3. DAYIMIN    ÖLÜMÜ

 

 Merakım  ağır  basmıştı,  sordum:                                      

--Hayrola,  abla!  Baş  ağrın  geçmedi  mi?  Neden,  böyle  üzüntülü  görünüyorsun ? Üstelik,  ağlıyorsun?   Aniden,  boynuma  sarılarak,,

--Babasız  kaldım,  Yusuf!  Babam  rahmetli  oldu.  Artık,  üzülme  sırası  bana  gelmişti.

-Ne  zaman  öldü?  Neden  ve  nasıl  öldü?  Benim   niye  haberim  olmadı?

--Biliyordum  ki,  sen,  bitirme  imtihanlarını  vermekteydin.  Senin  zihnini,  allak  bullak  edecek  böyle  bir  haberi  vermekten  imtina  ettim.  Bir  de,  Erkanla,  aranızda  olanları  düşündüm.  Ayrıca,  annemle  konuştuk,  sana  bildirmemeye karar  verdik,

--Peki,  uzun  süre  mi  hasta  yattı?

--Hastalık  siroza  çevirmişti.  Son  zamanlarda,  çok  acı  çektiği  için,  doktorlar,  biraz  rahatlasın  diye,  morfin  ve  benzeri  ilaçlar   vermişlerdi.  Bunlar ,  biraz  da  alışkanlık  yaratmışlardı.  İlaç  masrafı  yüzünden,  annemle  araları  bozulunca,  hasta  haliyle,  benim  yanıma  kadar  gelmişti.  Bir  müddet,  bizde  kalmış,  fakat  daha  sonra  evini  özlemişti.  Bu  özlemini  sezince,  İzmit’e  giderek,  annemi  getirmiş,  aralarını  bulmuş  ve İzmit’e  geri  göndermiştim.  Ne  yazık  ki,  çok  yaşamadı  ve  ölüm  haberi  geldi.  Haber  bana  geç  ulaştığından ,  maalesef,  cenazesine  bile  yetişemedim    Bensiz  kaldırmışlardı.  Ancak,  kabrine  kapanıp  göz  yaşlarımla  ıslattıktan  sonra  biraz  teselli  bulabildim.  Bütün  dinî  görevleri  yerine  getirdikten  sonra,  bir  müddet,  Onları  yalnız  bırakmadım .  Buraya  döneli,  ancak,  bir  kaç  gün  oldu.......

Ablam  anlattıkça  rahatlıyordu,  ama  benim,  acım  ve  üzüntüm  artıyordu.  Dayımın  yaptığı  iyiliğe  karşı,  kendimi,  vefasız  ve  nankör  bir  insan  olarak  görüyordum.  Üstelik,  ablama,  hastalığı  sırasında,  “Yusuf,  benim  eserim  olacaktı,  artık  Ona  sen  sahip  çık,  elinden  tutmaya  devam  et”  demişti.  Bunu  duyunca,  hıçkırıklarımı  tutamadım,  evin  bir  köşesine  kaçarak,  göz  yaşlarım  kuruyuncaya  kadar  ağlamaya  devam  ettim.

Bir  ara,  merdiven  tarafından   gelen bazı  sesler   duydum . Bunların  arasında,  çocuk  sesleri  de  fark  ediliyordu.  Ablamın  komşusu, Gülcan’ın  sevgili  Cici  annesi,   Begüm  hanım,  alı,  al,  moru,  mor  merdivenlerden  ,söylene,  söylene  çıkıyordu.  Yüzünün,  esmer  teni,  kızarmış  ve  terlemişti.  Kucağında  taşıdığı  çocuk,  ablası     gibi  kızıl    saçlıydı   ve  ağladığı  her  halinden  belli  oluyordu. Kadının  söylenmesinden  anlaşıldığına  göre,  Gülcan  kadar  uslu  değil,   çetin  cevizdi .  Gülcan,  bir  hayli,  büyümüştü.  Küçük  kız   ise  neredeyse,  bir  yaşında  görünüyordu.  Ve  odaya  girer  girmez, “anne “  diye,  karyolaya  doğru  atıldı.  Dengesini  bulup  yürümeye  çalışıyordu.  Annesi  de    Gel  benim  güzelim,”  diyerek,  Ona  kollarını  açmıştı.

Demek  migren  krizi  gelmeden  önce,  çocuklar,  komşu  Begüm  hanıma  gönderilmişti.

 

               4.  MÜSRİFLİK  ÖRNEKLERİ

Bu  yaz  tatili  süresince,  yengem  ve  kızların  biri  gelip,  biri  gidiyordu.  Dayım  öldükten  sonra,  sanki,  rahatlamış  gibiydiler,  ama,  para  sıkıntısı  çekiyorlardı.  Fakat,  yine  de,  üzüntülü  görünmek,  teselliye  ihtiyaçları  olduklarını    hissettirmek  istiyorlardı.  Kızların,  bilhassa  Çiğdem’in  asıl  arzusu,  biraz,  gezip,  eğlenmekti.   Maltepe’de  oturan bir   kız  arkadaşı  vardı.  Ailesi  çok  zengindi.  Mısırla  ilgileri  olduğu,  oradan  altınlar  geldiği  söyleniyordu.  Çiğdemin  bu  arkadaşı,  su  gibi  para  harcıyordu,  bizimki  de  aynı  şeyleri  yapmak  istiyor,  bunu  tahakkuk  ettirebilmek  için  de   her  gelişinde ,   ablasından  para  istiyordu.

Menekşe  ise,  daha  ziyade,  süse,  süsüne  düşkündü.  Hep  iyi  ve  yeni  şeyler  giymek  isterdi.  Ablasının  giyeceklerini,  uymasa  da  giymek  ister,  Ona  rahat  vermezdi.  Ama,  ablası,  herhangi  bir    yapmasını  istediği  zaman,  yan  çizer,  pek    yapmasını  sevmezdi.

Artık,  yengem  dahil,  kızların   benimle  arası  düzelmişti.  Zaten  hepsi  de,  Erkanın  huysuzluğundan  şikayetçiydiler.  Daha,  babasının  ölümü  üzerinden  15-20  gün  geçmeden,  annesinden,  bisiklet  almasını  istemişti.  Annesi,  parasızlıktan  şikayet  ettiğinde  ise,     ben  anlamam,  Babam  muhakkak  para  bırakmıştır,  hisseme  düşen  paradan,  bisiklet  almanı  istiyorum”  diye  tutturmuştu.

Şimdi,  babasının  yükünü  omuzlayan,  yalnızca  Erdem’ di.  Çalışmasının  karşılığı  olarak  aldığı  parayı,  ev  için,  kardeşleri  için  harcıyordu.  Ama ,  aldığı  paranın  harcamalara  yetişmesine  imkan  yoktu. Çünkü,  kardeşleri,  babalarının  zamanındaki  tantanayı  sürdürmek  istiyorlardı.  Babadan,  herhangi  bir  maaş  bağlanmayınca,  genç  bir  teknisyenin  aldığı  ücret,  bu  masrafları  karşılamaya  yetmiyordu.  Kahvaltıda  yenen  peynir  bile,  müsrifliğin  bir  göstergesiydi.  Yarım  kilo  beyaz  peynir,  bir  tek  sabah  kahvaltısında  bitiveriyordu.  Belki,  bitmiyordu,  ama ,  sofrayı  kaldırmaya  üşendiklerinden,  öylece  bırakıp  kalktıklarından,  artan  peynirler,  kedinin  ve  köpeğin  midesine  gidiyordu.  Bu  yüzden,  Erdem,  ablasına  yazdığı  mektuplarda,  bu  durumdan  şikayet  ederdi.

Ablası  ise,  iyi  bir  yemek  pişirse,  kardeşlerini  düşünür,  yemekte,  iştahı  kaçardı.  Bazen,  Onları düşünerek,  ağladığı  bile  olurdu.  Baba  evinin  üst  katları ,  halen  kira  getiriyordu.  Ne  kiradan,  ne  de  mirastan  herhangi  bir  hak  talep  etmemişti.  Rahmetli  annesinden  kalan  dükkanın  kirasını  da  Onlara  bırakmıştı.  Üstelik,  misafir  olarak  gittiği  veya  Onların  buraya  geldikleri  zaman  da  eli  üstlerinden  gitmiyordu.

Enişte  bey,  bu  geliş,  gidişlere  karşı  duyarsız   gibiydi.  Hareket  ve  davranışlarında  bir  değişiklik    görülmüyordu.  Zaten,  duygu  ve  hislerini  belli  etmeyen  biriydi.  Yengem  ve  kızlar,  Ona  hayrandılar.  Onlara  ve  çoğu  kimseye  göre,  çok  efendi,  eşi  bulunmaz  bir  insandı.  Ama,  Onun,  kendi  yaşantısında  bir  değişiklik  olmamıştı.  Hafta  sonlarında,   yalnız  başına  yürüyüşe   çıkmalar,  Polonez  köye  gitmeler  devam  ediyordu.  Orada,  bir  kadınla  ilişkisi  olduğuna  dair  dedikodu,  ablamın  kulağına  kadar  gelmişti.  Ablam,  acısını  içine  gömmeyi    bilmişti  ki,  komşu  kadınlarla  bir  araya  geldiği  zamanlar,  yine  gülüyor,  kulaklara  hoş  gelen,  gevrek  kahkahasını  atıyordu.

 

                 5. YİNE   BİR  GÖNÜL  İŞİ

 

Ablam,  geçen  sendeki  gibi,  zaman,  zaman ,  bana  takılmaktan  duramıyordu.

--Bu  sene,  okulda,  kaç  kızın  gönlünü  yaktın?  Bir  mi,  beş  mi?  Ben  de  Ona, gönül  maceralarımı  anlatırdım.  Ama,  en  çok  Mualla’nın  öyküsü  aklında  kalmıştı  ve  tavsiyelerine  devam  ederdi.

--Anlaşılan,  yaşadıkların  geçmişte  kalmış.  Biraz  da,  buradakilere,  komşu  kızlarına  bak,  diyerek,  isimlerini  sayardı.

Saydıklarının  hepsini  tanıyordum.  Hiç  biri,  bana  göre,  daha  doğrusu,  değer  yargılarıma  uygun  değildi.  “Her  yiğidin  gölünde  yatan  aslanın  farklı  olması  doğaldı”. Ben  de ,  her şeyden  önce, Onların,  gözlerinin,  açık  renk  olasını  tercih  ederdim,  Buna  rağmen,  alt  kattaki  kiracının  kızı   ( evlatlığı)  bana,  biraz  farklı  gelmişti.   Ablam  söyledikten  sonra  dikkat  etmiştim.  Galiba,  benden,  bir-  iki  yaş  büyüktü.  Vücudu  düzgün,  bacakları  muntazam,  siyah  saçlı,  kara  üzüm  gibi  gözleri  vardı.  biraz  da  zayıf  ve  zarifti.

Artık,  çeşmeden  su  taşırken,  bahçede  çalışırken,  sokaktan  eve  gelirken,  gözüm,  hep,  o  tarafa,  Onların  pencerelerine  kayar  olmuştu.

Buraya  geldikten  ekiz  on  gün  sonra,  okula  gidip,  kaydımın  gelip,  gelmediğini  öğrenmek   istemiştim.  Bu  nedenle,  Üsküdar’a  uğrayan  bir  vapura,  oradan  da  tramvaya  binerek,  Haydarpaşa  lisesinin  önünde  indim.  Bina,  muhteşem  büyüklükteydi.  Bahçesi,  yüksek  duvarlarla  çevrilmişti.  Önce,  bakımlı  geniş  bahçesinden,  sonra  da  çift  kanatlı, ahşap  kapısından  geçerek,  geniş  koridorlara  ulaştım.  Okul  idaresinin  bulunduğu  yeri,  sorarak  öğrendim.  İlgililere,  adımı  ve  soy  adımı  söyledikten  sonra,  Bilecik’ten,  kaydımın  gelip,  gelmediğini  sordum.  Evraklarım  gelmiş  ve  kaydım  yapılmıştı.  Ancak,  “hangi  branşı  tercih  ettiğimi “ sorduklarında,  “Edebiyat,”  cevabını  vermiştim.  Ayrılırken,  “okullar  açılmadan,  bir  kaç  gün  önce  gelirsen  iyi  olur”  tembihinde  bulunmuşlardı.

 

 

                 6. SİMİTÇİ  DÜKKANI

 

Okula  kaydımın  yapıldığını  öğrendikten  sonra,  geri  kalan  tatil  süremi,  bir  yerde,  çalışarak  değerlendirmek  istiyordum.  Ablam,  konuyu  Enişte  Bey’e  açınca,  O’da ,  bana,  aziz  arkadaşı,  muhtarın  dükkanında,  bir    bulmuştu.

Simitçi  dükkanı,  vapur  iskelesinin  karşısında,  küçük  bir  yerdi.  Burada,  yalnız  simit  değil,  pofça,  kurabiye  gibi  şeyler  de  satılıyordu.  Muhtar  amca,  sabah  namazından  çıktıktan  sonra,  dükkanı  açıyor,  henüz,  fırından  çıkan,  mamulleri  alıyor  ve  ben  gelinceye  kadar  satışa  devam  ediyordu.  Görevi,  ben  devir  aldıktan  sonra,  ancak,  akşam   üstü,  saat  1700-  1800  de  geliyordu.

Bu  iş,  oldukça,  hoşuma  gitmişti.  Dükkana,  değişik  insanlar  gelip  gidiyordu. Boş  kaldığım  vakitlerde  de,  caddeden  geçen  insanları  izlemek,  bana  zevk  veriyordu.  Ancak,  kıyafetlerinden,  hâl  ve  tavırlarından,  fakir  oldukları  anlaşılan  insanlar  geldiklerinde,  mazim   gözümün  önüne  geliyor,  hem  kendi,  hem  de  Onlar  namına  üzülüyordum.  Öyle  veya  böyle,  burada    çalışmak  suretiyle,   hem  tecrübe  edinmiş,  hem  de   bir  kaç  kuruş  okul  haçlığı  kazanmıştım.  Dolayısıyla,  yaz  tatilimi  değerlendirdiğim  için   memnundum ..

Okulun  açılacağı  tarih  belli   olmuştu.  Bir,  iki  gün  önce  okula  gitmem  gerekiyordu.  Okul  açılıp,  dersler  başlamadan  gitmeliydim  ki,  yatakhanede  yerimi  bileyim,  yemekhane  ve  kütüphane  ve  sınıfları  göreyim  düşüncesindeydim.  Evden  ayrılırken,  Yasemin  ablamın, “ hafta  sonları  da  buraya  gel,  bizimle  geçir”  demesi,  beni  çok  sevindirmişti.

Hafta  sonlarında,  sağa,  sola  gitmek,  arkadaşların  peşine  takılıp  eğlenmek,  para,  hem  de  epeyce    para  isteyen  bir  işti.  Öyle  harcayacak  fazla  para  da   bende  olmadığına  göre....    Ayrıca,  burası,  koskoca  bir  şehirdi,  her  türlü  olumsuzluklar  söz  konusu  olabilirdi.  Bu  sebeple,   ablamın  teklifi,  bana daha  uygun  ve cazip  gelmişti.  Nihayet,  vapur  3  kuruş.  Tramvay  2,5  kuruştu.  Yani,  on  kuruşla,  oraya  gidip,  gelmek  mümkündü.  Okuldan  çıkmayıp,  devamlı  kalsam,  bu  sefer  de,  hapis  hayatı  yaşıyormuşum   gibi,  psikolojik  bir  etkisi  olacaktı.  Halbuki,  Bilecik’te,  hafta  sonu  yaşamı  farklıydı.  Bir  kaç  arkadaş  bir  araya  gelerek, grup  oluşturur,,  kendimizi  (Mevsim  uygunsa)  kırlara,  tarlalara  atardık.  Hem  koşar,  hem  de,  doğanın  nimetlerinden,  çağla,  ayva  ceviz  gibi,  istifade  ederdik. İstanbul’da  böyle  bir  imkân  olmadığına  göre,  ablamın  teklifine  sevinmiştim.  Üstelik,  şimdi,  bir  de  gönül  işi  vardı,  Ayça!

Tekrar,  iki  kanatlı,  büyük ahşap  kapıdan  içeri  girdim.  Talebelerin  girdiği  kapı  ile  öğretmen  ve  idarecilerin  girdiği  kapı  ayrıydı.  İlk  işim,  idari  büroya  uğrayıp  geldiğimi  haber  vermek  oldu.  Katılışımı  not  aldıklarını,  ancak,  yemek  için,  bir  gün  sonraki  tablodod’a  ilave  edebileceklerini,  ama   akşam  yemeğini  yiyebileceğimi  söylemişlerdi.  Ayrıca,  üç  gün  sonra,  bahçede,  okulun  açılış  töreni  yapılacağını  belirtmişlerdi.  Yatakhane  ve  yatacağım  yeri  öğrendikten  sonra,  akşama  kadar,  vaktimi  değerlendirmek  için,  İstanbul’a  ilk  ayak  bastığım  yer  olan  Fener yolu’na   gitmeye  karar  verdim.  Orada,  köylülerden  bir  kaçını  bulacak,  sohbet  edecek,  havadis  alacaktım.  Bu  düşünceyle,  tramvaya  atlayıp  oraya  gittim.  Nitekim,  komşumuz,   Osman  ile  Huylu  Osman,  kahvede,  oturur  buldum.  Beni  görünce,  sevinmişlerdi.  Masada  yer  açıp,   çay  ikram  ettiler.  Benim  talebe  olduğumu,  okuduğumu  biliyorlar,  belki  de  gurur  duyuyorlardı.  Nede  olsa,  köylerinden  çıkarak,  bu  seviyeye  kadar  okuyabilen  ilk  çocuk  bendim.  Davranışları,  bu  kanımı  doğruluyordu.  Aslında,  ilk  olmanın  gururunu  ben  de  duyuyordum.  Konuşma  sırasında,  Muhittin   ile  İbrahim  ağabeyimi  nerede  bulabileceğimi  sordum.  Muhittin,  karabatak  gibiydi.  Nerede  olduğu  bilinmiyordu.  Ama,  İbrahim  ağabeyimi  Selami  Çeşmenin  orada  görmüşlerdi.  “İstersen  Onu  gör  “ dediler.  İbrahim  ağabeyimi,  hakikaten,  severdim.  Ana  bir  baba  ayrı  olmasına  rağmen,  Onu,  muhittin’den  daha  fazla  sever,  hürmet  ederdim.  Her  zaman,  İstanbul’a  gelip,  gidenlerden  değildi.  Yağmurun  az  düştüğü,  mahsulün  az  olduğu  durumlarda,  bir  kaç  kuruş  kazanmak  maksadıyla  gelirdi.  Onu  göreceğim  için  sevinçliydim.  Hat  boyu  Selami  Çeşmeye  doğru  yürümeye  başladım.  Onu  tahmin  ettiğim  yerde,  fıstık  çamının  altında  uzanmış,  dinlenirken  buldum.  Beni  görünce,   mavi  gözleri  güldü.  Kaç  senedir,  birbirimizi  görmemiştik.  Şimdi,  karşısında,  pejmürde  kıyafet  yerine,  düzgün  kıyafetli,  biraz  da  büyümüş  olarak,  beni  görünce,  şaşırdığı  belliydi.  Ellerini  öpmek  istedim,  öptürmedi,  sarılıp,  kucaklaştık.

Anlatacak  çok  şey  vardı.  Ben  anlattıkça  da,

--Aferin,  Yusuf!  Aferin  kardeşim,  diyordu.  Okuyan  bir  kardeşinin  olması,  belli  ki  Onu  sevindiriyordu.  Konuşmalarımız  sırasında,  Dayımın  öldüğünü  duyunca,  çok  üzülmüştü.  Çünkü,  Onu,   tanıyor,  benim  için  yaptıklarını  biliyordu.

Kendisinin,  buraya,  çalışmaya  gelme  sebebini  de,

--Bu  sene,  köye,  çok  az   yağmur  düştü.  Tarlalarda  mahsul  olmayacağını  anlayınca,  bunu  telafi   maksadıyla,  buraya  geldim.  Eh!  Borçları  ödeyecek  bir  kaç  kuruş  da  biriktirdim,  Allah  bereket  versin,  diyerek  açıklamıştı.  Köyden  havadislere  gelince:  Annem,  yine,  midesinden  şikayetçiydi.  Kardeşim  Celâl  büyümüş,  koca  delikanlı  olmuştu.  Nadire nin,  bir  kızı  daha  olmuş,  Kendisi  de  karısını  boşamış,  Geredeli  hocanın  kızıyla  evlenmişti.  Bir   oğlu,  bir  de  kızı  olmuştu.

Ağabeyimin  bu  sözleri,  beni  mazime  sürüklemişti.  Daha  çok  acılar,  Acı  ve  eziyet  çeken  insanlar  ve  daha  az  sevgiler!....

Akşam  üstü,  ayrılırken”  lazım  olur”  diye,  bütün  itirazıma  rağmen,  elime  10  lira  tutuşturmuştu.  Sarılıp,  öpüştükten  sonra,  “Ben  de  bir  kaç  gün  içinde,  köye  döneceğim”  demişti.

Gece,  okulda,  değişik  bir  ortamda  ve  değişik  bir  yatakta  uzanmış  yatarken,  düşüncelerimde,  hâlâ,  mazinin  sahneleri  yer  alıyordu  ve  bir  türlü  uyutmuyordu.  Yatakhanede,  benim  gibi,  erken  gelen  bir  kaç  arkadaş  daha  vardı  ki,  Onlar  konuşa,  konuşa  çoktan  uykuya  dalmışlardı.

( Zorlu Dönemeçler-1-b6-3- başlıklı yazı coni tarafından 16.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu