12 . GEMİLERDE   PUANTÖRLÜK

 

Lise  üçüncü  sınıfa   geçtiğimde ,  aldığım  karne  geçen  seneye  nazaran,  daha  iyi  idi.  Yani,  iyi  notlar   çoğunluktaydı.

       Yaz  tatilinde,  yine    peşindeydim.  Bu  defa,  Enişte  Bey’in  sayesinde,  rahat  bir    bulunmuştu.  Arkadaşı,  TMO  ( Toprak  Mahsulleri  Ofisin)  de  baş  puantör  olarak  çalışıyordu. TMO’ nin  merkez  binası,  Karaköy’de  bankalar  caddesi  üzerinde  idi.  Ama,  ben,  büroda  değil,  gemilerde  çalışacaktım.

1940,    yıllarda,  Türkiye,  iktisaden,  kendini,  hâlâ  toparlayamamıştı. Nüfus  artıyor  fakat  üretilen  mahsul,  Türkiye  nüfusunu  besleyemiyordu.  Henüz,  makineleşme  yoktu.  Üretim  sistemleri,  hâlâ  ilkeldi.  Dolayısıyla,  bilhassa,  Amerika  Birleşik  Devletleri  başta  olmak  üzere,  muhtelif  memleketlerden,  buğday,  nohut,  mercimek  gibi,  hububat  ithal  ediliyordu.  Satın  alınan  hububat,  limanlara,  gemilerle  taşınıyordu.  Nakliyatı  yapan  firmalar  içinde,  maalesef,  Türkler   azılıkta  idi..  Çünkü,  Türk  ticaret  gemileri  yok  denecek  kadar  azdı.

İlk  tecrübemi,  Salı  pazarı  rıhtımına  yanaşan  bir  gemide  yaşamıştım.  Cihat  Ağabey,  bana  işi  bizzat  öğretmek  için,  meşgul  olmuş,  bana  yardım  etmişti.  Dost  ve  arkadaşça  davranışı  hoşuma  gitmiş,  beni  onurlandırmıştı.  Cana  yakın  bir  insandı. ( Bu  dostluğumuz,  sonraki  yıllarda  da  sürecek,  rahmetli  oluncaya  kadar  devam  edecekti.)

Yabancı  gemiler  limana  gelince,  belli  bir  süre  içinde,  yüklerinin  boşaltılması  gerekiyordu.  Aksi  takdirde,   adlaşmalara  göre   navlun  ücreti  cezalı  olarak  tahsil  ediliyordu.

Hububat  taşıyan  nakliye  gemilerinin  ambarları  göz,  göz  ayrılmış,  buralara  hububat  doldurulmuştu.  Böyle  yüklenmesi   bir  nevi  emniyet  içindi.  Aksi  takdirde,  hububatın  geniş  ambar  içinde,  bir  taraftan  diğer  tarafa  kayarak,  geminin  dengesini  bozması  ve  batmasına  sebep  olması  mümkündü.

Gemi  ambarlarından,  hububat  çuvallara  doldurularak,  gemiye  yanaşan,  mavnalara  taşınıyordu.  Bu  işi,  geçici  olarak  tutulan,  işçiler  yapıyordu.  Ben  ve  benim  gibi,  lise  veya  orta  okul  talebesi  bir  kaç  arkadaş  da,  puantör  olarak,  bu  taşınan  çuvalları  sayıyorduk.  Puantörlerin  içinde,  kadrolu  olan  yaşlı  başlı  kişilerde  vardı.  İşin  zamanında  bitmesi  bakımından,  gece,  gündüz  üç vardiya  halinde  çalışmamız  gerekiyordu. Ben,  torpilli  olduğumdan,  genellikle  gündüz  vardiyasında  çalışıyor,  gece  ise,  geminin,  uygun  bir  yerini  bulup  uyuyordum.  Yeme,  içme,  her şey  gemiye  aitti.  Gemi  tahliye  olduktan  sonra,  raporlar  tanzim  ediliyor,  Baş  puantör’e  veriliyordu.  Bilahare,  karaya  çıkıyor,  ikinci  bir  gemi  geliciye  kadar  serbest  kalıyorduk.  İkinci  geminin  ne  zaman  geleceği,  önceden  biliniyordu.  Buna  göre,  arada  uzun  süre  varsa,  evlerimize  gidebiliyorduk.

İşte  böyle  bir  boşluktan  yararlanarak,  eve  gittiğimde,  Ayça  ile bir  kere  daha  buluşma  fırsatı  yakalamıştık.  Yine  buluşma  yerimiz,  ulu  çam  ağaçlarının  altı  idi.  Burada,  gözlerden  uzak,  Onun  sıcaklığını  duya,  duya,  uzun  süre  dertleşmiştik.  Konuşmalarımızda,  ne  bir  aşk,  ne  de  vaat  vardı.  Hayalden  ziyade,  gerçeklere  daha  yakındık.  İki  gönül  bir  olunca,  samanlık  seyran  olur  muydu  ki?  Gönüllerin  de  bunu  istediğinden,  artık  tam  olarak  emin  değildik.  Üstelik,  mal  yok,  mülk  yok  neye  güvenecektik!.  Buna  rağmen,  ayrılırken,  tekrar  buluşmak  ümidimiz  vardı. ( Bunun  son  buluşmamız  olacağını  ikimiz  de  bilemezdik ki.  Kader,  insanların  yollarını  nasıl  birleştiriyorsa,  öyle  de  ayırabiliyordu.  Gemilerde  çalışmam  dolayısıyla,  O  yaz  , ablamlar’a  pek  gelememiştim.  Lise  üçüncü  sınıfa  başladığım  zamanda,  derslerin  sıkışıklığı,  ve  bitirme  imtihanları  derken,  ayda  bir  veya  iki  defa  hafta  sonu  eve  gelebiliyordum.  Ama  eve  yaklaşırken  ne  zaman  pencereye  baksam.  Hayal  gibi,  Onu  görürdüm.  Liseyi  bitirip  tahsil  için  uzaklara  gittiğimde,  artık  yollarımız,  tamamen  ayrılmış  oluyordu.  Seneler  sonra,  kendinden  oldukça  yaşlı  ve  bedence  sakat  bir  insanla,  evlendirildiğini  duyunca,  yüreğim  cız  etmişti.  Üstelik, -- ablam  sanki  her  şeyi  biliyordum  dercesine,  Onun  beyaz  gelinlikle  çekilmiş,  kocasıyla  dans  eden  fotoğrafını  vermiş  olacak ki, -- albümü  her  karıştırdığımda,Onun  hiç  de  mutlu  görülmeyen  haline  bakarak  üzüntü  duyacaktım. Onun  mutlu  olmasını  ne  kadar  isterdim)

        Baş  Puantör  çok  çalışkan,  titiz,  aynı  zamanda,  vesveseli  bir  insandı.  Her  işin  mükemmel  ve  çabuk  olmasın  isterdi. İşler,  istediği  gibi  gitmezse,  çalışanları  bayağı  haşlar,  kırardı.  Kendisi  olmadığı  zamanlar,  görevi,  yaşlı  bir  insan  olan  yardımcısı  alırdı.  Yardımcısı,  Onun  kadar  titiz  davranmaz,  daha  hoş  görülü  olurdu.

         O  tarihlerde,  en  makbul  şeylerden  biri,  yabancı  sigaraydı.  Gemi  kaptanı  veya  yardımcısı,  bunu  bildiklerinden,  geminin  bir  an  önce  boşaltılması  için,    bitiricilere, hediye  olarak,  karton,  karton  sigaralar,  çikolatalar,  bisküviler   hediye  ederlerdi.  Bu  arada,  böyle  hediyelerden, benim  payıma  düşen  de  oluyordu.  Sigara  içmediğim  için,  almak  istemezdim,  fakat  “içmesen  bile,  tanıdıklarına   verirsin “ diye  beni,  ikna  ederlerdi.

Aradan  zaman  geçtikten  sonra,  bu  defa  gemi  tahliyesine,  Haydarpaşa  limanında  başladık,  Bu  sefer,  hububat,  mavnalara  değil,  silolara  taşınıyordu.  Burada    biraz  daha  zordu,  çünkü  gemiden  karaya,  oradan  da  siloya  taşınması    işi  oldukça  zorlaştırıyordu.  Üstelik  gemiler,  arka,  arkaya  gelmiş,    sıraya  binmişti.  Geçici  işçi  bulmak  da  oldukça  zaman  isteyen  bir  işti.  Dolaysıyla,  Cihat  Ağabey,  üzülüyor,  gemilerin  peşi sıra    gelmelerine  de  kızıyordu.  Neden  zamanında  haber  verilmiyordu?.  Halbuki,  daha  şimdiden,  2  Ağustosta  gelecek  geminin  haberini  almıştı  bile.

Haydarpaşa  limanında  üç  hafta  çalışmıştık.  Yakın  olduğu  için,  boş  kaldığım  günler,  halamı  ziyarete  gidiyordum.    Halam  (Dayımın  kız  kardeşi)  Kurbağalı  dere  kenarında,  Ankara’da  evli  olan  kız  kardeşinin  evinde  oturuyordu.  Kız  kardeşine  de  bu  ev , evlatlık  olarak  verildiği  aileden  kalmıştı.  Halam,  beni   oldukça   iyi  karşılıyordu.  Tabii,  elim  dolu  gittiğim  sürece,  ne  de  olsa  dul  kadındı.  Her  hangi  bir  geliri  yoktu.  Genellikle,  kadınların  veya   erkeklerin  tamire   ihtiyaç   duyulan   çoraplarını   aynı  renk  ve  kalitede  ip  veya  yünle   örmek   suretiyle  tamir  ediyordu.  Birileri,  Onun  bu  işi   yaptığını   öğrenmiş  olmalı  ki  bu  gibi  tamirlik  çorapları  toplayarak,  sevabına  Ona  getiriyordu. Bir  de  camilerle,  hocalarla,  arası  pek  iyiydi.  Galiba,  bilhassa  dinî  gün  ve  bayramlarda,  oralardan  bazı  menfaatler  sağlıyordu.   Ayrıca,  İzmit’e  gittiği  zamanlar,   veya    ziyarete  geldiğinde,  ağabeyi,    Ona  çok  destek  oluyordu.  Ama  şimdi  kardeşi  rahmetli  olduğuna  göre,  oldukça  sıkıntı  çekiyordu.

Küçük  halamı  da,  Ankara’dan   geldiği  sırada,  orada  tanımıştım.  Ablasının  aksine  sarısın,  güzel,  biraz  da  kibirli  biri  idi.  İnsanlara,  belki  de  bana,  tepeden  bakıyordu.    Kibar  bir  hali  vardı,  sanki  hanımefendi  görünüyordu.  Evlatlık  verildiği  aileden  miras  kalan  bu  evin  alt  katını  ikiye  böldürmüş,  bir  kısmında,  kendisi    yazları  geldiğinde,  kullanıyordu.  Evin  üst  katını  da,  kiraya,  yeğenine  vermişti.  Dul  halamın  bu  kızı,  Enişte  Beyin  şef  olarak   görev  yaptığı   şirkette,  daktilo  olarak  çalışıyordu.

Apandisit  ameliyatı  sonrası,  nekahet  devresini  geçirirken,  şefini  yemeğe  çağırarak,  yasemin  ablamı  görmesine  ve  evlenmelerine  sebep  olan,  hala  kızı,  işte  buydu.   Herhalde,  ablam,  hala  kızına  müteşekkir  olmalıydı? Ancak,  bu  hala  kızı,  çok  şanslıydı. (Gerçi,  sonraki  yıllarda  bu  şansı  devam  etmeyecek,  kocası  genç  yaşta  öldükten,  Mühendis  olan   tek   oğlu  uçak  kazasında  Marmara’ya  gömüldükten  sonra,   acılarla  tek  başına  yaşlanacaktı)  Kocası  ve  kayınvalidesi  çok  efendi  insanlardı,  kadir--kıymet  bilen  kişilerdi.  Onu  el  üstünde  tutuyorlar,  bir  dediğini,  iki  etmiyorlardı.  Aynı  zamanda, fedakâr  ve  misafirperverdiler.  Asılları,  Balkanlardan  göç  etmiş,  zengin  ve  asil  bir  aileydi.

Dul  halam  da  ilk  evliliğini,  Elazığlı ,  bir  köy  ağasıyla  yapmıştı.   Kocası,  geçimsizlik  nedeniyle,  O’nu  terk  edip  gidince,  tek  kızıyla,  yalnız  yaşamaya  başlamıştı.  Kızını  okutmak  için,  eşin-  dostun  ve  ağabeyinin  yardımına  ihtiyaç  duymuştu.  Öyle  veya  böyle,  kızı   okulu  bitirdikten  sonra    sahibi  olmuş  ve  Rumeli’den  gelen  bir  göçmenle  evlenmişti.  Bu   mozaik   evlilikler  neticesinde,  halamın  çok  sevdiği  erkek  torunu,   aynı  zamanda,   hem  orta  Anadolu,  hem  Rumeli  hem  de  güney  doğulu,   olarak   tamamen Türkiye’nin  geçeğini,  Türkiye’nin  mozayık’ını    yansıtıyordu.

 Halamın  kızı  da  tabii  ki,  dul  anasına   arada  bir  yardım  ediyordu.  Kendisi  çalıştığı  için   oğluna  annesi  ve  kayınvalidesi  bakıp  yetiştiriyorlardı.  Halamın  kızı,  annesinden   gizli,  teyzesine,  ev  kirasını   bile  ödüyordu.  Annesi  bunu  duysa,  kıyameti  koparırdı.  O,  evde  parasız  oturduğunu  zannediyordu.

Küçük    halam  kibirli  bir  insandı.  Kibirli  olması,  belki  de  zamanında,  evlatlık  verilmesinden  kaynaklanıyordu.  Hiç  çocuğu   olmamıştı.,  çocuklara   bilhassa,  bana  davranışı  da   bundandı                                                                 Dul  halam,  hava  almayı,  gezmeyi  çok  severdi.  Bu  mevsimde,  kuşdili  çayırı,  cıvıl,  cıvıl  olurdu.  Evinin  önünden,  dere  kenarındaki  yoldan,  yüzlerce  insan  gelir  geçerdi.  Zaten  ismi  de,  gezinti  sokaktı.  Dere  de  ise  su   halen  berraklığını   kaybetmemişti.,  henüz  kurbağalar   ötmekte,  sandallar  dolaşmaktaydı. 

(Daha  sonraki  yıllarda,  halamların  anlattıklarını  da  nazarı  itibara  alarak,  ÇAYIR   VE  DERE  hakkındaki  hislerimi    şu  dörtlüklerle  dile  getirecektim.)

                          

“Bir  öykü  doğadan,  hazin  ve  gerçek.

Şükredelim  ki,  buluyoruz,  bir  yudum  su,  içecek!

Bir  zamanlar  bilinirdi,  çayır  ve  derenin  ünü,

Nasıldı    çayır  ve  derenin ,  dünü,  bu  günü.?

 

.Kuşların  ötüşünden  almıştı,  çayır  adını,,

Piyasa  yapardı  orada  erkeği  ve  kadını.

Giyilirdi,  renkli  feraceler  ve  kırmızı  fesler,

Bülbüller  öterken  dururdu,  konuşan  sesler.

 

Yem  yeşil  çimenleri  vardı,  ağaçları  uluydu.

Öyle  bir  devir  ki,  insanlar,  padişahın  kuluydu.

Civarda,  aşı  boyalı,  beyaz  renkli  konaklar,

Akşamları,  gazinolarda,  duyulurdu  serenatlar.

 

Faytonlarda  göz  süzen,  güzel  dilberler,,

Erkekler  papyonlu,  bastonlu,  piyasa  ederler.

Ünlü  gazinolar  vardı,  kurbağalı  dere  boyunda,

Dolaşırdı  balıklar,  sandallar  berrak  suyunda.

 

Hafız  Burhan  okurdu,  güzel,  içli  gazeller,

Dinlemeye  gelirdi ,  taa..  Üsküdar’dan,  güzeller.

Sandallar,  insanlarla,  hep  sefer  yapardı.

Gazinolar  kapılarını,  akşamları,  çok  geç  kapardı.

 

Kuşdili  çayırı,  artık  sarardı,  soldu,  kalmadı  renkler,

Ağaç  yerine,  pazarcılar  için  dikildi  demir  direkler.

Kuşdili  çayırının  adı  oldu  şimdi,  Salı  Pazarı,

Yeşil  doğaya  değdi,  kem  gözlerin  nazarı.

 

Yerel  yönetimi    yapar  sandık,  sanalı,

Kurbağalı  dere  şimdi  oldu,  açık  su kanalı.

Yaz  gelince,  artık,  çayır,  çimen  hiç  olmaz

Derenin  pis  kokusundan,  civarlarda  durulmaz.

 

Pazar  biter,  döküntüler,  tüm  sahayı  kaplar,

Gelin,  görün,  ibret  alın,  aziz  ahbaplar!

Pazar  dağılırken,  trafik,  çirkinlik  görülmeye  değer,

Avrupalı  mıyız?  Ne  kadar  uzak,  ne  kadar  meğer?!

 

Çimenler  dikelim,  boş,  her  karış  toprağa,

Özlemimiz,  temiz  havaya,  yeşil  yaprağa.

Çöp  bidonları  her  zaman  kapalı  olsun!

Çöpler  sokağa  atılmasın,  kapalı  bidona  konsun!”

 

Çayır  ve  derenin,  o  zamanki  güzelliğiyle  tatmin  olmayan  halam,  Kalamış’taki  gazinoları  ve  modadaki  deniz  hamamını  tercih  ederdi.  Beni  görünce,  vaktiyle  Erdem  ağabeye  yaptığı  gibi,  kendisini,  oralara  götürmemi  isterdi. Oralara  ya  tramvayla  ya  da  sandal  tutarak  giderdik.   Sandalcılar  saatine  fazla  para  istediklerinde,”  Ayol!  Şurada  komşuyuz,  Allah’tan  korkun “  diyerek  pazarlık  eder  ve  Onları , istediği  parayı  vermeye  razı  ederdi. Bazen   Kalamış’ta  gazino  da  oturur,  bazen  de  deniz  hamamına  giderek,  oradan  denize  girerdi.   Bazen  de  Fenerbahçe  burnuna  gider, ağaçların  altında   dolaşarak   hava  alır,  götürdüğümüz  yiyeceklerle  piknik  yapardık. İşte  o  zaman,  çok  mutlu  olur,” Allah,  senden  razı  olsun”  diye  duasın  eksik  etmezdi.

Ne  zaman  halama  gitsem,  yaptıracak  bir    bulur,  Ufak,  tefek  tamir  işleri  mey anında,  bahçedeki  kuyudan  su  çekip,  çiçekleri  sulamamı,  bahçeyi  sulayıp  temizlememi  isterdi.

      Bi  defasında,  oraya  gittiğimde,  bahçeyi  başkasının  suladığını  gördüm.  Bu  Çiğdemdi. Benim  şaşırdığım  gibi,  O’da  beni  görünce  şaşırmıştı.

-Burada  ne  işin  var?  Soruma  karşılık,  her  zamanki,  hazır  cevaplılıkla,

    - Asıl,  senin,  ne  işin  var?  Seni  burada  göreceğimi  hiç  beklemiyordum.  İzmit,  bugünlerde  çok  sıcaktı.  Biraz  serinlemek  istedim  ve  halama  geldim,  diye  cevap  verdi.

Halam,  elimde  paketler  görünce  pek  sevinmiş,  beni  güler  bir  yüzle  karşılamıştı.  Ama,  yine  isteklerini  sıralamıştı.  Hazır,  Çiğdem  de  varken,   çok  sevdiği  torunuyla  Onları,  moda  plajına,  oradan  da  kalmıştaki  gazinoya  götürmeliydim.  Öyle  de  yaptım,  aksi  taktirde,  burulması  ve  darılması  boldu.  Bu  defa  Çiğdem  Sayesinde   oldukça  da  zevkli  vakit  geçirmiştik.  İşte  böyle,  Halamın , İstek  ve  emir  yağdırmakta  üzerine  yoktu.

 

               13.  SÜPRİZ    PİKNİK

 

Hububat  teslim  alacağımız  üçüncü  liman  Derince  idi. Zaten,  geminin  geliş  zamanı,  daha  önceden  biliniyordu.  İşler  ona  göre  ayarlanmıştı.  Biz ,  ekip  olarak  trenle  gidecek,  gemiyi  orada  karşılayacaktık.

Rıhtımda  gemiyi,  sanki  bir  merasim  havasında  karşıladık.  Gemiye  çıktığımızda,  kaptan,  bizi  oturma  salonuna  davet  etti.  Orada  bize  mükellef  yemekler  ikram  ettiler.  Bir  ara  Cihat  Ağabey,    Sakın  ,bunlar,  bize  domuz  eti  yedirmiş  olmasınlar!”,  diyerek,  endişesini  dile  getirdi.  Yemekten  sonra  da,  hepimize,  daha  doğrusu,  puantör   olanlara ,   karton,  karton  sigara,   paket  içinde   çikolata  ve  bisküvi   hediye  ettiler.  Ayrıca,  Cihat  Ağabeye  orijinal  ambalajında   iki  şişe  viski   vermişlerdi. Ben,  sigarayı  almak  istemedimse  de,  Cihat  Ağabey,

-Al,  oğlun,  al!  İçmesen  bile, sevdiklerine,  tanıdıklarına   hediye  verirsin,  diyerek,  beni  zorlamıştı.

          Bu  içki  ve  sigara  konusunun,  diğer  gemilerde  olduğu  gibi,  bizim  işçilerle,  gemi  personeli  arasında,  değiş tokuş  biçiminde,  devam  edeceğine  şahit  olacaktım.

Böyle,  ağustos  sıcağında,  millet  terlerken,  biz,  deniz  üstünde,  püfür,  püfür,  serinlikte  görev  yapıyorduk.  Tabii,  buğday  çuvalı  taşıyan ,  terleyen,  işçiler   müstesna.  Onları  ter  içinde  zorlanır  görünce,  mazimi,  çektiğim  sıkıntıları  hatırlamazlık  edemiyor,  üzüntü  duyuyordum.

Bu  defa,  gündüz  vardiyasında  çalışıyordum.  Önümden  geçen  çuvalları  deftere  kayıt  ederken,  bir  ara,  gözüm,  sahile  ilişti.    Birileri  el  sallıyorlardı.   Dikkatlice  bakınca,  bana  salladıklarını  anladım.  Aaa!  Bunlar,  Çiğdem  ile  Ümmühan’dı.  Ben  “ne  yapacağım”  diye  şaşırıp  etrafıma  bakarken,  Cihat  ağabey,  Hızır  gibi,  yanımda  bitiverdi ..Onları,   Cihat  ağabey  de  görmüştü.

--Yusuf,  galiba,  misafirlerin  var,  dedi.

--Peki,  şimdi  ne  yapacağım?

--Dur  hele!  Paniğe  kapılma,  Ben,  içerde  uyuyanlardan  birini  kaldırır,  senin  yerine  koyarım,  Sen  de  ,  daha  sonra,  Onun  görevini  üslenirsin,  diyerek,  içeri  girdi  ve  gerçekten,  dediğini  yapmıştı.

Kızların  yanına  giderken,  bir  taraftan  seviniyor,  bir  taraftan  da  mahcubiyet  duyuyordum.

İkisi  de,  sahilde,  gülerek  beni  karşılamışlardı.

--Hoş  geldiniz,  diyerek,  tokalaştık.  Sonra  da  ilk  sözüm,

--Allah,  Allah!  Benim,  burada  olduğumu  nereden  öğrendiniz,?  oldu.    Çiğdem,  alaylı  bir  tavırla,

--Yahu,  sen,  kendin  söylemiştin,  unuttun  mu?  Kadıköy’de  halamlarda.  Gerçi  seni  zamanında  karşılayamadık,  ama  kusura  bakmazsın  artık !.

Söyleyecek  söz  yoktu.  Bu,  benim  için,  büyük  bir  sürpriz  olmuştu.  Hele,  Ümmühanı  getirmesi!

Çiğdem  de,  zaten  öyle  düşünmüştü.  Ümmühan’a  konuyu  açmış, “  Gidelim,  Yusuf’a  bir   sürpriz  yapalım,  hem  de  orada  piknik  yaparız  demiş,  O’ da  her  nasılsa,  bu  fikri  kabul  etmişti.  Yanlarında,  piknik  sepeti  de  vardı.  İlerde,  ağaçların  altında,  çimenlik  bir  saha  gözüme  ilişti.  Orayı  işaret  ederek,

        --Siz  oraya  doğru  gidin,  ben,  bir  dakika,  gemiye  gidip,  geleceğim,  dedim.  Maksadım,  Çiğdem’e  verilen  hediyelerden,  sigara,  Ümmühan’a  da  çikolata  ve  bisküvi  getirmekti.  Çiğdemin,  tanıdığımdan  beri  sigara  içtiğini    biliyordum.  Nitekim,  getirdiğim  hediyelere,  ikisi  de  sevinmişlerdi.

Gelişlerinden,  yengemin  de  haberi  vardı.  Piknik  sepetinde,  yufkasını  bizzat,  kendisinin  açtığı,  şahane  böreklerden   koymuştu.  Seneler  sonra,  o  lezzeti  tekrar  tatma  imkanını  bulmuştum.  Asıl  lezzet  ise,  Ümmühan’ın,  daha  uysal  ve  yumuşak  bakışlarıydı.  Onu,  görür,  görmez,  sönmüş,   veya  sönmeye  yüz  tutmuş  ateş,  yüreğimde,  yeniden  alevlenmişti.  Sanki,   korun  üzerindeki   külleri  bir  rüzgar  gelip  savurmuş,  için,  için   yanan  kor,  meydana  çıkmış,  kalbimi  yakar  olmuştu.   Artık,  Onun, ateşini,   sıcaklığını  ,  benliğimde  hissediyordum.

Gurup  batıncaya  kadar,  vakit  nasıl  geçti,  neler  konuştuk? O’nu  seyretmekten  büyük  zevk  duyuyordum,  Bazen,  bir  gonca  kadar  taze  ve  güzel,  bazen  de    solmaya  yüz  tutmuş  bir  çiçek  gibiydi.    Onu  ,  öyle  hayranlıkla  seyrettiğimin,  Çiğdem  de  farkındaydı.  Konuşmaya  gelince, Galiba,  daha  ziyade,  Çiğdem  konuştu,  Şaklabanlık   etti. Biz,  ikimiz  de  dinledik. Ümmühan,  biraz,  düşünceli,  hüzünlü  görünse  de  zaman,  zaman  gülmüş,  eğlenmiş  bir  arada  olmamızdan   zevk  almışa  benziyordu.

Onları,  istasyona  götürüp,  trene  bindirdiğimde,  güneş,  güzel  gurup  batmak  üzereydi,  Tabii,  benim  gurubum  da  öyle!  Şimdi  yanımdan  ayrılmış ,  yavaş,  yavaş,  İzmit’e  doğru  uzaklaşıyordu.

 

( Zorlu Dönemeçler-1-b6-12-13 başlıklı yazı coni tarafından 19.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu