9.   BİR  GÖNÜL    İŞİ

 

Artık ,  kış  bitmek  üzereydi.  Öğretmenin  gözüne  girmiştim.  Beni  takdir,  zaman,  zaman  da  teşvik  ediyordu.   Dersleri,  öğretmen  anlatırken,  can kulağı  ile  dinleyerek,  öğrenmeye  gayret  ediyordum.  Çünkü,  evde,  ders  çalışmaya,  fazla  zaman  bulamıyordum.

Okulda  dört  oğlan   çocukla,  arkadaşlığımız,  çok  iyi  idi.  Hoş, artık hepsinin  ağabeyiydim  ya!  Bu  dördünün  de  beğendiği  birer  kız  vardı.  Onlara:                                                                                                                —Sakın!  Muallâ’ya  göz  dikmeyin,  diye  tembihte  bulunuyordum.  Güya,  O da  benimkiydi.  Ama,  kızın,  bundan  hiç  haberi  yoktu.  Toplu  hatıra  fotoğrafları  çekilirken  bir  yolunu  bulur,  Onun  yanında  veya  arkasında  yer  alıyordum.

Bir  gün,  arkadaşlardan  biri,  MALTA  TAŞI   getirmiş,  bana  gösteriyordu.  Kafamda  da  Muallâ’yı  sevdiğimi  nasıl  gösterebilirim  sorusu  vardı.  İşte  bulmuştum!  Taşı  yontarak,  kâlp  şekline  sokacak,  üzerine  de Onun  baş   harflerini  kazıyacaktım.  Nitekim,  arkadaşımdan  taşı  alarak , düşündüğümü  gerçekleştirmiştim.  Eserimi,  yaldızlı  bir  kutuya  koydum.  Niyetim  onu,  gizlice,  Mualla’nın   sırasının  gözüne  koymaktı.  Fakat,  arkadaşlar  görüp,  durumu  anladılar.  Bense,  tevil  yoluna  sapıp,  onu,  öğretmen  için  yaptığımı  söyledim  Ancak,  taşın  üzerine  işlediğim  ikinci  harf,  öğretmenin  soyadını  tutmuyordu.  Dolayısıyla,  yalanım  ortaya  çıkmıştı.  Onlar,  göndermem  için  ısrar  edince,  yakın  arkadaşı,  Suna  vasıtasıyla,  Mualla’ya    ulaştırmaya  karar  verdik,  Çünkü,  O   bir,  iki  gündür  okula  gelmiyordu.  Sunanın  getirdiği  haber  ise ,  ümit  kırıcıydı.  Mualla,  kutuyu  alıp,  durumu  anlayınca,  infiale  kapılmış,  benim  özenle  yaptığım  eserimi,  yere  çalıp  kırmıştı.  Üstelik,  öğretmene  şikayet  edeceğini  söylemişti.  Gerçekten,  okula  geldiği  zaman,  öğretmene  durumu  anlatmış  ve  beni  şikayet  etmişti.  Allah’tan  ki,  öğretmen  olgun  bir  insandı.  Belki  de  böyle,  çocukça  hadiseler,  başından  çok  geçmişti.  Her  ikimizi  de ,  odasına  çağırarak,  bilhassa  bana  nasihat  etmiş  ve  bu  gibi  hadiselerin  bir  daha  tekerrür  etmeyeceğine  dair  benden  söz  almıştı.  Böylece,  işi  tatlıya  bağlayan  öğretmenimiz,  ikimizi  barıştırmış  oluyordu.  Muhtemelen,  bu  hadiseyi,  ben  ve  Mualla  hariç  herkes,  çabucak  unutacaktı. ( Ancak   lise  yıllarında,  Mualla’nın  veremden  öldüğü  haberini  duyduğumda,  Bu  küçük  olayı ,  acı  ile  karışık,  tekrar  hatırlayıp,  yaşayacaktım.)

      10. İLK    İŞÇİLİĞİM

 

Okul  tatil  olmuştu.  Dayıma,    bulup,  çalışmak  istediğimi  söylemiştim.  Para  kazanıp,  okul  sırasında,  harçlık  yapmayı  düşünüyordum.  Muhittin  para  bırakmadığı  için,  sinema  parasını  bile,  yirmi  beş  kuruşta  olsa,  dayımdan  istemek  mecburiyetinde  kalıyordum.  Gerçi,  evin  vekilharcı  gibiydim.  Dayım,  çarşı,  Pazar  için   bana  para  verir,  itimat  ederdi.  Ben  de ,  hiç  bir  şekilde,  bu  itimadı,  suiistimal  etmeyecektim.  Ama,  gönül  işine  gelince,  işler  farklılaşacaktı.

Halk  evi  binası  yapılıyordu,  Bana  da  bir    bulunmuştu.  Binanın,  yer  döşemesi  için  karo ya  ihtiyacı  vardı.  Karo  işini  alan  müteahhit,  inşaata  yakın  bir  atölye  kurmuştu.  Burada,    bir  usta  ve  beş-altı  elemanla,  karo  yapıyorduk.  Kum  ve  çimentoyu,  belirli  oranda  karıştırarak  harç  yapıyor,  30x30  badındaki  kalıplara  döküyorduk.  Kalıplanmış  harcın  üzerine,  daha  önceden  kırılmış  mermer  parçalarını  serpiştirerek,  harcın  içine  gömülmesini  sağlıyorduk.  Kalıplar  kuruduktan  sonra  da  çıkararak,  bir  makineyle  silme  ve  cilalama    yapılıyordu.  Böylece,  karolar,  yere  döşenecek  hale  geliyordu.  İş  fabrikasyon  olmadığından,  çok  yorucu  ve  zahmetliydi;  aynı  zamanda,  insanın,  üstü,  başı,  pislikten  batıyordu.  Yengem,  beni,   o  halde  görünce,  haklı  olarak  söyleniyordu.  Her  şeye  rağmen,  okul  devresinde,  harçlık  yapabileceğim  bir  kaç  kuruş  kazanabildiğim  için,  zorlukları  umursamıyor,  ayrıca,  galiba,  biraz  da  gurur  duyuyordum.

 

 11     RESMİN    CANLISI

 

Bu  arada,  Erdem  İstanbul’a  gönderilmişti.  Dayım,  ilk  torununu   özlemiş,  Onu  getirtmek  istemişti.  Dayımın  özelliklerinden  birisi,  çocukları  çok  sevmesi,  ve  çok  merhametli  olmasıydı.  Sokaklarda  dolaşan,  pejmürde  kıyafetli  bir  çocuk  görse,  peşine  takar  eve  getirirdi.  Onu,  yedirir,  içirir,  uygun  düşen  kendi  çocuklarına  ait  kıyafetlerle  giydirir,  büyük  bir  zevk  duyarak  gönderirdi.  Yengem  de,  dayımın  bu  davranışlarına,  bazen,  kızardı.

Erdem,  dört-  beş  yaşlarında,  tombul  bir  kız  çocuğu  ile  dönmüştü.  Torun,  Gülcan,  kızıl  saçlı,  kahverengi  gözlü,  sakin   görünüşlü,   çok  sevimli  bir  çocuktu. Artık  evin  göz  bebeği  O idi.  Dede,  torun,  birbirlerini  çok  seviyorlardı.  Teyzeleri,  Onu  oyalamak,  eğlendirip,  güldürmek  için   birbirleriyle  yarış  ediyorlardı.  Geceleri ,  kimin  koynunda  yatarsa,  O  şanslı  sayılıyordu.  Çocuk  da,  teyzelerinin  yanında,  hayatından  çok  memnun  görünüyor,  bilhassa  çiğdemin  şaklabanlıklarına  bayılıyordu.

Bir  hafta-  on  gün  sonra,  çocuğunu  özleyen  annesi,  faytonla  çıkagelmişti.  Bahçede,  teyzeleriyle  neşelenen  kız,  annesini  birden  bire  karşısında  görünce,  her  şeyi  unutup,  koşarak  boynuna  sarılmıştı.  Her  ikisi  de  birbirlerini  özlediklerini  söylerken,  bizim  kızlar  da  “abla”  diye  etrafını  sarmışlardı.  İşte  o  zaman,  dikkatimi  ve  ilgimi,  Ona  çevirmiş.  Duvarda  gördüğüm  resmin  canlı  modeli  olduğunu  anlamıştım.  Resimde  göremediklerim  ise:  ince,  minyon,  mütenasip  vücudu,  yine  ince,  düzgün  bacaklarıydı.  Teni,  buğday  rengi  ve  duruluğunda,  saçları  ise,  biraz  daha  uzun  ve  sarı  renkteydi.  Gözleri  ise,   iri,  orman  yeşili,  gözbebeklerinin  etrafı  hareli  ve tahmin  ettiğimden  daha  güzeldi.  Canlı,  vakur  ve  hayat  doluydu.  Beni  tanıttıklarında,  sanki  kardeşlerinden  biri  imişim   gibi,  sıcak  ve  samimi  davranmıştı.  Artık, kardeşleri  gibi,  ben  de  Ona ,  abla  diyecektim.

Herkese,  ufak,  tefek  hediyeler  getirmişti.  Davranışları  ve  tavrı,  kardeşlerinden  farklı  bir  yapıda  olduğunu  gösteriyordu.  Konuşmaları,  kahkaha  ile  gülmesi,  hayata  bağlı  ve  mutlu  olduğu  intibaı   veriyordu. 

Akşam,  babası  gelip  Onu  gördüğünde,  bir  sürpriz   havası  yaratmış  ve  baba- kız  sarmaş,  dolaş  olmuşlardı.   babası,  Onu  kucağına    oturtmuş,  sanki  bir  çocukmuş  gibi  şımartmak  istemişti  Birbirlerine  çok  düşkün  oldukları,  her  hallerinden  belli  oluyordu.

On  günlük  misafirliği  sırasında,  eli,  kardeşlerinin  üzeriden  gitmemişti.  Nihayet,  dönmeye  karar  verdiğinde, Dayım,  tren  biletini  aldırtmış,  bir  kutu  da   peksimet  yaptırtmıştı.  İzmit’in  ekmek  karnesi,  artık,  İstanbul’da  geçmiyordu.  Bu  sebeple,  en  makbul  hediye,  Onlar  için,  peksimetti  Çünkü,  kasabalarında,  ekmekler  çamur  gibi  çıkıyor,  çok  sıkıntı  çekiyorlardı.

Bana,  gideceği  sabah,  fayton  çağırmamı  söylemişti.  İstasyona  kadar  beraber  gitmiştik.  Ayrılırken,  yanaklarımdan  öpmüş,  İstanbul’a  beklediğini  söylemişti.  Tombul,  sevimli  küçük  Gülcan  da  boynuma  sarılmış,   bu  hareketiyle  beni   sevdiğini  belirtmişti.  Birlikte,  bir  fotoğraf  çektiremeden,  gittiklerine  gerçekten  üzülmüştüm.

 

12.  BİR  SAYFİYE  KÖYÜ

 

   Okul  tatilinde,  evin  diğer  erkekleri  gibi   benim  de   hafta  boyu ,  işçi  olarak  çalışmam  gerektiğinden,  bazen,  Pazar  günleri,  vapurla,  Değirmen dereye  gidiyorduk.  Orası,  sakin, tenha  bir  sayfiye  köyü  idi.  Dağları,  bağları  yemyeşildi.  Denizi,  billur  gibi  temiz,  kıyıları  tabii  plajdı.  Ulu  çınar  ağaçları  altında  gazinoları  vardı.  Havası   güzel,  sıcak  havalarda  bile,  tatlı  esintisi  devamlıydı.

 Yengemin  görümcesi,  Yani,  Ümmühan’ın  üvey  anası  oralıydı.  Fındık  ve  üzüm  bağları,  bahçeleri  vardı.  Halk,  çok  misafirperverdi.  Deniz  kenarında  otururken,  köylüler,  katır  sırtında,  küfelerle,  fındık,  kiraz,  üzüm,  mısır,  çeşitli  meyve  taşırlar,  bize  de  ikram  ederlerdi.  Sandallarla,  20-30  metre  açıkta,  balığın  çeşidi  tutulurdu.   Balık,  o  kadar  boldu  ki!   

Balığı  ,  bilhassa  tekiri  bol  olan  başka  bir  köy  de  Hareke  idi.  Bir  keresinde,  Dayımla,  trene  binip  oraya  gitmiştik.  Yörenin  kiraz bayramıydı.  Köylüler,  çeşit,  çeşit,  dalbastı  kirazlar  getirmişler,  meydanda  sergilemişlerdi.  Dayım da halka  hitaben  bir  konuşma  yapmıştı.  Nede  olsa  particilikten  kalma,  köylülere  hitap  etme  deneyimi  vardı.  Üstelik  bu  defa ,  İzmit  belediyesini  temsil  ediyordu.  Dönüşte,  bize,  en   âlâsından ,  bir  sepet  kiraz,  küçük  bir  çavalye  da  barbunya  balığı  hediye  etmişlerdi.

                
( Zorlu Dönemeçler-1-b4-9-12 başlıklı yazı coni tarafından 7.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu