Tanımsızlığın serkeş
tınısını resmetmişti bihaber iken o yansıttığı yeknesak, acı yüklü
kaybolmuşluğundan…
Viran bir yerleşkenin
geride bıraktığı toz dumandı görmekten hicap ettiği belki de tozutmuş bir
bilinçti sahip olduğu bilinçaltının yüklediğini taşımaktan aciz.
Görünen miydi de görmek
istemezken yoksa diline pelesenk olmuş bir nakarat mıydı sayısını unuttuğu?
Varlığı mademki
zimmetliydi yokluk kabulüydü.
Kabul gören mademki
uzak durduğu bir gerçekti, yalandı o zaman; sığındığı dünya.
Ne çatısı vardı binanın
ne de temeli bu yüzden hep ama hep maruz kaldığı o izafi boyuttu, gerçeğe yakın
yine de yalana meyletmiş.
Senelerce o
gel-gitlerle yaşamış sonunda ikna olmuştu, dünyasının nasıl da göreceliği
olduğuna.
İnsanlar vardı.
Tanıdığına inandığı yalanlar vardı inandırıldığı ve sözler vardı söylemese de
söylendiğine kandığı.
Gerçekten kandırılmış
mıydı da bu denli kolaydı? Kanmış mıydı da gerçeklere fazlasıyla uzak?
Bir çocuğu olduğuna
dair ithamlarda bulunmuştu insanlar, o derin uykudayken ve uyandığında görecekti
ki; değil bir çocuğu, bir ailesi bile yoktu.
Kanıksamıştı bu yüzden,
o gergefin yarattığı izleği: Tanımsız olabileceğini ve alabildiğine.
En çok etkisinde
kaldığı o çelişki yüklü görüntü idi; her defasında azrailin yoklamasında ilk
sırada olduğu. Bir kadın tanımıştı sözüm ona en çok da rüyasında rast geldiği
ve gözünü açtığında, başucundaki hemşireyi o isimle çağırmıştı:’’Aysel,
Aysel!’’
Gülümsemişti beyaz
melek: ‘’Demek kendinize geldiniz.’’
Ardından yeniden
kaybetmişti bilincini.
Kaç gün uyumuştu ya da
kaç hafta belki de aylarca lakin kimse bir şey dememişti ve demeyecekti
uyandığında. Sadece hastanenin beyaz duvarları kadar beyaz yüzlere sahip
adamlar ve kadınlar büyük bir tevazu gösterip saygı duruşuna geçmişlerdi.
İster sis bulutu deyin
ister toz bulutu… Öyle ya, bir buluttan ibaretti artık dünyası; hiçbir rengin
barınmadığı ve kerametin olmadığı gerisi yoktu o sis perdesinin, bir türlü
dinmezken soru yüklü sağanak.
Bir keresinde yan odada
yatan bir hastanın refakatçisi sızmıştı odasına ve gözünü kırpmadan seyretmişti
adamı öyle ki; uyurken bile hissetmişti bu yoğun enerjiyi ve bir kereliğine
gözlerini açıp etrafına bakındığında kimseye rast gelmemişti her nasılsa.
Yalıtıldığı ne varsa
yanıldığına inanıyordu ve yanıldığı her yeni gün, uyanmamasına uyumak istercesine
gerçekleri unutmak iken tek arzusu ve kaybettiği silah arkadaşlarını bir kez
dahi göremeyeceğinin yarattığı acı iken çöreklenen en derinde.
Hatırlamak istemediği
ne varsa merak ediyordu için için ve anımsamak nasıl canını yakacaksa, her yeni
ayrıntıyı vücudu buz kesip derin acılarla bedeni yoğrulurken.
Coğrafyasını özümsediği
ülkelerin ve kıtaların insanları kadar yakın bildiği kim varsa, kim bilir
neredeydi? Mademki yanında değildiler hiç mi merak etmiyorlardı nerede olduğunu
ki kendi dahi unutmuşken kim olduğunu ve neden bu karanlığın uzadıkça
uzadığını.
Genelde derin uykusuna
eşlik eden o yağmur sesi idi en yakın bildiği ama yine de hatırlamakta
zorlandığı. Mümkün müydü duymamak her ne kadar duymasının ihtimal dışı olduğuna
kanaat getirmiş olsa da doktorları.
Yağmur aralıksız
yağıyordu ve yine yağmurlu bir gün, odasını boşalttılar; ıslak toprağın
kayganlığında tek bir iz kalmadan geride tüm yalıtılmışlığına ve yarım
kalmışlığına söz geçiremezken melekler.
Aylarca boş bir umut
taşımıştı herkes onun her inleyişini iyiye yorup, yansıttığı acı iken en
derinden nakşeden.
Ve doktor dosyasına
şerh düştü onun ölümünden sonra:
‘’Kaldıramayacağı kadar
ağırdı yükü ve yükümlüydü de, gazi unvanını şehit mertebesine taşımakla. Ne de
olsa; şehit düşen askerlerini yalnız bırakmaya elvermemişti içi bu yüzden
dayanabildiği kadar dayanmış ve yine yağmurlu bir gün, silah arkadaşlarının
çağrısına yanıtsız kalmamıştı. Ne de olsa sözü vardı ve sözlüydü vatanıyla
sözüm ona, vatanperver geçinenlere inat.’’
Gözünden akan bir damla
yaşı silmeye dahi yeltenmezken doktor koydu son noktayı:
‘’Sözün özü sözünün
eriydi.’’