Lise üçüncü sınıfa geçtiğimde , aldığım karne geçen seneye nazaran, daha iyi idi. Yani, iyi notlar çoğunluktaydı.
Yaz tatilinde, yine iş peşindeydim. Bu defa, Enişte Bey’in sayesinde, rahat bir iş bulunmuştu. Arkadaşı, TMO ( Toprak Mahsulleri Ofisin) de baş puantör olarak çalışıyordu. TMO’ nin merkez binası, Karaköy’de bankalar caddesi üzerinde idi. Ama, ben, büroda değil, gemilerde çalışacaktım.
1940, lı yıllarda, Türkiye, iktisaden, kendini, hâlâ toparlayamamıştı. Nüfus artıyor fakat üretilen mahsul, Türkiye nüfusunu besleyemiyordu. Henüz, makineleşme yoktu. Üretim sistemleri, hâlâ ilkeldi. Dolayısıyla, bilhassa, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, muhtelif memleketlerden, buğday, nohut, mercimek gibi, hububat ithal ediliyordu. Satın alınan hububat, limanlara, gemilerle taşınıyordu. Nakliyatı yapan firmalar içinde, maalesef, Türkler azılıkta idi.. Çünkü, Türk ticaret gemileri yok denecek kadar azdı.
İlk tecrübemi, Salı pazarı rıhtımına yanaşan bir gemide yaşamıştım. Cihat Ağabey, bana işi bizzat öğretmek için, meşgul olmuş, bana yardım etmişti. Dost ve arkadaşça davranışı hoşuma gitmiş, beni onurlandırmıştı. Cana yakın bir insandı. ( Bu dostluğumuz, sonraki yıllarda da sürecek, rahmetli oluncaya kadar devam edecekti.)
Yabancı gemiler limana gelince, belli bir süre içinde, yüklerinin boşaltılması gerekiyordu. Aksi takdirde, adlaşmalara göre navlun ücreti cezalı olarak tahsil ediliyordu.
Hububat taşıyan nakliye gemilerinin ambarları göz, göz ayrılmış, buralara hububat doldurulmuştu. Böyle yüklenmesi bir nevi emniyet içindi. Aksi takdirde, hububatın geniş ambar içinde, bir taraftan diğer tarafa kayarak, geminin dengesini bozması ve batmasına sebep olması mümkündü.
Gemi ambarlarından, hububat çuvallara doldurularak, gemiye yanaşan, mavnalara taşınıyordu. Bu işi, geçici olarak tutulan, işçiler yapıyordu. Ben ve benim gibi, lise veya orta okul talebesi bir kaç arkadaş da, puantör olarak, bu taşınan çuvalları sayıyorduk. Puantörlerin içinde, kadrolu olan yaşlı başlı kişilerde vardı. İşin zamanında bitmesi bakımından, gece, gündüz üç vardiya halinde çalışmamız gerekiyordu. Ben, torpilli olduğumdan, genellikle gündüz vardiyasında çalışıyor, gece ise, geminin, uygun bir yerini bulup uyuyordum. Yeme, içme, her şey gemiye aitti. Gemi tahliye olduktan sonra, raporlar tanzim ediliyor, Baş puantör’e veriliyordu. Bilahare, karaya çıkıyor, ikinci bir gemi geliciye kadar serbest kalıyorduk. İkinci geminin ne zaman geleceği, önceden biliniyordu. Buna göre, arada uzun süre varsa, evlerimize gidebiliyorduk.
İşte böyle bir boşluktan yararlanarak, eve gittiğimde, Ayça ile bir kere daha buluşma fırsatı yakalamıştık. Yine buluşma yerimiz, ulu çam ağaçlarının altı idi. Burada, gözlerden uzak, Onun sıcaklığını duya, duya, uzun süre dertleşmiştik. Konuşmalarımızda, ne bir aşk, ne de vaat vardı. Hayalden ziyade, gerçeklere daha yakındık. İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur muydu ki? Gönüllerin de bunu istediğinden, artık tam olarak emin değildik. Üstelik, mal yok, mülk yok neye güvenecektik!. Buna rağmen, ayrılırken, tekrar buluşmak ümidimiz vardı. ( Bunun son buluşmamız olacağını ikimiz de bilemezdik ki. Kader, insanların yollarını nasıl birleştiriyorsa, öyle de ayırabiliyordu. Gemilerde çalışmam dolayısıyla, O yaz , ablamlar’a pek gelememiştim. Lise üçüncü sınıfa başladığım zamanda, derslerin sıkışıklığı, ve bitirme imtihanları derken, ayda bir veya iki defa hafta sonu eve gelebiliyordum. Ama eve yaklaşırken ne zaman pencereye baksam. Hayal gibi, Onu görürdüm. Liseyi bitirip tahsil için uzaklara gittiğimde, artık yollarımız, tamamen ayrılmış oluyordu. Seneler sonra, kendinden oldukça yaşlı ve bedence sakat bir insanla, evlendirildiğini duyunca, yüreğim cız etmişti. Üstelik, -- ablam sanki her şeyi biliyordum dercesine, Onun beyaz gelinlikle çekilmiş, kocasıyla dans eden fotoğrafını vermiş olacak ki, -- albümü her karıştırdığımda,Onun hiç de mutlu görülmeyen haline bakarak üzüntü duyacaktım. Onun mutlu olmasını ne kadar isterdim)
Baş Puantör çok çalışkan, titiz, aynı zamanda, vesveseli bir insandı. Her işin mükemmel ve çabuk olmasın isterdi. İşler, istediği gibi gitmezse, çalışanları bayağı haşlar, kırardı. Kendisi olmadığı zamanlar, görevi, yaşlı bir insan olan yardımcısı alırdı. Yardımcısı, Onun kadar titiz davranmaz, daha hoş görülü olurdu.
O tarihlerde, en makbul şeylerden biri, yabancı sigaraydı. Gemi kaptanı veya yardımcısı, bunu bildiklerinden, geminin bir an önce boşaltılması için, iş bitiricilere, hediye olarak, karton, karton sigaralar, çikolatalar, bisküviler hediye ederlerdi. Bu arada, böyle hediyelerden, benim payıma düşen de oluyordu. Sigara içmediğim için, almak istemezdim, fakat “içmesen bile, tanıdıklarına verirsin “ diye beni, ikna ederlerdi.
Aradan zaman geçtikten sonra, bu defa gemi tahliyesine, Haydarpaşa limanında başladık, Bu sefer, hububat, mavnalara değil, silolara taşınıyordu. Burada iş biraz daha zordu, çünkü gemiden karaya, oradan da siloya taşınması işi oldukça zorlaştırıyordu. Üstelik gemiler, arka, arkaya gelmiş, iş sıraya binmişti. Geçici işçi bulmak da oldukça zaman isteyen bir işti. Dolaysıyla, Cihat Ağabey, üzülüyor, gemilerin peşi sıra gelmelerine de kızıyordu. Neden zamanında haber verilmiyordu?. Halbuki, daha şimdiden, 2 Ağustosta gelecek geminin haberini almıştı bile.
Haydarpaşa limanında üç hafta çalışmıştık. Yakın olduğu için, boş kaldığım günler, halamı ziyarete gidiyordum. Halam (Dayımın kız kardeşi) Kurbağalı dere kenarında, Ankara’da evli olan kız kardeşinin evinde oturuyordu. Kız kardeşine de bu ev , evlatlık olarak verildiği aileden kalmıştı. Halam, beni oldukça iyi karşılıyordu. Tabii, elim dolu gittiğim sürece, ne de olsa dul kadındı. Her hangi bir geliri yoktu. Genellikle, kadınların veya erkeklerin tamire ihtiyaç duyulan çoraplarını aynı renk ve kalitede ip veya yünle örmek suretiyle tamir ediyordu. Birileri, Onun bu işi yaptığını öğrenmiş olmalı ki bu gibi tamirlik çorapları toplayarak, sevabına Ona getiriyordu. Bir de camilerle, hocalarla, arası pek iyiydi. Galiba, bilhassa dinî gün ve bayramlarda, oralardan bazı menfaatler sağlıyordu. Ayrıca, İzmit’e gittiği zamanlar, veya ziyarete geldiğinde, ağabeyi, Ona çok destek oluyordu. Ama şimdi kardeşi rahmetli olduğuna göre, oldukça sıkıntı çekiyordu.
Küçük halamı da, Ankara’dan geldiği sırada, orada tanımıştım. Ablasının aksine sarısın, güzel, biraz da kibirli biri idi. İnsanlara, belki de bana, tepeden bakıyordu. Kibar bir hali vardı, sanki hanımefendi görünüyordu. Evlatlık verildiği aileden miras kalan bu evin alt katını ikiye böldürmüş, bir kısmında, kendisi yazları geldiğinde, kullanıyordu. Evin üst katını da, kiraya, yeğenine vermişti. Dul halamın bu kızı, Enişte Beyin şef olarak görev yaptığı şirkette, daktilo olarak çalışıyordu.
Apandisit ameliyatı sonrası, nekahet devresini geçirirken, şefini yemeğe çağırarak, yasemin ablamı görmesine ve evlenmelerine sebep olan, hala kızı, işte buydu. Herhalde, ablam, hala kızına müteşekkir olmalıydı? Ancak, bu hala kızı, çok şanslıydı. (Gerçi, sonraki yıllarda bu şansı devam etmeyecek, kocası genç yaşta öldükten, Mühendis olan tek oğlu uçak kazasında Marmara’ya gömüldükten sonra, acılarla tek başına yaşlanacaktı) Kocası ve kayınvalidesi çok efendi insanlardı, kadir--kıymet bilen kişilerdi. Onu el üstünde tutuyorlar, bir dediğini, iki etmiyorlardı. Aynı zamanda, fedakâr ve misafirperverdiler. Asılları, Balkanlardan göç etmiş, zengin ve asil bir aileydi.
Dul halam da ilk evliliğini, Elazığlı , bir köy ağasıyla yapmıştı. Kocası, geçimsizlik nedeniyle, O’nu terk edip gidince, tek kızıyla, yalnız yaşamaya başlamıştı. Kızını okutmak için, eşin- dostun ve ağabeyinin yardımına ihtiyaç duymuştu. Öyle veya böyle, kızı okulu bitirdikten sonra iş sahibi olmuş ve Rumeli’den gelen bir göçmenle evlenmişti. Bu mozaik evlilikler neticesinde, halamın çok sevdiği erkek torunu, aynı zamanda, hem orta Anadolu, hem Rumeli hem de güney doğulu, olarak tamamen Türkiye’nin geçeğini, Türkiye’nin mozayık’ını yansıtıyordu.
Halamın kızı da tabii ki, dul anasına arada bir yardım ediyordu. Kendisi çalıştığı için oğluna annesi ve kayınvalidesi bakıp yetiştiriyorlardı. Halamın kızı, annesinden gizli, teyzesine, ev kirasını bile ödüyordu. Annesi bunu duysa, kıyameti koparırdı. O, evde parasız oturduğunu zannediyordu.
Küçük halam kibirli bir insandı. Kibirli olması, belki de zamanında, evlatlık verilmesinden kaynaklanıyordu. Hiç çocuğu olmamıştı., çocuklara bilhassa, bana davranışı da bundandı Dul halam, hava almayı, gezmeyi çok severdi. Bu mevsimde, kuşdili çayırı, cıvıl, cıvıl olurdu. Evinin önünden, dere kenarındaki yoldan, yüzlerce insan gelir geçerdi. Zaten ismi de, gezinti sokaktı. Dere de ise su halen berraklığını kaybetmemişti., henüz kurbağalar ötmekte, sandallar dolaşmaktaydı.
(Daha sonraki yıllarda, halamların anlattıklarını da nazarı itibara alarak, ÇAYIR VE DERE hakkındaki hislerimi şu dörtlüklerle dile getirecektim.)
“Bir öykü doğadan, hazin ve gerçek.
Şükredelim ki, buluyoruz, bir yudum su, içecek!
Bir zamanlar bilinirdi, çayır ve derenin ünü,
Nasıldı çayır ve derenin , dünü, bu günü.?
.Kuşların ötüşünden almıştı, çayır adını,,
Piyasa yapardı orada erkeği ve kadını.
Giyilirdi, renkli feraceler ve kırmızı fesler,
Bülbüller öterken dururdu, konuşan sesler.
Yem yeşil çimenleri vardı, ağaçları uluydu.
Öyle bir devir ki, insanlar, padişahın kuluydu.
Civarda, aşı boyalı, beyaz renkli konaklar,
Akşamları, gazinolarda, duyulurdu serenatlar.
Faytonlarda göz süzen, güzel dilberler,,
Erkekler papyonlu, bastonlu, piyasa ederler.
Ünlü gazinolar vardı, kurbağalı dere boyunda,
Dolaşırdı balıklar, sandallar berrak suyunda.
Hafız Burhan okurdu, güzel, içli gazeller,
Dinlemeye gelirdi , taa.. Üsküdar’dan, güzeller.
Sandallar, insanlarla, hep sefer yapardı.
Gazinolar kapılarını, akşamları, çok geç kapardı.
Kuşdili çayırı, artık sarardı, soldu, kalmadı renkler,
Ağaç yerine, pazarcılar için dikildi demir direkler.
Kuşdili çayırının adı oldu şimdi, Salı Pazarı,
Yeşil doğaya değdi, kem gözlerin nazarı.
Yerel yönetimi iş yapar sandık, sanalı,
Kurbağalı dere şimdi oldu, açık su kanalı.
Yaz gelince, artık, çayır, çimen hiç olmaz
Derenin pis kokusundan, civarlarda durulmaz.
Pazar biter, döküntüler, tüm sahayı kaplar,
Gelin, görün, ibret alın, aziz ahbaplar!
Pazar dağılırken, trafik, çirkinlik görülmeye değer,
Avrupalı mıyız? Ne kadar uzak, ne kadar meğer?!
Çimenler dikelim, boş, her karış toprağa,
Özlemimiz, temiz havaya, yeşil yaprağa.
Çöp bidonları her zaman kapalı olsun!
Çöpler sokağa atılmasın, kapalı bidona konsun!”
Çayır ve derenin, o zamanki güzelliğiyle tatmin olmayan halam, Kalamış’taki gazinoları ve modadaki deniz hamamını tercih ederdi. Beni görünce, vaktiyle Erdem ağabeye yaptığı gibi, kendisini, oralara götürmemi isterdi. Oralara ya tramvayla ya da sandal tutarak giderdik. Sandalcılar saatine fazla para istediklerinde,” Ayol! Şurada komşuyuz, Allah’tan korkun “ diyerek pazarlık eder ve Onları , istediği parayı vermeye razı ederdi. Bazen Kalamış’ta gazino da oturur, bazen de deniz hamamına giderek, oradan denize girerdi. Bazen de Fenerbahçe burnuna gider, ağaçların altında dolaşarak hava alır, götürdüğümüz yiyeceklerle piknik yapardık. İşte o zaman, çok mutlu olur,” Allah, senden razı olsun” diye duasın eksik etmezdi.
Ne zaman halama gitsem, yaptıracak bir iş bulur, Ufak, tefek tamir işleri mey anında, bahçedeki kuyudan su çekip, çiçekleri sulamamı, bahçeyi sulayıp temizlememi isterdi.
Bi defasında, oraya gittiğimde, bahçeyi başkasının suladığını gördüm. Bu Çiğdemdi. Benim şaşırdığım gibi, O’da beni görünce şaşırmıştı.
-Burada ne işin var? Soruma karşılık, her zamanki, hazır cevaplılıkla,
- Asıl, senin, ne işin var? Seni burada göreceğimi hiç beklemiyordum. İzmit, bugünlerde çok sıcaktı. Biraz serinlemek istedim ve halama geldim, diye cevap verdi.
Halam, elimde paketler görünce pek sevinmiş, beni güler bir yüzle karşılamıştı. Ama, yine isteklerini sıralamıştı. Hazır, Çiğdem de varken, çok sevdiği torunuyla Onları, moda plajına, oradan da kalmıştaki gazinoya götürmeliydim. Öyle de yaptım, aksi taktirde, burulması ve darılması boldu. Bu defa Çiğdem Sayesinde oldukça da zevkli vakit geçirmiştik. İşte böyle, Halamın , İstek ve emir yağdırmakta üzerine yoktu.
Hububat teslim alacağımız üçüncü liman Derince idi. Zaten, geminin geliş zamanı, daha önceden biliniyordu. İşler ona göre ayarlanmıştı. Biz , ekip olarak trenle gidecek, gemiyi orada karşılayacaktık.
Rıhtımda gemiyi, sanki bir merasim havasında karşıladık. Gemiye çıktığımızda, kaptan, bizi oturma salonuna davet etti. Orada bize mükellef yemekler ikram ettiler. Bir ara Cihat Ağabey, “ Sakın ,bunlar, bize domuz eti yedirmiş olmasınlar!”, diyerek, endişesini dile getirdi. Yemekten sonra da, hepimize, daha doğrusu, puantör olanlara , karton, karton sigara, paket içinde çikolata ve bisküvi hediye ettiler. Ayrıca, Cihat Ağabeye orijinal ambalajında iki şişe viski vermişlerdi. Ben, sigarayı almak istemedimse de, Cihat Ağabey,
-Al, oğlun, al! İçmesen bile, sevdiklerine, tanıdıklarına hediye verirsin, diyerek, beni zorlamıştı.
Bu içki ve sigara konusunun, diğer gemilerde olduğu gibi, bizim işçilerle, gemi personeli arasında, değiş tokuş biçiminde, devam edeceğine şahit olacaktım.
Böyle, ağustos sıcağında, millet terlerken, biz, deniz üstünde, püfür, püfür, serinlikte görev yapıyorduk. Tabii, buğday çuvalı taşıyan , terleyen, işçiler müstesna. Onları ter içinde zorlanır görünce, mazimi, çektiğim sıkıntıları hatırlamazlık edemiyor, üzüntü duyuyordum.
Bu defa, gündüz vardiyasında çalışıyordum. Önümden geçen çuvalları deftere kayıt ederken, bir ara, gözüm, sahile ilişti. Birileri el sallıyorlardı. Dikkatlice bakınca, bana salladıklarını anladım. Aaa! Bunlar, Çiğdem ile Ümmühan’dı. Ben “ne yapacağım” diye şaşırıp etrafıma bakarken, Cihat ağabey, Hızır gibi, yanımda bitiverdi ..Onları, Cihat ağabey de görmüştü.
--Yusuf, galiba, misafirlerin var, dedi.
--Peki, şimdi ne yapacağım?
--Dur hele! Paniğe kapılma, Ben, içerde uyuyanlardan birini kaldırır, senin yerine koyarım, Sen de , daha sonra, Onun görevini üslenirsin, diyerek, içeri girdi ve gerçekten, dediğini yapmıştı.
Kızların yanına giderken, bir taraftan seviniyor, bir taraftan da mahcubiyet duyuyordum.
İkisi de, sahilde, gülerek beni karşılamışlardı.
--Hoş geldiniz, diyerek, tokalaştık. Sonra da ilk sözüm,
--Allah, Allah! Benim, burada olduğumu nereden öğrendiniz,? oldu. Çiğdem, alaylı bir tavırla,
--Yahu, sen, kendin söylemiştin, unuttun mu? Kadıköy’de halamlarda. Gerçi seni zamanında karşılayamadık, ama kusura bakmazsın artık !.
Söyleyecek söz yoktu. Bu, benim için, büyük bir sürpriz olmuştu. Hele, Ümmühanı getirmesi!
Çiğdem de, zaten öyle düşünmüştü. Ümmühan’a konuyu açmış, “ Gidelim, Yusuf’a bir sürpriz yapalım, hem de orada piknik yaparız demiş, O’ da her nasılsa, bu fikri kabul etmişti. Yanlarında, piknik sepeti de vardı. İlerde, ağaçların altında, çimenlik bir saha gözüme ilişti. Orayı işaret ederek,
--Siz oraya doğru gidin, ben, bir dakika, gemiye gidip, geleceğim, dedim. Maksadım, Çiğdem’e verilen hediyelerden, sigara, Ümmühan’a da çikolata ve bisküvi getirmekti. Çiğdemin, tanıdığımdan beri sigara içtiğini biliyordum. Nitekim, getirdiğim hediyelere, ikisi de sevinmişlerdi.
Gelişlerinden, yengemin de haberi vardı. Piknik sepetinde, yufkasını bizzat, kendisinin açtığı, şahane böreklerden koymuştu. Seneler sonra, o lezzeti tekrar tatma imkanını bulmuştum. Asıl lezzet ise, Ümmühan’ın, daha uysal ve yumuşak bakışlarıydı. Onu, görür, görmez, sönmüş, veya sönmeye yüz tutmuş ateş, yüreğimde, yeniden alevlenmişti. Sanki, korun üzerindeki külleri bir rüzgar gelip savurmuş, için, için yanan kor, meydana çıkmış, kalbimi yakar olmuştu. Artık, Onun, ateşini, sıcaklığını , benliğimde hissediyordum.
Gurup batıncaya kadar, vakit nasıl geçti, neler konuştuk? O’nu seyretmekten büyük zevk duyuyordum, Bazen, bir gonca kadar taze ve güzel, bazen de solmaya yüz tutmuş bir çiçek gibiydi. Onu , öyle hayranlıkla seyrettiğimin, Çiğdem de farkındaydı. Konuşmaya gelince, Galiba, daha ziyade, Çiğdem konuştu, Şaklabanlık etti. Biz, ikimiz de dinledik. Ümmühan, biraz, düşünceli, hüzünlü görünse de zaman, zaman gülmüş, eğlenmiş bir arada olmamızdan zevk almışa benziyordu.
Onları, istasyona götürüp, trene bindirdiğimde, güneş, güzel gurup batmak üzereydi, Tabii, benim gurubum da öyle! Şimdi yanımdan ayrılmış , yavaş, yavaş, İzmit’e doğru uzaklaşıyordu.