G.YEDİNCİ(  SON ) BÖLÜM

       

                         1. BİR  KOPYA  HİKAYESİ

 

Okullar  açıldı,  artık  son  sınıftayız.  Dershanemiz  de  değişmiş  durumdaydı.  Batıdan,  doğu  tarafındaki  bir  sınıfa  taşınmıştık.  Artık,  sabahları,  güneşin  sıcaklığını  duyuyoruz.

Orta  okuldayken,  son  sınıfların  özel  bir  önemi  ve  farkı  vardı.  Burada,  öyle  bir  fark  hissedilmiyor,  Okul,  öyle  kalabalık  ki,  kim,  kime,  dum,  duma  misali!

En  çok  sıkıntı  çektiğim,  yine  Fransızca  dersleriydi.  Orta  okulda,  üç  sene,  İngilizce  okuduktan  sonra,  bana  bu  ders  zor  geliyordu. Aslında,  lise  ikinci  sınıfın  dersleri  daha  zor,  üçüncü  sınıfın  derleri,  nispeten  daha  kolaydı.

Askerlik  hocası  olarak,  bir  kur.  Binbaşı,  derse  geliyordu.  Güzel  konuşuyor,  dersleri  güzel  anlatıyordu.  Üniforması  ise,  benim  gözlerimi  kamaştırıyordu.

Askerliğin,  temel  usul  ve  kaidelerinden,  ordunun,  görev  ve  sorumluluklarından,  en  küçük  birlik  olan  takımdan,  orduya  kadar,  teşkilatlanmayı  izah  ediyordu.  Her  birliğin  kaç  kişiden  teşekkül  ettiği,  hangi  rütbeli  şahısların  bu  birliklere   kumanda  ettiği  ve  bunların,  rütbe  işaretlerini  anlatırken,  bazı  belirli  yerleri  de  “imtihanda  gelebilir    diyerek,  işaret  ediyordu.  Askerliğe  karşı,  halen  heves  duyduğumdan,  hocayı  dikkatle   dinlemeye  özen  gösteriyordum.

Nihayet,  imtihan  vakti  gelip  çatmıştı.  Sorduğu  sualler,  benim  için  çok  basitti.  Takım,  bölük,   tugay  gibi  birliklerin  kısaltılmış    yazılışlarıyla,  bu  birliklere  komuta  edenlerin  rütbe  ve  işaretlerini  soruyordu.

Sorulan  sorulara,  kısa  sürede  cevap  vermiş,  dalgın,  önümdeki  sıraya  bakıyordum  ki,  bir  anda ,  Binbaşının  sesi,  sınıfı  çınlattı.

-Sen,  sen  kopya  çekiyorsun!  Diyerek,  bana  doğru  geliyordu. Şaşırmıştım,

-Hocam,  kopya  falan  çekmiyorum,  soruların  cevabını  yazdım,  bitirdim,  dediysem  de,

-Hayır,  gördüm.  Oraya  bakıyordun!  Ver  şu  kağıdını,  sen  de  ver!   Diyerek  önümdeki  arkadaşın  kağıdını  da  almış,  diğerlerini  de  toplayarak,  sınıftan  çıkıp  gitmişti.  Giderken  de “,ikinizi  de  sınıfta  bırakacağım “  diye  tehdit  etmişti.

İkimiz  de  şaşırmıştık,  saygımızdan  dolayı,  doğru ,  dürüst  itiraz  da  edememiştik.  Sınıfın  tümü  de,  hayretle  bize,  daha  ziyade  bana  bakıyordu.  Talebelerin  yargı  değerine  göre,  kopya  veren  kahraman,  kopya  çeken ise,  yakalanırsa,  suçlanacak  kimse  idi.

Bazı  arkadaşların  kopya  çektikleri  biliniyordu;  bunlar,  açıkça  ve  övünerek  söylerlerdi.  Ama,  benim  için  kopya  çekmek,  gerçekten  mümkün  değildi.  Yüzde,  yüz  zayıf  not  alacağımı  bilsem  bile,  onurumu    çiğnetirim  endişesiyle,  böyle  bir  şeye  tevessül  etmezdim.  Şimdiye  kadar  da  hiç,  tevessül  etmemiştim  ki  askerlik  dersi,  sevdiğim  derslerden  biriydi.

Arkadaşım  da,  ben  de  meyus  olmuştuk.  Şimdi  ne  yapacaktık?  Askerlik  dersi,  taa.. 15  gün  sonra  idi.  O  zamana  kadar  sıkıntı  ve  stresten,  öbür  derslere ,  nasıl  çalışacaktık!?  Üstelik,  askerlik  dersi,  haftanın  son  dersiydi.  Biz  böyle,  ne  yapacağımızı  şaşırmış  çırpınırken,  vakit  geçmiş,  talebelerin  çoğu  dağılıp   gitmişti.

Bu  arada,  arkadaşın  aklına  bir  fikir  gelmişti.”  Gidip,  Onu  bulalım,  yalvaralım “  diyordu.  Ben  bu  yalvarma  fikrini  onuruma  pek  yedirememiştim,  ama  O,  ısrar  ediyordu.  Mecburen  kabul  ettim.  Hemen,  Hocamızı  aramaya  koyulduk,  ama  geç  kalmıştık.  Bütün  öğretmenler  dağılmışlardı.  Yapılacak  bişey  kalmamıştı.

Hafta  sonu,  okuldan  dışarı  adımımı  atmadım.  İki  türlü  işkence  çekiyordum.  Sanki,  hapisteymişim  gibi  hissetmiştim  kendimi.  Asker  ve  askerliğe  karşı  duyduğum  heves  ve  hayranlığım,  bir  kırgınlığa  dönüşür  gibi  olmuştu.

Pazartesi  günü,  ilk  derse  girerken,  arkadaşımı  gördüm,  yüzü  gülüyordu.—

--Ne  o!  Hayrola,  iyi  bir  haber  mi  aldın?

--Bana  göre  iyi  bir  fikrim  var,  ama  seni  bilmem;

-Ne  gibi,  nasıl  bir  fikir,  bu?

--Sabahleyin,  doğruca,  Boncuk  Ömer  hocaya  gittim.  Durumu  anlattım;  askerlik  hocamızın  adresini  istedim.  O’ da  anlayışla  karşıladı;  hatta  destek  bile  vaat etti.  Hocamız,  Üsküdar’da  oturuyormuş ;  bu  gün  derslerden  sonra,  oraya  gitmeyi  düşünüyorum.  Sen  de  gel,  beraber  konuşuruz,  daha  iyi  olur.  Bana  göre  de,  bu,  iyi  bir  fikirdi.  Kabul  etmekten  başka  da  çare  yoktu.

          Sora , sora  adresi  bulduk.  Kapıyı,  genç  ve  güzel  bir  kadın  açtı.  Durumu  anlatınca,

--Hocanız  evde  yok;  birliğinde,  nöbetçi  olduğu  için,  bu  gece  de  gelmeyecek.  Ama  size,  iyi  bir  haber  verebilirim.  Hocanız,  imtihan  kağıtlarını  okurken,  kendi,  kendine  söyleniyordu.  Merak  edip  sorduğumda: “ Çocuklara  haksızlık  etmişim,  imtihan  kağıtları  arasında   bariz  bir   benzerlik  yok;  hatta,  suçladığım  talebenin   verdiği  cevaplar   daha  iyi    diyerek  hayıflanıyordu.  Üstelik  üzülmüştü  de.

Bu  haberi  duyunca,  bütün  endişemiz  dağılmıştı.  Hocamızın  hanımına  teşekkür  ederek,  oradan,  uçarcasına  ayrılmıştık.

Neticede,  hocamız  derse  geldiği  zaman,   yanlış  zehabından  dolayı,  bizden  özür  dileyerek  büyüklüğünü  göstermiş  oluyordu.  Benim  için  en  önemlisi,  askerliğe  karşı  duyduğum  sevgi  ve  güvenim  geri  gelmişti.

                    2.  GARİP     BİR   ZİYARETÇİ

 

Kış  geçmiş,  artık,  bahar  aylarına  ulaşmıştık.  Bu  aylar,   bizim  için,  son  gayretimizi  sarf  ederek  çalışmamızı  gerektiren  aylardı.  Sınıf  geçmek  için,  yazılılar,  sözlüler  derken,  sıra  bitirme  imtihanlarına  gelecekti.  Bitirme  imtihanları,  lise  birinci  ve  ikinci  sınıf  derslerini  de  kapsıyordu.  Bu  nedenle,  geçmiş  derslere  de  göz  gezdirmemiz  gerekiyordu.  Artık,  Cumartesi,  Pazar  dışarı  çıkmak  yoktu.

Haydarpaşa  lisesine  geldikten  sonra,  bir  kaç  ziyaretçim  olmuştu.  Bunların  arasında,  Muhittin  ve  Fevzi  Eniştem  de  vardı.  Fevzi  eniştem,  Trakya’ da,  Hadım  köyde  askerlik  yapıyordu,  Bir  hafta  sonu,  izin  alarak,  taa  oralardan  beni  görmeye  gelmişti.  Güler  yüzlü,  konuşmasını   iyi  bilen,  efendi  bir  insandı.  Bu  ziyareti,  beni  çok  memnun  etmişti.

şimdi  ise,  derslerimizin  yoğun  olduğu,  bir  devrede,  yengem,  beni  ziyarete  gelmişti;  hem  de  akşamın  karanlığında.  Beni,    “ziyaretçin  var”  diyerek  akşam  yemeğinden  çağırmışlardı.  Merakla,  bekleme  odasına  gitmiş,  yengemi  görünce  hayret  etmiştim.,  şaşırdığımı  görünce,

--Karşı  tarafta,  bir  arkadaşımın  evinde  kalacağım,;  trenden,  Haydarpaşa’da  inince,  yakın  olduğunu  düşünerek,  seni  görmek  istedim,  dedi.  Oturup,  bir  müddet  konuştuktan  sonra,  gitmeye  kalkınca,

--Peki,  yenge!   Vakit   geç   ve  karanlık  oldu,  korkmayacak  mısın?

-Korkmasına,  korkmam  da!  Ama,  istersen,  beni  bırakıp  geliver!.

-İsterim,  ama   nöbetçi  hocadan  izin  almak  gerekli.

-O   işi  bana  bırak,  ben  hal  ederim,  diyerek,  hocanın  odasına  girdi  ve” izin  aldım”   haberiyle  geri  geldi.  Akşamın  serinliğinde,  vapur  iskelesine  kadar  yürüdük.  Vapurdaki  konuşmalarımız  sırasında,  Ümmühan’ın,  bu  defa,  Heybeli  ada  sanatoryumunda  yatmakta  olduğunu  öğrenmiştim.

Geç  saatlerde,  vapurla  dönerken ,  üzüntü  ve  çeşitli  duygular  benliğime  hücum  etmişti.  Kıyıda  parlayan  ışıklara,  hayal  görür  gibi  bakıyordum.

Onu,  bir  kere  daha  ziyarete  karar  vermiştim.  Pazar  günü,  dışarı  çıkma  yasağımı  kaldıracaktım.  Bostancıdan  mı,  yoksa,  Kara köy ,  adalar  iskelesinden  mi  vapura  binmeliydim?  Adalar  iskelesi,  en  uygunuydu.  Artık,  ziyaret  için,  çiçek  alacak  kadar  da  param  vardı. Geçen  yaz,  çalışmamın  semeresiydi  bu.

Heybeli  adaya  ulaşınca,  hasta hanenin  yolunu  sordum.  Yokuşu  tırmanırken,  kalbim,  küt,  küt  atıyordu.  Acaba,  çok  mu  hastaydı?  Beni  görünce,  mahzun  gözleri,  biraz  olsun    gülecek  miydi?

Sanatoryumun  ilk  girişinde,  bir  bank  arkasında  oturan  görevliye  Onun  adını  vererek  sordum.    İkinci  katı  tarif  etti.  Oradaki  hemşire  de,  balkonu  gösterdi.

Aynen,  intaniye de  olduğu  gibi,  yine  güneşe  bakan  uzun  balkonda,  hastalar  şezlonglara  uzanmış  güneşleniyorlardı.  Bu  defa,  daha  yanına  varmadan,  beni  görerek  el  salladı.  Çiçekleri  alarak,  kokladı  ve,

--Burada  olduğumu  nasıl  öğrendin,  diye  sordu.

--Halandan  öğrendim.

--Nasıl,  yani,  İzmit’e  mi  gittin?

--Yok  canım!  Okula  beni  ziyarete  gelmişti,  o  zaman  söylemişti.

 - Halam,  ha!   Seni  ziyarete  gelsin  !  Hayret  ettim  doğrusu.!

--Peki,  şimdi  nasılsın?  Nasıl  hissediyorsun  kendini?  Doktorlar  ne  diyorlar?

--Burada  yer  bulmak,  büyük  bir  şansmış;  zaman,  zaman  böyle  yerlerde,  bakıma  alınmam,  temiz  havaya  ve iyi  gıdaya    gerek  varmış.  Gerçekten  kendimi  iyi  hissediyorum.  Burada  bütün  hastalara  iyi  bakıyorlar.

Gerçekten  iyi  görünüyordu.  Sanki,  yüzüne,  yanaklarına  kan  gelmişti.    Hele  tebessüm  edince,  bütün  güzelliği  meydana  çıkıyordu.  Daha  ne  kadar  bu  güzelliği  seyredebilirdim?

Biraz,  Derince de   yaptığımız    piknikten,,  Çiğdem’den,  biraz  benim  okul  durumumdan  bahis  açıldı.  Konuşmamız  oldukça  uzamıştı.  Onu  fazla  yormamam  gerekiyordu.  Yine  acil  şifalar  dileyerek,  ayrılmak  zorundaydım.

Adaya  giderken,  vapurun  ne  kadar  süratli    seyretmesini  istediysem,  şimdi  de  o  kadar  yavaş  dönmesini  istiyordum.    Bunu  isterken ,  Kalbim  Onunla  geride  kalmıştı.   Ve  Onun  soluduğu  havayı,  biraz  daha  fazla  teneffüs  ederim  düşüncesindeydim.  İnşallah  bu ,  O’nu  son  ziyaretim  olmaz  diye  düşünüyordum.....

((Liseden  sonraki  devrede,  İzmit’te,  babaannesiyle,  eski  bir  evde  otururken  iki  defa  daha  Onu  ziyarete  gidecektim.  Babası,  üvey  annesi  ve  iki  kardeşi,  babasının  celeplik  devrinin  saltanatından  sonra,  Değirmen dere  de  oturuyorlardı.   İzmit’te,  (otelde  kaldığımdan,)  azamî    bir  veya  iki  gün  kalabiliyordum.  Bu  ziyaretlerimdeki  davranışları  eskiye  göre  farklı  ve  samimi  görünüyordu.   Bazen  otururken,  dinlenme  ihtiyacı  duyar,  yatak  odasına  giderdi.  Benim  de   yanında  kalmama  müsaade  ederdi.  İşte  böyle  zamanlarda, ellerinin  sıcaklığını,  ellerimde  hissettiğim  de  olmuştu. .Ama,  o  kadar,  hiç,  dudaklarından  sevgi  ve  aşk  sözü   çıktığını  duymamıştım.  Bunlar  benim  için   acaba  yeterli  miydi?    (Nihayet  kader,  Ayça’yla  olduğu  gibi,  Onunla  da  yollarımızı  ayıracaktı. 956  yılında,  Eskişehir’de,  nikah  masasında,  nikah  memurunun  sorduğu  soruya  “ evet”  dediğim  saatlerde,  ki  yıllar  sonra  öğrendiğime  göre,  O  da  İzmir’de,  akraba  ve  dostlarından  uzakta,  belki  de  yalnızlık  hissiyle   bir  hasta  hanede,  Rahmet-i  Rahmana   kavuşacaktı.  Onun  ölüm  haberini  öğrendiğimde,  içime  çöken  sonsuz  acıyla,  böylesi   kaderin  cilvesine  lanet  edecektim.  Yine  yıllar  sonra,  Tanrı  ,  bir  vesile  yaratmak  suretiyle,  bir  kere  de  olsa,  O’nun  kabrini  ziyaret  etmeme  ve  hiç  olmazsa,  baş  ucunda  bir  fatiha  okumama  imkân  verecekti)

 

                  3. BİR  GAZETE  İLANI    

 

Haziran  ayındaydık.  Bitirme  imtihanları  başlamıştı.  Hepimizi,  bitirme  imtihanlarının  heyecanı  sarmıştı.  Ancak,  burada,  orta  okuldaki  gibi,  arkadaşlar  arasında,  ders  çalışırken,  dayanışma  yoktu.  Herkes,  kendi  başına,  bu  işin  üstesinden  gelmek  durumundaydı.  Kimi,  gece,  sabaha  kadar  uyanık  kalıp   ders  çalışıyor,  kimi  de  -benim  gibi-  erkenden  yatıp,  dörtte-  beşte  kalkarak,  açık  zihinle,  kitaplara  dalıyordu.

Benim  gibi  kimsesiz  olanların  imtihanlar  mey anında,  bir  endişesi,  bir  düşüncesi  daha  vardı.  O  da,  imtihanları  verdikten , lise  diploması  aldıktan  sonra,  ne  olacağı  kaygusuydu.  Benim  gibi  kay gulu  olanlardan  biri  de,  orta  okul  arkadaşım,  Sebenli  Selahattin’di.  Buraya  birlikte  adım  atmıştık.  Gerçi,  Onun  annesi  ve  babası  sağdı;  bu  bakımdan  benden  şanslıydı,  ama  babası,  küçük  bir  memurdu,  oğlunu  üniversitede  okutma  imkanı  yoktu.  Selahattin  de  bunu  biliyordu.  Bu  sebeple,  bir  araya  geldiğimizde,  bu  konulardan  söz  açar  dertleşirdik.

Bitirme  imtihanları,  ikimizin  de  iyi  gidiyordu  Heyecanlar,  her  ders  için,  imtihana  girip,  çıktıktan  sonra,  biraz  daha  azalıyordu.  Artık,  bir,  iki  önemsiz  ders  kalmıştı.

Selahattin,  bir  gün  gülerek,  elinde  bir  gazeteyle,  yanıma  geldi.  Ufak,  tefek,  esmerce,  altın  kalpli,  biraz  da  heyecanlı  bir  arkadaştı.  Orta  okuldan  kalma  alışkanlıkla,  bana  ağabey  demeye  devam  ediyordu.  Yanıma  yaklaştığında  gözleri  gülüyordu.  Bu  halin  nedir  diye  sormadan,  kendisi,  anlatmaya  başladı.

--Yusuf  ağabey,  bu  gazetede,  ikimizi  de  sevindirecek  bir  haber,  bir  ilân  var.

--Yok  canım!  İş  ilanı  mı?

--Yok,  öyle  değil,  bak  okuyayım  da  bi  dinle.  Gazete  ilanında  şöyle  diyordu:

                 UÇMAK  İSTEYENLERE  ÇAĞRI

 

Hava  kuvvetlerinde   bu  güne  kadar,  pilot  olarak  görev  yapanlar,  Kara  harp  okulundan   mezun  olan,  istekliler   arasından  seçiliyordu.   Ayrıca  Hava   Okulunda  eğitimden  geçiriliyor,  ondan   sonra,   pilot  olabiliyorlardı.

       Bu  sene,  ilk  defa,  Eskişehir de,  Hava  harp  okulu  açılacaktır.  Hava  kuvvetlerinin  pilot  ihtiyacı,  badema,  bu  okuldan  karşılanacaktır.  Bu  nedenle,  sivil  ve  askeri  okullardan,  talebe  alınacaktır.  Okula  kabul  şartları,  aşağıdadır.

1.    .    TC    vatandaşı  olmak,

2.    .    yıl  içinde  liseyi  iyi  derece  ile  bitirmek,

3.    .    20  yaşından  yukarı  olmamak

Yukarıdaki  şartlara  uyan  istekliler,  doğrudan,  Eskişehir’deki,  Türk  Hava  kurumuna  ait,  İnönü  planör    kampına  katılacaktır. Burada,  planör  uçuş  ve  paraşütle   atlama  kurslarını  başarıyla  bitirenler,  ayrıca  Ankara’da,  Türk  kuşuna  ait  tesislerde,  motorlu  uçak  kurslarına  tabi  tutulacaktır.  Burada  da  başarılı  olanlar,  son  olarak,  Eskişehir,  Hava  hasta  hanesinden  uçuşa  elverişli  olduklarını  gösterir  sağlık  raporu  alacaklardır.,

        Bu  ilanı  okuduktan  sonra  nihayet,  Tanrının,   bana   bir  ümit  ışığı   daha  yakmış  olduğunu  anlamıştım.  Bu  ışığın  aydınlattığı  yöne  doğru  yönelmek  bana  kalmıştı.  İlk  okulu  bitirdikten  sonra,   haksız  olarak  söndürülen , askeri  okula  girme    heves  ve  isteğim,  tekrar  şahlanmıştı.  Selahattin  de,  ben  de  bu  habere  çok  sevinmiş  ve  bu  ümidin  peşinde  koşmaya  karar  vermiştik.

Şükürler  olsun,  okul  bitmiş,  mezun  olmuştuk.  Hava  Harp  okuluna  girme  istek  ve  kararımı,  kiminle  paylaşmalıydım?  Yasemin  ablamdan  başka,  bu  konuyu  konuşabileceğim  kimsem  yoktu.  Konuyu  Ona  açtığımda,  biraz  bozulmuştu.  Pilotluğun  tehlikeli  olduğunu  biliyordu.  Çok  sevdiği,  genç  ve  güzel,  Halide  ablanın  pilot  teğmen  olan  kocası,  bir  kaza  sonucu  şehit  olunca,  Onun  senelerce  göz  yaşı  döktüğüne  şahit  olmuştu.  Bu  sebeple  benim  için  endişe  ediyordu.

Ama  bir  kere  karar  vermiştim.   Subay  olmam  konusunda  ne  kadar  hevesli  olduğumu  biliyordu.  Yapılacak  başka  bi şey   yoktu.

Veda  edip,  oradan  ayrılırken,    Yasemin  ablam  pencerede,  sanki  beni  askere  yolluyormuş  gibi-  gerçekte  öyleydi  ya!-   biraz  endişeli,  biraz  da  gurur  duyar  gibi    arkamdan   bakıyordu.

               4. MECHULE   DOĞRU 

 

                 (BİR   DÖNEMEÇ  DAHA)

Selahattin’le,  aynı  trende  buluşmuş,   yol  boyunca,  hayal  ve  ümitlerimizi  uzun,  uzun   konuşmuştuk.  İnönü  istasyonunda  inip,  İnönü  kampına  doğru  yaklaşırken,  kafamda  bir  sürü  düşünce  vardı.   Acaba,  zaman  bana   neler  gösterecekti.?  Ne  çeşit  hadise   ve   olaylar   yaşatacaktı.  Köyden  yamalı  pantolon,  ayağımda  çarıkla,  yaya  olarak  çıktığım  bu  kader  yolcuğuna,  acaba,  uçarak    devam  edecektim?  Kaderim   ve   alın   yazım  acaba   nasıl   yazılmıştı?    Herhalde,   bunu   kampa  katıldıktan   sonraki   olaylar   ve  zaman   gösterecekti.

 

( Zorlu Dönemeçler-1-b7-1-4 başlıklı yazı coni tarafından 20.02.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu