Çocuktu daha o… Hayatın tomurcuğu, özü ve notası olması dolayısıyla bir çocuk. Hayata tutunabilmenin ve hayatı kendi çerçevesinde yudumlamanın temiz bir sayfasında bir çocuk. Belki bundan dolayı adı küçüktü, şirindi. Bundan dolayı olaylar atabildiği adımlarla ölçülebiliyordu… Veya insanlar, tabir-i diğerle büyükleri, çocukluğu dar pencereden gördükleri için adını öyle koymuşlardı: Küçüklük...

     Hayat aslında çok ufaktı onun için, eline alıp okşamak istese hemen eliyle temas edebileceğini sanıyordu. Aynaya hiç bakmadığı için kendisini ve olayların akışını nasıl karşılayabileceğini hesaplayamazdı daha o. Ama onun içinde kırılmayan çelik bir kuvvet, bükülmeyen bir sevgi yelpazesi vardı. Öksüz ve yetim büyümüş olması psikolojisine damla damla yansımazdı bu günlerde, ama zıplaya zıplaya hayat merdiveninde kendi varlığıyla arkadaşlık kurmaktı hedefi. Belki tam olarak hedef kulesini oyun hamuru ölçüsünde inşa edememişti ama anlatamadığı rüyaların sesli soluğu onu böyle yapması gerektiğini fısıldıyordu.

     İlköğretim basamağına yeni adım atmış ve gökyüzü renkli elbiseyi üzerine benimsetmişti adeta. Sorulsa belki de bu elbisenin kendisine gökyüzünün hediyesi olduğunu söyleyecekti, içinin bamteline süzülen misafirsi duyguları biz anlayamıyorduk ama tomurcuk bakışlardaki parlaklığın tercümesi buydu onun için. Okulunda öğretmeninin vermiş olduğu bilgiler hayatına nasıl da kucak açıyordu, kıpır kıpırdı hücrelerindeki tomurcuklanmalar.

     Harflerdeki; kıvrımlar ve düzelmeler onun için çok şey anlatıyordu. Belki onun için bir rotaydı. Sesli denizdeki uçuşan dalgaların haykırışını içinde hissedercesine bağlıydı yuvasına o kuluna, arkadaşlarına ve öğretmenine. Öğretmeninin adı Tarık’tı. İdealist bir öğretmendi, çehresinde sevgi meltemleri esiyordu hep. Bu talihsiz yavrunun içinde anne-baba yokluğu tam olarak hissedilmiyordu, ama öğretmeninin varlığı ona bunları geçici olarak unutturmaya yeter ve artardı.

     Tarık öğretmeni Berk’in okumasını çok istiyordu. Berk’in mahzun biyografisi öğretmeninin içindeki panosunda hep asılı duracaktı. İğnesiz, acıtılmamış ama acıya eş değerde olan sessiz bir panoda… Öğretmeninin tomurcuğuydu artık, onunla yeşerecek, onunla meyvesini bulacak ve çiçeğini benliğinde beraberce hissedeceklerdi. Ona Tarık olmasını öğretecek ve hayatta geri adım atmanın faydadan çok zarar getirebileceğini o çiçeğe damıtacaktı. Ne de olsa Berk, onun çiçeği, özü ve balıydı. Bunları yapmanın onun için elverişsiz bir tarafı yoktu.

     Günler temiz ve ışıldamayı bekleyen zaman tünelinde heveslice ilerlerken, Berk ile öğretmeni arkadaş olmuşlardı. Neden olmasındı ki? Aynı yuvayı, aynı nefesi ve aynı hedefi paylaşan iki canlı olarak müşterek bir noktada hareket etmeleri gayet normaldi. Belki de Berk’i kendisine çeken bir hayat periyodu vardı öğretmeninin sinesinde. Belki öğretmeni de yetim doğmuş ve büyümüştü; ama bunu Berk’e söyleyemezdi ve söylemek de istemezdi. Hayata sımsıkı bağlanması ve ideal yetişmesi gereken bir tomurcuk için bunları dile getirmenin ne kadar da gönül yaralayıcı ve erken olduğunu biliyordu. Sudan çıkan balığın tekrar suya girmesi her zaman zor karşılanırdı ve bu olumsuzluğun simgesi sayılırdı. Hâlbuki ortada açılmayı bekleyen bir hazine vardı. Hazinenin içinde kırılmaya ve demode olmaya müsait materyallerin olmaması gerekliydi.

     Öğretmeni ile Berk arasındaki bu bağda hayata tutunmayı bekleyen bir destanın lirik sancısı vardı. Çakmak taşı çakmak taşına sürtünürse ışık saçardı, şimşek gibi. Berk, isminin ne anlama geldiğini can bileşkesi öğretmeninden dinlemişti: Şimşek… Ne de güzel bir programdı bu Berk için. Evet evet, bir program… Geçmişle gelecek arasında hızına göre bir bağ kurabilme, hayatı okul gibi görebilme, adımını attığı her yeri sevgi parkeleri narinliğinde keşfedebilme ve bunların hepsini yorumlayabilme…

     Tomurcuk için yağması gereken yağmurun mutlaka bir terazi ölçüsü vardır; yağmurun teşekkülü için de sebepler zincirinde şimşeğin çakmak taşı gibi çakması gerekir. Berk için hayat her şeye müsaitti. Tomurcuk da olabilirdi, şimşekli yağmurların altında da kalabilirdi. Berk çok şanslı bir çocuktu, çünkü onun şemsiyesi can bileşkesi öğretmeniydi. Çünkü öğretmeninin evinde kalıyordu artık, hakiki sevgi yuvasını bulmuştu. Öğretmeni de ondan ayrı kalmak istemiyordu, onu çocuğu gibi çok seviyordu.

     Mahzun biyografiye yıllar eklenmiş ve Berk, ilköğretim çağını bitirmek üzereydi. Hayatın sorular ve cevaplarla dolu bir sınav kazanı olduğunu artık anlamıştı. Kazanın kaynadığını düşünmeden ruhunda serinlik yaşayabilmeyi de üvey babası, öğretmeni öğretmişti. Bu ne fedakârlıktı ki, başkasını düşünebilmenin en çıplak bir şekilde desenleri çiziliyordu.

     Hayat onun için bir uçurtmaydı artık… İpi senden, süsü senden, renkli kâğıtları senden, kuyruğu senden ve terazisi senden… Hayat uçurtmasını özgür maviliğin cazibeli tonunda tutabilmeyi, dayanıklı ipi satın almak sayesinde gerçekleştiğini de sevgili öğretmeninden öğrenmişti.

     Gökyüzünde uçurtma uçurabilmek… Ne heyecanlı ve sır dolu bir işti Berk için. Elinde sımsıkı tuttuğu ip yumağında bile kendini görebiliyordu artık. Bırakmamak ve sımsıkı sarılmak, hayat hazinesi kutusunda bunlar da vardı.

     Tüm bunları canlı canlı sezebilmesi ve yudumlayabilmesi için de üvey babası ona bir uçurtma yapmıştı. Rengârenk tonunda, tertemiz kâğıtlardan yapılmış ve kopmayan iptendi. Tam da Berk’in ruhuna hitap edercesine... Bırakılmayan ve sımsıkı sarılmayı sağlayan uçurtma bu olması lazımdı. Ne de olsa rehber öğretmeni yapmıştı. İkindi serinliğinde gökyüzüne kalem edasında sevgi şiirleri yazan bu uçurtma, Berk’in o şirin ellerinde tam otuz dokuz defa uçma başarısını göstermişti. Berk, gökyüzüne otuz dokuz defa şiir yazmış ve sayfa değiştirmeyi bekleyen bir şair heyecanıyla ertesi günün ikindi sonrasını beklemek istiyordu içinden…

     Tertemiz ve tüm parlaklığıyla kırkıncı sayfa da hazırdı. Islak parmaklarıyla o hazzı da yaşamak için bütün şirin heyecanını feda etmeye razıydı. Fakat az sonra istenmedik bir olay oldu, kara bulutlar kervan misali birbiri ardınca ilerliyorlardı. Berk için uçurtmanın uçamaması demek, içindeki hayat programının bir günlüğüne durması demekti. Uçurtma ile hayatı arasında enfes çağrışımlar yakalıyor ve bunları üvey babasıyla akşam çay içerlerken paylaşıyordu. Anlaşılan, bu akşamki çaya şekersiz bir ton hâkim olacaktı.

     Berk bu düşüncelerle eve ilerlerken kapı önünde okul arkadaşlarından oluşmuş bir kalabalık gördü. Kalabalık ağlıyor ve kapının önünde haklı olarak gözyaşı sel gibi çağlıyordu. Üvey babası trafik kazası geçirmiş ve hayatını kaybetmişti. Berk için ise iki hayat birden buhar olup uçmuştu. Hayatında ilk defa üzülüyor ve ağlıyordu. Üvey babası ve sevgili öğretmeni için. Demek üzüntü buymuş, ağlamak buymuş, diyordu kendi kendine ve kimseye hissettirmeden. Üvey babası, ona hayat adına olumlu olabilecek ne varsa çoğunu tattırmıştı ama üzüntünün ne olduğunu yaşatmamıştı. Berk ise şuan kendisini bir enkazın içerisinde gibi hissetmeye başlamıştı.

     Berk, biraz kendini toparlamasına toparlamıştı ama kabuk bağlayan yaradan az da olsa burukluğun sızıntıları beliriyordu. İçten içe kendini yiyen bir ağaç olamazdı artık. Daha dün akşam çay sohbetinde babası ona şöyle demişti: “Oğlum, hayatta iyi-kötü ne varsa her şeyi yaşamaya razı olacaksın. Sen hayatındaki yaşadıklarına razı olmazsan, bu boşluğu bir düşman doldurabilir.” Berk yeni hatırladı babasının bu son nasihatini, içtikleri çayın sıcaklığını hissedercesine. Evet, babası haklıydı ve öyle yapacaktı. Her şeye razı olmak vardı kaderinde…

     Mahzun biyografisine kırmızı mürekkep damlası düşmüştü, ama sayfalar iştahla açılmayı bekliyordu. Gökkubbenin sütun halindeki sarsılmaz ruhunda Berk’in de kalemi vardı. Berk’in bir eli bu kalemde, bir eli de mezardaki babasının hediye etmiş olduğu uçurtmadaydı. Hayatı uçurtma gibi görüyordu artık. İpin sağlamlığında ve ellerin bırakılmamasındaydı gerçek mutluluk.

     Berk, kırkıncı günün uçurtmasını Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çerçevesi çizilmiş avlusunda uçuracaktı. Elleriyle sımsıkı tuttuğu ip, sarsılmayan inancından tebessümler yağdırıyordu…

                                                              Gürsel ÇOPUR

( Çocuk Ve Uçurtma başlıklı yazı Gürsel ÇOPUR tarafından 25.09.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.