Eylülün on beşiydi. Sabah erkenden, talebeler ve öğretmenler , sökün etmeye başlamışlardı. Bütün öğretmen ve öğrenciler, iç avluda toplanmıştık. Her sınıfın, bir sınıf öğretmeni vardı. Muhtemeldir ki, birinci sınıf öğrencileri, benim gibi, hangi sınıfta okuyacaklarını bilmiyorlardı. Sınıf öğretmenleri, ellerindeki listelerden, öğrencilerinin ad ve soy adlarını, megafonla okuyarak, bir sıra halinde toplamaya çalışıyorlardı. Bu arada, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencileri de yerlerini almışlardı. Avlu, o kadar kalabalıktı ki, insan kendini, bir ordu sahasında sanırdı. Kargaşa, bağırma, çağrışma, derken, ancak, saatler sonra, sınıflar oluştu ve hep bir ağızdan, istiklal marşının söylenmesiyle, resmen , okul açılmış oldu.
Artık, öğretmenlerin eşliğinde, gruplar, muhtelif merdivenlerden çıkmak suretiyle, sınıflarına girmeye başlamışlardı. Gürültü, patırtı, görülmeye değer bir manzaraydı. Bir an geldi ki, artık, herkes sınıflarına girmiş, gürültü ve patırtının yerini, sessizliğe bırakmıştı.....
Sınıflar, an fi şeklindeydi. Böyle bir sınıfı, ilk defa görüyordum .. Sınıfımız çok genişti ama, 50-60 da talebe vardı.
Fen yerine, edebiyat kolunu seçmiştim. Fen dersleriyle, bilhassa, matematik ve fizik dersleriyle, başım hoş değildi. Bu sebeple, Bilecik’ten gelen bazı arkadaşlarla ayrı düşmüştük. Selahattin, Necdet, Ali Duran Şinasi ile aynı sınıfta idik. Bizim sınıfta kız talebe yoktu. Onlar, karma sınıfta okuyorlardı. Bizim sınıfta ve okulda, bizden çok daha büyük talebeler vardı. Bizim sınıf, paralı, parasız ve neharî olarak okuyan öğrencilerle karışıktı. 50- 60 kişi olunca, birbirimizi tanımakta güçlük çekiyorduk.
Okulun, bu ilk gününde, hocamız, teker, teker ayağa kaldırarak, isimlerimizi, memleketimizi, hangi okuldan geldiğimizi, leyli mi, nehari mi , paralı mı, meccani mi ? sorularıyla, bizleri, biraz olsun tanımaya çalışıyordu. Güya, bizler de, birbirimizi, böylece tanıyacaktık. Ama, hoca dahil, acaba, kaç kişiyi aklımızda tutabilmiştik ki? Birbirimizi tanımamız, belki de sene sonunu bulacaktı. Hele diğer sınıflardaki öğrencileri de nazarı itibara alırsak, buna ömür yetmezdi. Okul dışında birisini görsek “ göz aşinalığı var, ama nereden” diye , kendi, kendimize soracaktık.
Günler geçtikçe, dersler ilerledikçe sınıf arkadaşlarımızla, öğretmenlerimiz hakkında, daha çok bilgi ve farklı kanaatlerimiz oluşmaktaydı.
Bizim sınıfta, öyle tipler vardı ki, Sabah, ilk derste boy gösterdikten sonra, ortadan yok olurlardı. Akşamları ise, sanki otelde yaşıyorlarmış gibi yemek yemeye ve yatmaya gelirlerdi. Böylelerine, biz, “ Gece kondu” adını takmıştık. Bu tipler, genellikle, paralı okuyanlardı. Sınıflarını geçemez, çift dikiş giderlerdi. Çift dikişle de tutunamayanlar, Anadolu Lisesine kapağı atarlardı. Anadolu lisesinin, böyle, çaka, çaka başı dönmüş paralı talebeleri sınıf atlatmakta , ün yapmış olduğu söyleniyordu.
Öğretmenleri de, tanımakta zorluk çekiyorduk. O kadar çok sınıf, o kadar çok öğretmen vardı ki! Bahçede dolaşırken, bazen, öğretmen mi? Öğrenci mi, ziyaretçi mi? Birbirine karıştırıyorduk. Bizden üst sınıflar, biraz da bilgiçlik ve üstünlük taslar gibi, bazı hocaları, uzaktan göstererek,
“—Bak, şu gördüğünüz, sıfırcı Naciye, biyoloji hocası; Su ise, Boncuk Ömer, Spor hocası, aynı zaman da müdür muavinlerinden biri.; şu, uzun boylu, kara, kuru, Kasap Ekrem, coğrafya hocası. Talebeleri doğramakta, yani sınıfta bırakmakta üstüne yok; şu da Fransızca hocası, PASSE”! O da , öbüründen farklı değil ya!
Okulda çok hoca olmasına karşın, konuşmaları ve davranışlarıyla, bizim üzerimizde iz bırakanlar, sekiz, onu geçmezdi. Örneğin:Coğrafya hocamız dindar bir insandı. Tanrının varlığını kanıtlamak için, sık, sık misaller verir, Kâinatın yaratılışından, karınca ve arıların yaşantısından, uzun, uzun bahsederken,
--Etrafınızdaki her şeye bakın, bakmak kafi değil, görün. Üzerinde düşünün ve ibret alın. O zaman, Tanrının varlığını, içinizde hissedeceksiniz, derdi.
Fransızca hocamız da, Fransa ve İtalya’yı, genel olarak Avrupa’yı dolaşmış, görmüş, geçirmiş bir insandı. Onun, ders harici konuşmaları da bu memleketlere aitti. Dersi kaytarmak için, ısrarla, gördüğü yerleri anlatmasını isterdik. O’ da, maksadımızı bildiği halde, yarım saat, Paris’i , Eiffel kulesinin Madenî yapısı, 300 m. Yüksekliği ile , Fransızlar için bir övünç anıtı olduğunu , İtalya’daki , Piza kulesinin eğriliğini, mermer merdivenlerinin, yüzyıllar boyu, ziyaretçi ayakları altında, aşınmışlığını; Venedik’i ve gondollarını, SAN Marco meydanını; Kabri adasını, mavi mağaranın görülmeye değer güzellikte olduğunu, ballandıra, ballandıra anlatırdı. Bu arada, Fransızca kelimeler ve sözler eklemeyi de unutmazdı.
Sıfırcı Naciye, biyoloji hocamızdı. Kısa boylu, etine dolgun, çok güzel bir kadındı. Laboratuar derslerinde, bilhassa, insan anatomisi üzerinde durur, erkek cinsel organının ne kadar muhteşem bir şey olduğunu, ciddi bir eda ile anlatırdı. Biz de, gizli, gizli, birbirimize bakar, gülerdik.
Boncuk Ömer ise, bütün talebeler tarafından sevilen, Kısacık boyuna rağmen, biraz da korkulan spor hocamızdı.
Günler ilerledikçe, etrafımı ve bilhassa, okulumu, daha fazla tanımaya başlamıştım.
Bu muhteşem binayı, ilk defa, 1944 yılında görmüştüm. O sıralar, ilk okulu bitirmiş, askerî orta okula girmek istiyordum. Okula girmek, girebilmek için ilk şart, sağlık raporu almaktı. Bu sebeple, Haydarpaşa, askerî hasta hanesine sevk edilmiştim. İşte o zaman , Önünden geçerken, bu binayı görmüş, büyüklüğü, beni, hayrete düşürmüştü. Adını, daha önce, İzmit’teyken duymamın rolü de vardı bunda.
Dayım, büyük oğlunu , okuması için, paralı olarak, Haydarpaşa Lisesi’ne göndermişti. Erdemin halası, Kuşdili çayırının yanında oturuyordu. Yani, okula yakın sayılırdı. Hafta sonları, evci olarak, halasının yanına çıkıyordu. Kalamış, moda, adalar, derken, İstanbul’un mesire yerlerini gezme imkanı bulmuş, Derslere de gereği kadar vakit ayıramamış, önem de vermemişti. Üstelik, bir de babasının okul taksitlerini ödemeyeceğini anlayınca, okumayı yarıda bırakıp, İzmit’e dönmüştü. İşte, Haydarpaşa lisesi hakkında, ilk kulak dolgunluğum, Erdem ağabeyden dinlediklerimdi. O zamanlar, burada okuyacağım, aklımın köşesinden bile geçmemişti.
Binanın içine girdikten sonra, insanın merakı ve hayranlığı bir kat daha artıyordu.
Bina hakkında sorup öğrendiklerime gelince: Bina Almanlar tarafından inşa edilmiş. Yapımına, Abdülhamit zamanında, 1893 yılında başlanmış, 1903 yılında bitirilmiş, 1897 Osmanlı- Yunan harbinde büyük başarı gösteren Haydar paşanın ismini yad etmek bakımından Onun ismi verilmiş. Mektebi-i tıbbiye-i şahane’ye tahsis edilmek suretiyle tıp fakültesi olarak 1933 yılına kadar, bu maksatla kullanılmış, Tıp fakültesi Beyazıt ‘a taşındıktan sonra da, Atatürk’ün emriyle, 1936-1937 yılında, Haydarpaşa Erkek lisesi olarak öğretime açılmıştı.Aradaki yıllar süresince de Öğretmen okulu olarak kullanılmış.
Bina, deniz kenarına kadar uzanan büyük bir arazi üzerinde inşa edilmiş, ancak bilahare, deniz doldurularak Haydarpaşa rıhtımı ve limanı inşa edilince, denizden uzaklaşmış. Bina Şekil olarak girintili çıkıntılı, Barok tarzında inşa edilmiş, bir sanat eseri olarak değerlendiriliyordu. Binanın ortasında boşluk bırakılmıştı . Bu boşluk, binanın, iç taraftan da ışık almasına imkan veriyor, ayrıca, zemini, gezinti ve spor etkinlikleri için kullanılıyordu.
Bina, 9mt. Yüksekliğindeki tavanlarıyla, dört katlı ve muhteşem görünüyordu. Deniz tarafından görünüşü ile, kara, yani, Kadıköy—Üsküdar yolu tarafından görünüşü şekil ve yükseklik olarak farklıydı. Binanın deniz tarafında, köşelerde, iki şer ortada da iki tane olmak üzere, tam altı tane kulesi vardı. Ortadaki kuleler üzerine, uzaklardan görülebilecek şekilde saatler yerleştirilmişti. Çatıda, kulelerin etrafında, beton tarasalar bulunmaktaydı .. İstanbul’un her tarafından, bu kuleler görüldüğü gibi, bu taraçalardan da Saray burnu, Sultan Ahmet, Çamlıca ve adaların şahane manzaraları gözler önüne seriliyordu.
Vaktiyle deniz tarafından da girilebilen binanın, esas giriş kapıları kara yolu tarafındaydı. Bu kapılara geniş , havuzlu bir bahçeden geçilerek ulaşılıyordu. 3 tane , geniş ve yüksek ikişer kanatlı, ağaçtan, oymalı ve süslü kapısı vardı. Giriş katında, İdari bölümler geçildikten sonra, sınıfların bulunduğu koridorlara ulaşılıyordu. Sınıflar uzun koridorlar boyunca ( ki bir koridorda, dokuz sınıf vardı) yerleştirilmişti. Koridorlar, o kadar geniş ve uzundu ki, zil sesiyle, sınıftan çıkan öğrenciler, kış günlerinde, teneffüs vakitlerini burada geçirip hava alabiliyorlardı. Koridorlar sayesinde, talebeler, yağmurdan ve kışın soğuğundan korunuyorlardı. Binanın ortasındaki boşluğa açılan geniş pencereler, bu boşluk sayesinde, mükemmel aydınlanıyordu.
Alt katlarda, yemekhaneler, 5 adet mutfak, çamaşırhane , hamam ve laboratuarlar vardı. Üst katta, yatakhaneler, son katta ise ne maksatla kullanıldığı, hâlâ belli olmayan, pek çok mekân vardı. Binanın altında, maksadı bilinmeyen dehlizler, geçitler mevcuttu. Bu dehlizlerin, Karaca Ahmet mezarlığına kadar uzandığı, vaktiyle, tıp talebelerinin, mezarlardan kadavra çalarak, üzerinde inceleme yaptıkları söyleniyordu. Şimdi ise, bütün dehlizler, demir parmaklıklı kapılarla, kapatılmıştı. Buna rağmen, bizim Gece Konducular, bir yolunu bulup, bu dehlizler vasıtasıyla, okulu asmayı beceriyorlardı.
Artık, hafta sonlarını iple çeker olmuştum. Aslında, Ayça ile aramızda, tam olarak, bir gönül bağı oluşmamıştı. Bakışlar, tebessümler şeklinde, başlangıç safhasından ibaretti. Ama, nedense, hafta sonuna doğru, garip bir heyecan sarıyordu içimi. Hele, Cumartesi, son dersin, biran önce bitmesini, Hocanın, dersi fazla uzatmamasını isterdim. Bazen, öğle yemeğini yemeden, tramvay durağına koştuğum olurdu. İskelede vapur beklemek ise, bana azap verirdi. Vapura binince, derin bir nefes alırdım. “ İşte beni Ona götürecek, köpüklü, beyaz at “ derdim. Vapur, her iskeleye uğrayıp, yolumu uzattığında, “ zamanımı çalıyor “ diye, kaptana söylenirdim. Acaba, bendeki, bu heyecan ve telaş niçindi? Bir tebessüm, bir göz süzmesi için miydi?
Kış geçip, ilk bahar geldiği zaman, bir Cumartesi günü, aklıma esmiş, Halama, ziyarete gitmiştim. Tesadüf bu ya, orada, Çiğdem de vardı. Eh! Öz halası değil mi, İstanbul’a gelmiş, Ona da uğramış olabilirdi? Meğer işin aslı başkaydı. Çiğdem, hasta olan Ümmühanı ziyarete gelmiş, ziyaretten sonra, İzmit’e dönmeyip, halasında kalmaya karar vermişti.
‘Ümmühan, Haydarpaşa, İntaniye, hastanesinde yatıyor’ dedi. Bu sözü duyduğumda, yüreğimin burkulduğunu Onu görmek arzusuyla, yandığını hissettim. Uzun zamandır, Onu ne görmüş, ne de , doğru dürüst haber almıştım. Sesim titreyerek sordum,
-Durumu nasıl,? Yoksa çok mu hasta?
-Onu iyi gördüm, daha iyi bir bakım ve tedavi için yatırmışlardı. Gerçekten, hemşireler, yakın ilgi gösteriyorlar, hiç olmazsa, emin ve bilgili ellerde, İzmit’e rahat olarak dönebilirim. Diyerek, muhtemelen beni, belki de esas kendini, teselli etmeye çalışıyordu. İkisi, hem akraba, hem de iyi arkadaştılar. Ne kadar üzülse, yeriydi. Benimse, ütopyamdı O ! Pazar günü, Ümmühan’ın ziyaretine gitme kararıyla, halamlardan ayrılıp, okula döndüm. Dönerken de gözüm hastanedeydi., Tramvay, İntaniye’nin hemen yakınından geçiyordu ve bizim okula çok yakındı.
Bu defa, yüreğim, Ümmühan için çarpıyordu. Yüreğimde kabuk bağlamakta olan bir yara varken , şimdi, bu yara tekrar deşilmişti. Ayrıca, hastalık durumunu da merak ediyor ve üzülüyordum. Acaba, Ona gidersem, beni nasıl karşılayacaktı. Ziyaret etmem doğru mu olacaktı? Gizli duygularımı, Ona ne kadar değer verdiğimi anlayacak mıydı? İzmit’teyken, sözler değil, gözlerim bir şeyler söylemek istemiş,, ama , O, gözlere bile geçit vermemişti. Belki de, gurur ve tenezzül meselesiydi. Eniştesinin, ilk okuldaki, fakir bir akrabasıydım çünkü. O kadar!
Acaba, şimdi, sevgiye, aşkıyla çarpan bir kalbe, ihtiyacı var mıydı? Gözlerinde, bir parıltı, bir sıcaklık görebilir miydim?
Bu duygularla, ( Hastanenin önünde satılanlardan) bir demet çiçek alarak, Pazar günü, öğleden sonra, hastaneye gittim. Hemşireler, balkon tarafını gösterdiler. Hava ılık ve güneşliydi. Hastanenin güney cephesi, boydan, boya balkondu. Hastalar, balkondaki şezlonglara uzanmışlar, güneşleniyorlardı. O’ da , hastalar arasındaydı. Yanına vardığımda, gözleri kapalıydı. Bir an, tereddüt edince, yanındaki hasta,
-Uyumuyor, seslenin, dedi. Benim seslenmeme gerek kalmadan, gözlerini açtı. Güzel, şahane gözleri, biraz, gölgelenmişti. Beni, karşısında görünce şaşırdı.
--Aa..! Yusuf, sen misin,? dedi. Ben de,
-Tanımayacaksın diye korkuyordum, neyse ki, korktuğuma uğramadım, diyerek, güya, espri yaptım.
Tebessüm ederken, bembeyaz dişleri, meydana çıkmıştı. Çekine, çekine,
-Nasılsın, Ümmühan,? Burada olduğunu, dün, Çiğdem’den öğrendim.
--Ben de onun için şaşırmıştım. Benim, burada yattığımı nasıl öğrendin, diye. Bana gelince,
--Şimdi, daha iyiceyim, burada, bize daha iyi bakıyorlar.
Ne konuşmalıydım, acaba? Böyle durumlarda da, konuşma becerim fazla değildi. İzmit ve oradakilerden başka, müşterek konumuz, hemen, hemen yok gibiydi. Onlardan bahis ederek, Onu yormak uygun olmayacaktı.
--Bizim okul çok yakın, burada olduğunu bilseydim, daha önce, ziyaretine gelirdim, diyerek, suskunluğumu bozdum.
--Biliyorum. Senin, Haydarpaşa lisesinde okuduğunu, Çiğdem söylemişti. Zaten, ben de çok olmadı buraya geleli. Böyle bir cevap duyunca sevindim. Demek ki, benimle ilgili, bazı şeyleri biliyordu. Daha fazla kalarak, Onu yormanın anlamı yoktu. Acil şifalar dileyerek, biraz da içimden atamadığım hüzünle, hastaneden ayrıldım.
Okula doğru yürürken, zihnim, hep, Onunla meşguldü. Elimde imkân olsa, Onun için, neler vermez, neler yapmazdım ki! İsteklerimin sınırı yoktu.
Ne yazık ki, parasızlık ve Onu rahatsız ederim endişesiyle, ziyaretime, bir müddet ara vermiştim. Onu tekrar görmek istediğimde ise, uzaklara, taa, Yakacık taraflarında, Süreyya Paşa, Prevantoryumuna nakledildiğini öğrenmiştim. Benim için, oralara gitmek , bir hayal, bir Ütopya peşinde koşmaktan farklı olmayacaktı. Bunun için her şeyden önce, para ve zaman lazımdı. Bu sebeple, sükutu hayale uğramış ve meyus olarak, okula dönmüştüm.