Akşam olmuş ve güneş olağanca atikliğiyle bir barikatı zıplama kahramanlığında gözden kaybolmuştu.Geri gelmek hep adetinde olduğu için yetim yavrucuğu üzmemişti.Minik bedeninde barındırdığı sesli meltemlerin nereye isterse onu o cihete sürüklediği bir yönelişin bekçisiydi sanki.Yepyeni bir günün ona sürpriz nişaneler dağıtacağını bilmesi,ancak kaybolup giden güneşin tenini okşamasıyla mümkün olabilirdi.Çok erkendi onun için,geleceğin kuşağına çift elleriyle sarılıp bırakmamayı istemek.Çok nadirdi, yürüdüğü yolların şefkatle süslenmiş taze eller tarafından tutularak gezdirilmesi.

            Sevdiği ve terk etmeyeceği insanlar vardı;teyzesi,Pırlanta,dayıları ve kardeşleri..ama işin buruk tarafı onlara içinden geldiği okyanus teveccühüyle halini anlatamıyordu.Teyzesine yüreğine yapışan duyguların baskıcı gücüyle “anneciğim” diyemiyordu.Medeni cesaretini eline aldığı bir kalemi bırakan öğrenci talihsizliğinde hemen bırakabiliyordu.Yemeğini yedikten sonra gül kokan yanaklarının hemen yanı başında burukluğunu haykırmaya yeltenen minicik dudaklarından “ellerine sağlık anne..” demeyi ne kadar da çok istiyordu oysa.Pırlanta’nın bir aktivite olarak onu neşelendirmeye davet ettiği güreş zamanlarını ne de çok severdi.Onu bir kahraman edasıyla kündeye getirişini gerçek bir kuleden seyrediyormuşçasına ağzı açılmamış gururuna yorardı.Açıldıktan sonra da biraz incinir,kalbinin kırıldığını hisseder ve bir köşeye çekilerek karanlığa sayfa döküyormuşçasına ağlamalı olurdu.Onun bu şekilde ağlamalı dakikaları çok meşhurdu,kendisini meşhur etmişti kimsenin hissetmediği ve hissedemeyeceği dilimlerde.Kendisinin anlaşılmadığını hissetmesi dahi onun için bir yüktü belki.Yaşı ilerlediği yıllarda kalp cebine harçlık olarak “Seni anlamak zorunda mıyız biz?” sorusu bir batman yük olarak bırakılırsa ne diyebilirdi?Ne cevap verebilirdi içini titretebilecek  bu yüklü soruya..

            Hep de böyle gözü yaşlı hediye kaselerini açıp açıp bağlamakla zaman tüketemezdi.Pırlanta’dan dinlemişti kitap okumanın gerçek hayata atılmanın en birinci basamağı olduğunu.Okumalıydı bilmediği hazineyi.Büyümeyi benliğine hediye kılmalıydı işte.Belki bu şekilde kendisini affettirebilirdi.Saatin çıkardığı yelkovan tıkırtılarına  kim bilir kaç defa çocuksu hareketleriyle tempo tutmuştu.Onunla zaman inşaatına kürek savurmuştu.Dökülenler arkasında veya önündeydi ne fark eder,seslerle zamana kulak veriyordu.Bakışı parlak bir geleceğin aynasına süzülen sabah güneşini anımsatıyor,narin menekşe saksısındaki duygusallığı bilumum barındırıyordu.

            Bu sessiz kımıldanmalar sonucunda desensiz ve hızlı bir işçiliğin ürünü olan  yorganının içerisinde olduğunu fark etti.Med-cezirleri anımsatan uyku bahçesinde her türden açmış ve açılmayı bekleyen çiçekler mevcuttu.Bunların bazıları hızlı büyümekte,bazıları duyguların ağırlığına göre küsmekte ve diğer kalanlar ise ilgilenmeye emanet giysileriyle gün boyu toprak değiştirmekteydiler.Toprak değiştirmek ve yepyeni bir hayatın mimarisine soyunmak,yetim kalp için aralanması gerekli olan tılsımlı bir kapıydı.Sonra sürpriz biçimde karşısına çıktığında hakiki gözyaşlarıyla nasıl da sırıl sıklam kalacağını ve hayatın özünün neye mal olacağını tam o sırada keşfedebilecekti.Kim bilir..

            İçindeki toprağın kokusunu en saf şekilde bağrına taşıyan olayı hatırlamıştı şimdi.

                                                          

 

Bir gün dayısı ellerinden tutarak,daha önce hiç gidip görmediği şehir mezarlığına götürmüştü.Kimler vardı bu mekanda,ilk defa böyle sessiz bir ortama gelmenin yabancılığını iliklerine kadar hissetmiş ve anlatamayacağı bir heyecanın esiri olarak üşümeye başlamıştı.Dayısının ellerini sıkıca tutuyor ve unutmak istemeyen bir hatıra düşü heyecanıyla etrafını seyrediyordu.Her yer dikdörtgen mermerler ve sonsuzluğu haykıran heybetli servi ağaçlarıyla bezenmişti.Bazı mermerlerin doğuya bakan cephesinde küçük yuvarlak kutular istiflenmişti.İçinde de kendi hacmine uygun durgun sular vardı.O kadar çok heyecanlanmıştı ki,dayısına bunların ne olduğunu,kimlerin yaptığını soramamışı.Ara sıra kanat çırpmaktan yorulan renkli renkli kuşların süzülerek o yuvarlak mermer bardaktan  su içtiklerine şahit oldu.

Hemen aklına teyzesi geldi.Bazı geceler uzun düşlere dalar,anlatamayacağı rüyalar kendisini kuşatır ve terlerdi.Ter içerisinde kalan vücudu ve ciğerleri su isterdi.Onun bu halini anne çevikliğiyle ve şefkatiyle anlayan teyzesi hemen mutfağa koşardı.Annesinin ikram ettiği o suyu içince,görmüş olduğu tatlı düşlerin de içi ferahlardı.Bir ferah kapısı açılırdı teyzesinin  ellerinden,gülümsemesini tam anlayamazdı ama göz pınarlarından akan gurbet yaşlarını az çok sezimleyebilirdi. Zamanla bunu daha iyi anlayacaktı ne de olsa..

Kuşlar ceste ceste geliyor,gagalarını ıslatıyor ve bu minik dünya misafirine hoş geldin dercesine ona bakıyorlardı.Yürümeye devam ettikçe de gözü arkada kalıyordu.Gözünün arkada kalacağı günler pek çoktu,şimdi ise onları düşünecek zamanı yoktu.Ne de güzel yürüyordu minik çocuk bu tanımadığı misafirlerin yolunda.Dedesinin kapalı çarşıdan alıp torununa hediye ettiği ve kendi elleriyle giydirdiği ayakkabıları ayrı bir ahenk katıyordu bu masum gölgeliğe.

Gagalarını ıslatan kuşların mermer bardakları aklına takılmıştı.Kahvaltı yaparken her gün masada gördüğü ve teyzesinin içindekileri dökersin diye kullanmasına izin vermediği şekerliğe benziyordu.Kuşlar da mı kahvaltı yapıyorlardı,ya o içindeki bembeyaz sular?Şeker şerbet bir hayat yaşayan bu suçsuz canlılara imrendi bir ara,onlar gibi olmak istedi atan kalbiyle.Tatlı tatlı süzülmelerini acaba bu içtikleri tatlı suya mı borçluydular?Bengisu hayaliyle bir an adımlarını yavaşlatsa da yürümeye devam ediyor,cadde cadde ayrılmış yollardan tanıdık bir akranı çıkar mı diye merak ediyordu.

Önlerine mermer bir tepeciği anımsatan iri cüsseli,kukuleta kilitli bir ev çıktı.Ev olmasına evdi ama yaşayan bir insan yoktu içinde.Beş duyusuyla düşündüğü için öyle karar vermişti en azından.Niçin kilitli olduğuna merak sarması bir yana,dört mermer taşının yapışık vaziyette bulunması çok garibine gitmişti.Turkuaz yapraklı kırmızı lale motifinin mermere gergef gibi kazınmış haline hayran kaldı.Hemen onun altında okuyamayacağı yazılar vardı.İçinden geçirdi,herhalde bu süslemeyi yapan bunlardır diye.Peki o zaman niçin hepsi aynı uzunlukta kesilmemiş de bir tanesi küçüktü.”Benim boyumda” dedi.

”Yatağa yatıyormuş gibi uzansam belki  ayaklarım bile boşta kalmaz,dayı”.

Dayısının içi burkuldu fakat belli etmemecesine yürümeye devam ettiler.

Başını kaldırdığında servilerin şemsiye gibi üzerlerine kol kanat gerdiğini zannetti. Taze yapraklarının ucuna konmak için çabalayan güvercinlere,kumrulara göz gezdirdi.Bunlar kendi mahallesinde öğleden sonra dertli dertli öten kuşlara ne kadar da çok benziyordu.Bazen bunların ötüşüyle uyanır ve ne diyorlar diye anlamak için kulak kesilirdi.Evet,bu kuşlardı onlar.Teyzesinin “Yusufçuk” dediği ve heceleyerek öğretmeye çalıştığı.Hoş geldin demeye gelmişlerdi.Yalnız olmadığını hissetti dayısının yanında.İlk sevinç tebessümünü o anda yaydı etrafa.Dayısı ona eşlik etti etrafı izlerken.

Artık burada yabancı değildi,hiç de korkmuyor ve canı sıkılmıyordu.Oysa bazen otogardan eve gelinceye kadar yürüyecek olmaları,ne de sıkardı onu.Akrabalarının çocuklarını yılda bir-iki defa görmesine görür ve kalbine dünyanın en unutulmaz çiçeklerini doldurarak oradan ayrılırlardı.Ayrılırken otogara ayak basacak olmaları, geniş bir günün en dar dilimi sayılırdı onun için.Şuan hayalini bile kurmuyordu o gezintilerin.Kalbine hayatında hiç doldurmadığı çiçekleri onları incitmeden koyacak olması,ona bambaşka bir zevk veriyordu.

Kanatlarıyla ter döken karıncaların, ayakkabısına yakın yerden hızlıca geçişlerine takıldı gözleri.Karıncanın da yusufçuğun da kanatları vardı gözlerinde.Gözleriyle bakıyordu küçük dünyasına,düş buzlarını eriten hayatına.Az önceki gökyüzü uçurtmaları ile karıncalar bekleyenlerine gidiyorlardı.Bekleyenleri vardı evlerde.Evleri onun için huzurun çiçek kapılarıydı.Bu yüzden evlere kapıdan girilirdi.Annenin kucak açması kapının açılmasına bağlıydı,özlemler giderilirdi bu kulaç hasretinde.Acaba altın gücünü hızlı hızlı  toprağa damıtan bu karıncalara da kucak açan var mıydı?Her huzur açılmayı bekleyen bir kapı demekti.Peki,az önceki mermer tepenin niçin kapısı kilitliydi?O evde yaşayan insan yok diye mi?Yoksa,yaşayanlar bu eve giremezler şimdilik,demek için miydi?Bu güzelim bahçede ara sıra buna benzer sarmaşık duygular ellerine temas eder ve soru sormadan adımını hızlandırırdı.Soru sormayı fazla sevmezdi.Merakını kendisinin çözmesini ister ve bunu başarırsa dünyalar onun olurdu.Aşamadığı hayal çeperinde ne dünyalar kurmuştu.Yıkmamıştı bu kuleleri aynaya bakarken ve dünyasını incelerken.

Suyun üzerinde uyumakta olan nilüferlerin hafif kıpırtısına benzer bir ses işitti ama ne olduğunu göremedi.Etrafına bakınsa da hızlı bir şekilde hareket eden küçük canlı türü olduğu belliydi.Az sonra haklı olduğunu müjdeleyen bakışıyla, sol tarafındaki mermerin üzerinde küçük bir kertenkele gördü.Yeni doğmuş izlenimini veriyordu.Kuyrukları altın suyuna batırılmış madeni bir hava içerisindeydi.Su dolu mermer şekerlikten kendi kabına sığan hamlesiyle su içmeye çabalıyordu.Ürkütmeyen bakışlarla oradan ayrıldı.Kendisinin de susamış olduğunu hemen anladı.Boyundan hafif yükseklikte alüminyum başlıklı bir çeşmenin yanına kadar ilerlediler.Birbirinden güzel işlemelerin göz sanatına kanat çırptığı sessiz bir zamanı yaşıyorlardı şuan.Biraz daha gayret edip gözünün erişebileceği en uzak yerlere bakabilseydi,sessizlikle kuşatılmış bir huzur yuvasında olduğunu hemen anlayacaktı.Bu yuvanın sadece bir odasındaymış gibi hissetti varlığını.Şaşılacak bir şey değildi bu aslında;caddelerle bölünmüş ve kutu kutu mermerlerin yanaşık düzen aldığı kompozisyonun göz işçiliğini yapmıştı sabahın ilk ışıklarıyla birlikte.

Hayrat çeşmesinin önünde tatlı bir serinlik vardı.Büyük damlaları olan somaki sütundan toprağın bağrına şırıltılar süzülmekteydi.Ara sıra yaramaz sinekler su içmek için bu ele avuca sığmaz göletin durgun sularına konuyor ve minik dalgalar oluşturarak suyun yüzeyini kırıştırıyorlardı.Şehirde barınamayan at arabalarının üzerinde kesilmiş mermerler yer almaktaydı.Çıkardığı sesler seramik üzerinde ilerleyen çivilerin yolculuğuna rast geliyordu.Ne muazzam bir tıkırtıydı ki,bu mekanın sessizliğini beyaz düşlerle haykıran eşsiz sanat aynası denilse abartı olmazdı.Her tarafa serpiştirilmişti birer birer.Aynalar vardı toprakla ilişkisini kesmeyen ve ayakları toprağa batırılmış..Topraktan yaratıldığı mesajını bu aynadan görebilenlerindi gün.

Dünya’daki her meyve topraktan çıkarılmaktaydı.İnsanın mayasını bu iklimde görebilmek, yağacak yağmuru daha henüz gelmeden karşılamaktı ev sahipliği.Kimdi misafir?Mermerler mi,mermeri yapanlar mı,yavrucuk mu,dayısı mı?Bu beyaz sorular içerisinde mezarlığın çıkış kapısına kadar iki kişi sessizce ilerlemişti.

            Kurdele bağlamışçasına her mermerin  ayrı ayrı duyguları yaşatıyor olması adımları hızlandırıyordu.Bilinmeyen bir el işaret parmağını kaldırarak başka bir tarafa gitmelerini sağlıyordu.Herkese nasip olmaz denebilecek seviyede bir yolculuğun nabzı atıyordu gürül gürül.

Bir tatsızlık yaşanmamıştı gözüyle görebildiği ölçüde.Sadece at arabalarını kullanan ve mermer üzerine yazı yazmakla görevli kişilerin ağzındaki yersiz dumanın burada kullanılmasını eleştirmişti içinden.Kendini bildi bileli bu dumanın ağır kokusundan uzak durmaya çalışmıştı.Dumanın havaya doğru uçuşundan kuşların rahatsız olabileceğini de düşünmedi değildi..

Bu esrarengiz mekandan boylu boyunca geçip giderken dayısıyla aynı hisleri paylaştığını umuyordu.Kendisine güven içerisinde yürürken bir ara ayakkabısına çamur sızıntısının bulaşmış olduğunu fark etti.Eğilmesi ile doğrulması bir oldu.Diğer mermer kulelere benzemeyen bir şekilde inşa edilmiş dikdörtgen şeklindeki çiçek bahçesinin gözü doyuran estetiğine şahit oldu.Dayısının acele eder tarzdaki hareketlerine aldırış etmeden son defa bir ricada bulundu.Karşısında demet halinde ruhunu mest eden mısraları okumasını istedi.Günün ilk ve son ricasıydı bu kopup gelen meltemcik.Dinlemede ve düşünmedeydi küçük misafir mısraları:

“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.”

 

Güneş’in ufku kucaklayan kor ateşi sönmek üzereydi.Hiç bir yerde ışık bırakmayacak kadar sabır içerisinde yolcuların eve gidişini beklemekteydi.

 

                        Gürsel ÇOPUR

 

( Mezarlıkta Akşam Yemeğini Yiyemeyenler başlıklı yazı Gürsel ÇOPUR tarafından 18.07.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.