacaktım. Nitekim, arkadaşımdan taşı alarak , düşündüğümü gerçekleştirmiştim. Eserimi, yaldızlı bir kutuya koydum. Niyetim onu, gizlice, Mualla’nın sırasının gözüne koymaktı. Fakat, arkadaşlar görüp, durumu anladılar. Bense, tevil yoluna sapıp, onu, öğretmen için yaptığımı söyledim Ancak, taşın üzerine işlediğim ikinci harf, öğretmenin soyadını tutmuyordu. Dolayısıyla, yalanım ortaya çıkmıştı. Onlar, göndermem için ısrar edince, yakın arkadaşı, Suna vasıtasıyla, Mualla’ya ulaştırmaya karar verdik, Çünkü, O bir, iki gündür okula gelmiyordu. Sunanın getirdiği haber ise , ümit kırıcıydı. Mualla, kutuyu alıp, durumu anlayınca, infiale kapılmış, benim özenle yaptığım eserimi, yere çalıp kırmıştı. Üstelik, öğretmene şikayet edeceğini söylemişti. Gerçekten, okula geldiği zaman, öğretmene durumu anlatmış ve beni şikayet etmişti. Allah’tan ki, öğretmen olgun bir insandı. Belki de böyle, çocukça hadiseler, başından çok geçmişti. Her ikimizi de , odasına çağırarak, bilhassa bana nasihat etmiş ve bu gibi hadiselerin bir daha tekerrür etmeyeceğine dair benden söz almıştı. Böylece, işi tatlıya bağlayan öğretmenimiz, ikimizi barıştırmış oluyordu. Muhtemelen, bu hadiseyi, ben ve Mualla hariç herkes, çabucak unutacaktı. ( Ancak lise yıllarında, Mualla’nın veremden öldüğü haberini duyduğumda, Bu küçük olayı , acı ile karışık, tekrar hatırlayıp, yaşayacaktım.)