“Gel zaman git zaman içinde” diye mi başlasam yoksa “evvel zaman içinde” diye mi  bir türlü karar veremedim.  Gerçi her ikisi de tam kapalı olmayan bir kapıya açılıyor.  Maksadım;  zaman  denilen mefhuma ilişkin düşündüklerimi paylaşmak. Bunun için de zaman konusunda en zahmetli işçiliği üstlenen akrep ve yelkovana  iki çift sözüm olacak. Tabi ahenkli akışını kesmeden  bu iki sevimli kuyruğa  küçücük bir dokunuşta bulunmak ve izninizle sizinle mini bir sohbette bulunmak istiyorum. 

Türkçe dil bilgisi kaynaklarına baktığımızda zaman için “belleğimizin yarattığı, başı ve sonu olmayan soyut bir süredir. Dil bilgisinde zaman eylemin yapılmakta olduğunu, yapıldığını, yapılacağını bildiren soyut süre kavramıdır” diye bir tanımla karşılaşırız. Dünü, bugünü ve yarını tam anlamıyla anlatabilmek için dil bilginleri öyle güzel çalışmalar yapmışlar ki. Bize sadece var olan kalıplaşmış zaman kiplerini  doğru ve düzgün kullanmak düşüyor.  Bunu yazı üstünde veya konuşurken başarıyla uygulayabilirken aktif hayatımızda maalesef tabiri caizse çuvallıyoruz. Evdeki hesap çoğu zaman çarşıya uymuyor. Başta, geçmişi unutamadığımız için geleceğe zor uyum sağlıyoruz. Geçmişin enkazlarını geleceğin önüne döküp yolumuzu kapatıyoruz. Oysa Cowley “Geçmiş veya gelecek yoktur. Sonsuz bir şimdi vardır” derken ne kadar güzel mesajlar vermiş. 

Zamana yapıştıracağımız etiket, karakter ve meslekler olsaydı  acaba neleri uygun görürdük.  Zamanla bütün yaralarımızı iyileştirip şifa dağıttığına göre; doktor, bizden çok şey çaldığı için; hırsız, bizimle kıyasıya yarıştığına göre belki rakibimiz, gül yaprağı kadar narin ciltlerimizi kırıştırdığı için acımasız, ders verdiği için bir öğretmen,  tecrübeler kazandırdığı için bilge, öldürdüğü için katil bile olabilir. Cicero’nun “Zamanın azaltamadığı, yumuşatamadığı üzüntü yoktur “ sözüne göre Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanı olma şansı da yüksek. 

Hepimiz zamanın azlığından sitem ediyoruz. Ya da evimizin mutfak bütçesinden bahseder gibi “ne yaparsam yapayım yetmiyor” diye feryat ediyoruz.  Günlük limitimiz olan yirmi dört saate hükümetten zam talebinde bulunamayacağımıza göre çok aşina olduğumuz iktisat bilimini yine devreye sokacağız. Saatlerimizin kemerlerini sıkacağız hem de sıkı sıkı.   

Biz daha dünyaya teşrif etmeden önce tıkır tıkır işleyen zaman, bizden sonra da kuşkusuz aynı tempoda devam edip gidecektir.  Geceyi süsleyen ay ve yıldız, gündüzü aydınlatan güneş, yaşadığımız her anın kah sabahı, kah öğleni, kah akşamı olup gidecek biz de ona ayak uyduracağız. Bu esnada bazen planlı bazen plansız olaylarda başrol oynayacağız. Olumlu ve olumsuz pek çok kavram iç içe olacak ve kabul edip etmeme lüksümüz olmayacak. Gecenin gündüze, gündüzün geceye dönüşü gibi her şeyi kabul edeceğiz. “Hayır dediğimiz onaylamadığımız şeyler de aslında bizim kabul penceremiz değil mi?” diye de düşünmeden edemiyorum. 


Ne çağlar atlatmış şu insanoğlu sonra kendi çağlarını geçirmeye başlamış: bebeklik, çocukluk, yetişkinlik ve yaşlılık gibi.  Dünya üzerinde nefes alan her canlı çağın eteklerine bir tarihte tutunuvermiş. Kimi ilk çağda, kimi orta çağda kimi yakın çağda, Ben ise 1966 yılı Aralık ayında bu eyleme iştirak etmişim hem de farkında olmadan. Ama bu anı sabırsızlıkla bekleyenler çoktan kimliklendirmişler bile beni. 

Hemen her bebek ağlar, hatta sesi duvarları yıkar ama ses getireni o kadar azdır ki. Ben de mutlaka böyle ağlamışımdır ama kendimi ses getirmeyenler sınıfına dahil ediyorum. Neden diyeceksiniz. Bunu; “sesim, bulunduğum ortamın çerçevesi dışına hiç çıkmadı” diye rahatlıkla açıklayabilirim.

Ansiklopedi karıştırmayı çok severim ve zaman zaman elime alır, rastgele bir sayfa açarım. En çok ilgimi keşifler ve kaşifler çeker. “Keşfedilmemiş bir kıtayı ilk bulan olmak, hayallerin sınırlarını zorlayan bir icadı insanlığın hizmetine sunmak, yazıyı ilk bulan olmak” ne kadar gurur ve heyecan verici. Okurken bizler de hayranlık uyandıran mucitler, kim bilir eserleri karşısında ne büyük doyum sağlamışlardır. Bunun bireysel doyumun üstünde olduğunu düşünüyorum.  İnsanlığa fayda sağlamanın verdiği mutluluğun ölçülebilme derecesi olmadığına inanıyorum.     O mutluluğu ve heyecanı kim yaşamak istemez ki.  Uzun bir süre elektriksiz kaldıktan sonra çevremizi bırakın içimizi bile aydınlatan o ilk ışık ile sanırım pek çoğunuz benim gibi Edison’a dualar etmişsinizdir. 

Tarihte iz bırakmış kişilerin özgeçmişlerini büyük bir hayranlıkla okurum.  Bir ağacın üzerindeki sıralı yaprakları düşünürüm. Kahverengi dalların üzerindeki bu yeşil güzellikleri gözümde canlandırırım.  Kiminin gelişimini tamamlamış olduğunu görürüm, kiminin yeni fide verdiği görür heyecanlanırım, kimi de bir zararlının kurbanı olup canım yüzeyi delik deşik olmuştur üzülürüm. Onlar da bizim gibi aynı havayı teneffüs ediyorlar.  Hele meyve vermiş ağaca olan bakışım daha bir başkadır. Bir sürü yaprağın arasında meyveleri  bu saydığım özel insanlara benzetirim. 


  Eğer onları saymakla görevlendirilmiş bir “yaprak nüfus memuru” olsaydı kütüğünde mevcut birbirine çok benzeyen yapraklardan sadece bir kaçının dünyaya faydalı bir eser bırakacağını nereden bilebilirdi ki.  Biz insanlar da aklımız, düşüncelerimiz ve birbirine benzeyen iskeletimizle tıpkı yapraklar gibi ne kadar birbirimize benziyoruz ama neden sadece mevcutlarımızla yetiniyoruz. Beynimizin sınırlarını zorlamıyoruz. “Fazla merak iyi değildir” sözünü değiştirmek mi gerekir acaba. Çünkü insanlığa faydalı olmuş, iz bırakmış, başarılı kişiler hep meraklı, çevreyi araştıran, düşünen, sorgulayan insanlar arasından çıkıyor. Belki yaptığımız en güzel şey verdiğimiz meyveler olan çocuklarımız. İnşallah onlar kendilerini aşarlar. Önce sağlık gelir ama başarı da neden gelmesin ki. Aza kanaat getirmek güzel ama bu beynimizi az kullanmamız için söylenmiş bir söz değil ki. Tabi bunlar benim düşüncem sizlerin düşüncesine de büyük saygım var. Zamanı pinekleyerek geçirmek yerine daha faydalı işler için harcamak toplum için de fayda sağlar. 

Zaman; hepimizin kıymetlisi. Zamana karşı yarışılan, uyum sağlamakla geçirilen günler; yıpranan sinirler, yara almış gönüller ve yılgınlıklarla devam ediyor. Zaman; kor ateşlerin alevini bile yavaş yavaş söndürse de yok olmayan külleriyle beraber yaşamayı biz insanlara öğretiyor. 

Zaman; kiminde olabildiğince çok, kiminde ise kısıtlı. 

Zamanı; “ince ince dilimleyip sindire sindire tüketmek” ya da “bölecek kadar bile zamanım yok deyip ayak üstü geçiştirmek” tercih sizin? 

Sevgilerimle.  

Aysel AKSÜMER 

 

( Akrep Ve Yelkovana Şöyle Bir Dokunuş başlıklı yazı AyselAKSÜMER tarafından 7.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.