Okullar açıldı, artık son sınıftayız. Dershanemiz de değişmiş durumdaydı. Batıdan, doğu tarafındaki bir sınıfa taşınmıştık. Artık, sabahları, güneşin sıcaklığını duyuyoruz.
Orta okuldayken, son sınıfların özel bir önemi ve farkı vardı. Burada, öyle bir fark hissedilmiyor, Okul, öyle kalabalık ki, kim, kime, dum, duma misali!
En çok sıkıntı çektiğim, yine Fransızca dersleriydi. Orta okulda, üç sene, İngilizce okuduktan sonra, bana bu ders zor geliyordu. Aslında, lise ikinci sınıfın dersleri daha zor, üçüncü sınıfın derleri, nispeten daha kolaydı.
Askerlik hocası olarak, bir kur. Binbaşı, derse geliyordu. Güzel konuşuyor, dersleri güzel anlatıyordu. Üniforması ise, benim gözlerimi kamaştırıyordu.
Askerliğin, temel usul ve kaidelerinden, ordunun, görev ve sorumluluklarından, en küçük birlik olan takımdan, orduya kadar, teşkilatlanmayı izah ediyordu. Her birliğin kaç kişiden teşekkül ettiği, hangi rütbeli şahısların bu birliklere kumanda ettiği ve bunların, rütbe işaretlerini anlatırken, bazı belirli yerleri de “imtihanda gelebilir “ diyerek, işaret ediyordu. Askerliğe karşı, halen heves duyduğumdan, hocayı dikkatle dinlemeye özen gösteriyordum.
Nihayet, imtihan vakti gelip çatmıştı. Sorduğu sualler, benim için çok basitti. Takım, bölük, tugay gibi birliklerin kısaltılmış yazılışlarıyla, bu birliklere komuta edenlerin rütbe ve işaretlerini soruyordu.
Sorulan sorulara, kısa sürede cevap vermiş, dalgın, önümdeki sıraya bakıyordum ki, bir anda , Binbaşının sesi, sınıfı çınlattı.
-Sen, sen kopya çekiyorsun! Diyerek, bana doğru geliyordu. Şaşırmıştım,
-Hocam, kopya falan çekmiyorum, soruların cevabını yazdım, bitirdim, dediysem de,
-Hayır, gördüm. Oraya bakıyordun! Ver şu kağıdını, sen de ver! Diyerek önümdeki arkadaşın kağıdını da almış, diğerlerini de toplayarak, sınıftan çıkıp gitmişti. Giderken de “,ikinizi de sınıfta bırakacağım “ diye tehdit etmişti.
İkimiz de şaşırmıştık, saygımızdan dolayı, doğru , dürüst itiraz da edememiştik. Sınıfın tümü de, hayretle bize, daha ziyade bana bakıyordu. Talebelerin yargı değerine göre, kopya veren kahraman, kopya çeken ise, yakalanırsa, suçlanacak kimse idi.
Bazı arkadaşların kopya çektikleri biliniyordu; bunlar, açıkça ve övünerek söylerlerdi. Ama, benim için kopya çekmek, gerçekten mümkün değildi. Yüzde, yüz zayıf not alacağımı bilsem bile, onurumu çiğnetirim endişesiyle, böyle bir şeye tevessül etmezdim. Şimdiye kadar da hiç, tevessül etmemiştim ki askerlik dersi, sevdiğim derslerden biriydi.
Arkadaşım da, ben de meyus olmuştuk. Şimdi ne yapacaktık? Askerlik dersi, taa.. 15 gün sonra idi. O zamana kadar sıkıntı ve stresten, öbür derslere , nasıl çalışacaktık!? Üstelik, askerlik dersi, haftanın son dersiydi. Biz böyle, ne yapacağımızı şaşırmış çırpınırken, vakit geçmiş, talebelerin çoğu dağılıp gitmişti.
Bu arada, arkadaşın aklına bir fikir gelmişti.” Gidip, Onu bulalım, yalvaralım “ diyordu. Ben bu yalvarma fikrini onuruma pek yedirememiştim, ama O, ısrar ediyordu. Mecburen kabul ettim. Hemen, Hocamızı aramaya koyulduk, ama geç kalmıştık. Bütün öğretmenler dağılmışlardı. Yapılacak bişey kalmamıştı.
Hafta sonu, okuldan dışarı adımımı atmadım. İki türlü işkence çekiyordum. Sanki, hapisteymişim gibi hissetmiştim kendimi. Asker ve askerliğe karşı duyduğum heves ve hayranlığım, bir kırgınlığa dönüşür gibi olmuştu.
Pazartesi günü, ilk derse girerken, arkadaşımı gördüm, yüzü gülüyordu.—
--Ne o! Hayrola, iyi bir haber mi aldın?
--Bana göre iyi bir fikrim var, ama seni bilmem;
-Ne gibi, nasıl bir fikir, bu?
--Sabahleyin, doğruca, Boncuk Ömer hocaya gittim. Durumu anlattım; askerlik hocamızın adresini istedim. O’ da anlayışla karşıladı; hatta destek bile vaat etti. Hocamız, Üsküdar’da oturuyormuş ; bu gün derslerden sonra, oraya gitmeyi düşünüyorum. Sen de gel, beraber konuşuruz, daha iyi olur. Bana göre de, bu, iyi bir fikirdi. Kabul etmekten başka da çare yoktu.
Sora , sora adresi bulduk. Kapıyı, genç ve güzel bir kadın açtı. Durumu anlatınca,
--Hocanız evde yok; birliğinde, nöbetçi olduğu için, bu gece de gelmeyecek. Ama size, iyi bir haber verebilirim. Hocanız, imtihan kağıtlarını okurken, kendi, kendine söyleniyordu. Merak edip sorduğumda: “ Çocuklara haksızlık etmişim, imtihan kağıtları arasında bariz bir benzerlik yok; hatta, suçladığım talebenin verdiği cevaplar daha iyi “ diyerek hayıflanıyordu. Üstelik üzülmüştü de.
Bu haberi duyunca, bütün endişemiz dağılmıştı. Hocamızın hanımına teşekkür ederek, oradan, uçarcasına ayrılmıştık.
Neticede, hocamız derse geldiği zaman, yanlış zehabından dolayı, bizden özür dileyerek büyüklüğünü göstermiş oluyordu. Benim için en önemlisi, askerliğe karşı duyduğum sevgi ve güvenim geri gelmişti.
Kış geçmiş, artık, bahar aylarına ulaşmıştık. Bu aylar, bizim için, son gayretimizi sarf ederek çalışmamızı gerektiren aylardı. Sınıf geçmek için, yazılılar, sözlüler derken, sıra bitirme imtihanlarına gelecekti. Bitirme imtihanları, lise birinci ve ikinci sınıf derslerini de kapsıyordu. Bu nedenle, geçmiş derslere de göz gezdirmemiz gerekiyordu. Artık, Cumartesi, Pazar dışarı çıkmak yoktu.
Haydarpaşa lisesine geldikten sonra, bir kaç ziyaretçim olmuştu. Bunların arasında, Muhittin ve Fevzi Eniştem de vardı. Fevzi eniştem, Trakya’ da, Hadım köyde askerlik yapıyordu, Bir hafta sonu, izin alarak, taa oralardan beni görmeye gelmişti. Güler yüzlü, konuşmasını iyi bilen, efendi bir insandı. Bu ziyareti, beni çok memnun etmişti.
şimdi ise, derslerimizin yoğun olduğu, bir devrede, yengem, beni ziyarete gelmişti; hem de akşamın karanlığında. Beni, “ziyaretçin var” diyerek akşam yemeğinden çağırmışlardı. Merakla, bekleme odasına gitmiş, yengemi görünce hayret etmiştim., şaşırdığımı görünce,
--Karşı tarafta, bir arkadaşımın evinde kalacağım,; trenden, Haydarpaşa’da inince, yakın olduğunu düşünerek, seni görmek istedim, dedi. Oturup, bir müddet konuştuktan sonra, gitmeye kalkınca,
--Peki, yenge! Vakit geç ve karanlık oldu, korkmayacak mısın?
-Korkmasına, korkmam da! Ama, istersen, beni bırakıp geliver!.
-İsterim, ama nöbetçi hocadan izin almak gerekli.
-O işi bana bırak, ben hal ederim, diyerek, hocanın odasına girdi ve” izin aldım” haberiyle geri geldi. Akşamın serinliğinde, vapur iskelesine kadar yürüdük. Vapurdaki konuşmalarımız sırasında, Ümmühan’ın, bu defa, Heybeli ada sanatoryumunda yatmakta olduğunu öğrenmiştim.
Geç saatlerde, vapurla dönerken , üzüntü ve çeşitli duygular benliğime hücum etmişti. Kıyıda parlayan ışıklara, hayal görür gibi bakıyordum.
Onu, bir kere daha ziyarete karar vermiştim. Pazar günü, dışarı çıkma yasağımı kaldıracaktım. Bostancıdan mı, yoksa, Kara köy , adalar iskelesinden mi vapura binmeliydim? Adalar iskelesi, en uygunuydu. Artık, ziyaret için, çiçek alacak kadar da param vardı. Geçen yaz, çalışmamın semeresiydi bu.
Heybeli adaya ulaşınca, hasta hanenin yolunu sordum. Yokuşu tırmanırken, kalbim, küt, küt atıyordu. Acaba, çok mu hastaydı? Beni görünce, mahzun gözleri, biraz olsun gülecek miydi?
Sanatoryumun ilk girişinde, bir bank arkasında oturan görevliye Onun adını vererek sordum. İkinci katı tarif etti. Oradaki hemşire de, balkonu gösterdi.
Aynen, intaniye de olduğu gibi, yine güneşe bakan uzun balkonda, hastalar şezlonglara uzanmış güneşleniyorlardı. Bu defa, daha yanına varmadan, beni görerek el salladı. Çiçekleri alarak, kokladı ve,
--Burada olduğumu nasıl öğrendin, diye sordu.
--Halandan öğrendim.
--Nasıl, yani, İzmit’e mi gittin?
--Yok canım! Okula beni ziyarete gelmişti, o zaman söylemişti.
- Halam, ha! Seni ziyarete gelsin ! Hayret ettim doğrusu.!
--Peki, şimdi nasılsın? Nasıl hissediyorsun kendini? Doktorlar ne diyorlar?
--Burada yer bulmak, büyük bir şansmış; zaman, zaman böyle yerlerde, bakıma alınmam, temiz havaya ve iyi gıdaya gerek varmış. Gerçekten kendimi iyi hissediyorum. Burada bütün hastalara iyi bakıyorlar.
Gerçekten iyi görünüyordu. Sanki, yüzüne, yanaklarına kan gelmişti. Hele tebessüm edince, bütün güzelliği meydana çıkıyordu. Daha ne kadar bu güzelliği seyredebilirdim?
Biraz, Derince de yaptığımız piknikten,, Çiğdem’den, biraz benim okul durumumdan bahis açıldı. Konuşmamız oldukça uzamıştı. Onu fazla yormamam gerekiyordu. Yine acil şifalar dileyerek, ayrılmak zorundaydım.
Adaya giderken, vapurun ne kadar süratli seyretmesini istediysem, şimdi de o kadar yavaş dönmesini istiyordum. Bunu isterken , Kalbim Onunla geride kalmıştı. Ve Onun soluduğu havayı, biraz daha fazla teneffüs ederim düşüncesindeydim. İnşallah bu , O’nu son ziyaretim olmaz diye düşünüyordum.....
((Liseden sonraki devrede, İzmit’te, babaannesiyle, eski bir evde otururken iki defa daha Onu ziyarete gidecektim. Babası, üvey annesi ve iki kardeşi, babasının celeplik devrinin saltanatından sonra, Değirmen dere de oturuyorlardı. İzmit’te, (otelde kaldığımdan,) azamî bir veya iki gün kalabiliyordum. Bu ziyaretlerimdeki davranışları eskiye göre farklı ve samimi görünüyordu. Bazen otururken, dinlenme ihtiyacı duyar, yatak odasına giderdi. Benim de yanında kalmama müsaade ederdi. İşte böyle zamanlarda, ellerinin sıcaklığını, ellerimde hissettiğim de olmuştu. .Ama, o kadar, hiç, dudaklarından sevgi ve aşk sözü çıktığını duymamıştım. Bunlar benim için acaba yeterli miydi? (Nihayet kader, Ayça’yla olduğu gibi, Onunla da yollarımızı ayıracaktı. 956 yılında, Eskişehir’de, nikah masasında, nikah memurunun sorduğu soruya “ evet” dediğim saatlerde, ki yıllar sonra öğrendiğime göre, O da İzmir’de, akraba ve dostlarından uzakta, belki de yalnızlık hissiyle bir hasta hanede, Rahmet-i Rahmana kavuşacaktı. Onun ölüm haberini öğrendiğimde, içime çöken sonsuz acıyla, böylesi kaderin cilvesine lanet edecektim. Yine yıllar sonra, Tanrı , bir vesile yaratmak suretiyle, bir kere de olsa, O’nun kabrini ziyaret etmeme ve hiç olmazsa, baş ucunda bir fatiha okumama imkân verecekti)
Haziran ayındaydık. Bitirme imtihanları başlamıştı. Hepimizi, bitirme imtihanlarının heyecanı sarmıştı. Ancak, burada, orta okuldaki gibi, arkadaşlar arasında, ders çalışırken, dayanışma yoktu. Herkes, kendi başına, bu işin üstesinden gelmek durumundaydı. Kimi, gece, sabaha kadar uyanık kalıp ders çalışıyor, kimi de -benim gibi- erkenden yatıp, dörtte- beşte kalkarak, açık zihinle, kitaplara dalıyordu.
Benim gibi kimsesiz olanların imtihanlar mey anında, bir endişesi, bir düşüncesi daha vardı. O da, imtihanları verdikten , lise diploması aldıktan sonra, ne olacağı kaygusuydu. Benim gibi kay gulu olanlardan biri de, orta okul arkadaşım, Sebenli Selahattin’di. Buraya birlikte adım atmıştık. Gerçi, Onun annesi ve babası sağdı; bu bakımdan benden şanslıydı, ama babası, küçük bir memurdu, oğlunu üniversitede okutma imkanı yoktu. Selahattin de bunu biliyordu. Bu sebeple, bir araya geldiğimizde, bu konulardan söz açar dertleşirdik.
Bitirme imtihanları, ikimizin de iyi gidiyordu Heyecanlar, her ders için, imtihana girip, çıktıktan sonra, biraz daha azalıyordu. Artık, bir, iki önemsiz ders kalmıştı.
Selahattin, bir gün gülerek, elinde bir gazeteyle, yanıma geldi. Ufak, tefek, esmerce, altın kalpli, biraz da heyecanlı bir arkadaştı. Orta okuldan kalma alışkanlıkla, bana ağabey demeye devam ediyordu. Yanıma yaklaştığında gözleri gülüyordu. Bu halin nedir diye sormadan, kendisi, anlatmaya başladı.
--Yusuf ağabey, bu gazetede, ikimizi de sevindirecek bir haber, bir ilân var.
--Yok canım! İş ilanı mı?
--Yok, öyle değil, bak okuyayım da bi dinle. Gazete ilanında şöyle diyordu:
UÇMAK İSTEYENLERE ÇAĞRI
Hava kuvvetlerinde bu güne kadar, pilot olarak görev yapanlar, Kara harp okulundan mezun olan, istekliler arasından seçiliyordu. Ayrıca Hava Okulunda eğitimden geçiriliyor, ondan sonra, pilot olabiliyorlardı.
Bu sene, ilk defa, Eskişehir de, Hava harp okulu açılacaktır. Hava kuvvetlerinin pilot ihtiyacı, badema, bu okuldan karşılanacaktır. Bu nedenle, sivil ve askeri okullardan, talebe alınacaktır. Okula kabul şartları, aşağıdadır.
1. . TC vatandaşı olmak,
2. . yıl içinde liseyi iyi derece ile bitirmek,
3. . 20 yaşından yukarı olmamak
Yukarıdaki şartlara uyan istekliler, doğrudan, Eskişehir’deki, Türk Hava kurumuna ait, İnönü planör kampına katılacaktır. Burada, planör uçuş ve paraşütle atlama kurslarını başarıyla bitirenler, ayrıca Ankara’da, Türk kuşuna ait tesislerde, motorlu uçak kurslarına tabi tutulacaktır. Burada da başarılı olanlar, son olarak, Eskişehir, Hava hasta hanesinden uçuşa elverişli olduklarını gösterir sağlık raporu alacaklardır.,
Bu ilanı okuduktan sonra nihayet, Tanrının, bana bir ümit ışığı daha yakmış olduğunu anlamıştım. Bu ışığın aydınlattığı yöne doğru yönelmek bana kalmıştı. İlk okulu bitirdikten sonra, haksız olarak söndürülen , askeri okula girme heves ve isteğim, tekrar şahlanmıştı. Selahattin de, ben de bu habere çok sevinmiş ve bu ümidin peşinde koşmaya karar vermiştik.
Şükürler olsun, okul bitmiş, mezun olmuştuk. Hava Harp okuluna girme istek ve kararımı, kiminle paylaşmalıydım? Yasemin ablamdan başka, bu konuyu konuşabileceğim kimsem yoktu. Konuyu Ona açtığımda, biraz bozulmuştu. Pilotluğun tehlikeli olduğunu biliyordu. Çok sevdiği, genç ve güzel, Halide ablanın pilot teğmen olan kocası, bir kaza sonucu şehit olunca, Onun senelerce göz yaşı döktüğüne şahit olmuştu. Bu sebeple benim için endişe ediyordu.
Ama bir kere karar vermiştim. Subay olmam konusunda ne kadar hevesli olduğumu biliyordu. Yapılacak başka bi şey yoktu.
Veda edip, oradan ayrılırken, Yasemin ablam pencerede, sanki beni askere yolluyormuş gibi- gerçekte öyleydi ya!- biraz endişeli, biraz da gurur duyar gibi arkamdan bakıyordu.
(BİR DÖNEMEÇ DAHA)
Selahattin’le, aynı trende buluşmuş, yol boyunca, hayal ve ümitlerimizi uzun, uzun konuşmuştuk. İnönü istasyonunda inip, İnönü kampına doğru yaklaşırken, kafamda bir sürü düşünce vardı. Acaba, zaman bana neler gösterecekti.? Ne çeşit hadise ve olaylar yaşatacaktı. Köyden yamalı pantolon, ayağımda çarıkla, yaya olarak çıktığım bu kader yolcuğuna, acaba, uçarak mı devam edecektim? Kaderim ve alın yazım acaba nasıl yazılmıştı? Herhalde, bunu kampa katıldıktan sonraki olaylar ve zaman gösterecekti.