Rüyadan henüz yeni doğrulmuş ihtiyar, sendeleye sendeleye varmak istediği koltuğa doğru ilerlemişti.Titrek bakışlarında odayı kuşatamamanın ve yalnızlığın heykeli nümayandı.Rüyadaki sesler hem mazisinde yaşamış olduklarını tırtıklıyor,hem de zamane hayatın ruhban prangalarıyla devam edemeyeceğini tavsiye ediyordu.Tavsiye her zaman büyük dudaklardan damlamayabilirdi.Rakımı sıfır olan bir gölet, zirvedeki su birikintisini yeraltına davetçi kılabilirdi.Fizik kuralları her zaman büyük olanı söz sahibi kılsa da,sosyal dantelada haklı olanın serdemeç verebilmesi akla daha yatkın gelir.

 

İhtiyar,vefasızlığın seyyar elleriyle rüyada bir tokat yemişti.Daha geniş düşünemeyip de herkesten kaçmasının,torununu dahi defterden siliyormuşçasına onunla hiç hasbihal etmemesinin sebebi,damadının mal müptelası olma kişiliğinde yatıyordu.Yetim torununun  suçsuzluğunu bilemeyecek kadar gafil ve bir o kadar da düşünmekten aciz yaşamıştı.Yaslandığı koltukta(bu saltanat ki yıllarını verdiği çekmece hayatıydı!) zehirli ahu yutmuş gibi sendeledi,öksürmeye başladı.Diyaframını delen bu öksürük,yalnızlığın da katkısıyla son kerteye varmış ve kahramanlığını ilan etmişti.Çaresizdi artık o..kelimeleri dahi ağzından eleyip dışarı çıkarabileceği gücü kendinde bulamamıştı.İlacını son bir gayretle almak için ayağa kalkmaya çalıştı ve şaşırtan heyecanla başarmış olduğunu gördü.İlaç kutusunun yanında ebruli kapaklı bir ajanda gözüne takılmıştı.Hayır,hayır!Bu ajanda dün de yoktu,bir önceki gün de..yeni gelmiş olmalıydı evine,kitaplığa.Zaten kitap okuma alışkanlığı da olmadığından ne yapsındı kitaplığı!Yıllar öncesinden torunu için almıştı bu kitaplığı.Okusun ve büyük düşüncelere sahip olsun diye..

 

Haksız da sayılmazdı hani.Onun geleceğe ait bu masum düşüncesi,sunabileceği bükülmez bir dilek olmuştu onun için.Dilek hedefini on ikiden vurmuş,torunu bir kitap yazarı olmuştu artık.Kelimeleri ruhunun gergefinden rahatlıkla geçirebilen bir kalemşördü..

 

Kalem,haksızlık karşısında dimdik ayakta durabilen ve avını yazdıklarıyla avlayan bir süvariydi.Kuyudan bir yetimi çıkaran güç kadar insanlığa sunabileceği engin değerler vardı onda.Kimbilir,yılların gözüyaşsızlığını dindirebilecek erdemi de bir ihtiyarın şatosuna sunabilir miydi!..

 

Şatodaki titreyen parmaklar,ajandanın içindeki tertemiz kağıda kulak kesilmişti.Kulak kesilmek bir yana,kesilen, aslında geçmişin fazla duran sarkaçlarıydı.Düşman sarmaşıklar dallarıyla birlikte toprağa süzülüyordu artık..Haklı olan konuşuyor ve oda deprem yemişçesine bir o yana bir bu yana sallanmaya başlamıştı.Tavandaki örümcek ağları gideceği yeri biliyormuş gibi ihtiyarın bastonuna kümelendi.Pişmanlık merdivenin son basamağına geldiğinde,yanağına iki damla suç mavisi döküldü.Bu bir mektuptu.Şatonun cüssesini delen bir haykırışla yazılmış gibiydi.Binbir bahane uydurup da gerçeklerden kaçmanın cezasını şimdi zıpkın gibi yudumluyordu.Öksürük bile artık ona geçici geliyordu.Tadını bulmuş bir istekle bir defa daha okumaya karar verdi,ezberlemek için..İçindeki ezberler bozulmuştu.Gerekirse küçük ve günahsız elin dahi öpülebileceğini anlamıştı.

 

Yetim elbisesi giymiş mektupta şunlar yazılıydı:

 

“Ah Anneciğim!..

            Yıllar var ki, geçmişime özlem duymamacasına kulaklarımı kapatmam, öğretmiş olduğun vefâ duygusuna vefâsızlık gibi gözükecektir. Ben nasıl vefana gözümü kaparım, ben nasıl tek kürekle sandal yürütme sevdasına kapılırım. 

           Ama ortada bir şey var.. Kelimelerimin kelimelerine gurbet kaldığı, soluklarına hasret olduğum şu sıla demlerinde kalbimin sılasını gerçekleştiremedim. Hep hayıflandım bu kaçamak davranışıma, kalbimi avuçlarım arasında sıktım eritircesine. “Sen bu kadarcık mısın, bu kadar mı sevgi kıvılcımı birikti içine?” dedim kendime günlerce. Oysa ben bunları derken erimeliydim, düşüncelerim sızmalıydı kapaklanan heyecanıma. Yanmalıydım gurbet ateşinde izhar etmeden, tütmeliydim bacasına kalbî duygularımı yasladığım benliğimle.

 

            Elimdeki bir buket çiçek, hicransı duygularla huzuruna varmam, sana olan hasretimin mesafesini daraltmaya yetecek gibi olsa da, “sultana sultanlık, köleye de kölelik yakışır” sözüyle hareket etmem gerektiğini düşünüyorum. Sen benim âb-ı hayatımdın, varlığımın vesilesindeki dibâce kaynağında. Onun için ben sana kırık testi getirdim bana kırılmaman için, gül tazeliğindeki tebessümünde kendi endam aynama bakabilmek için. Hep bu mesafeyi daraltmaya çalıştım, merdiven kurdum, merdiven oldum, basamak oldum. Ama hâlâ yolda olduğum fikrine kapılmaktayım inancımı ümitsizliğe  çevirmemecesine. Hep bu solmayan ümidimle kapına baktım aylarca, belki açarsın diye. Belki o cennetsi tebessümünü yakalarım diye kapına yörüngeledim bakışlarımı. Şuan da beklediğimi söylememde hislerimi yanıltmamanın bir mutluluğu içerisindeyim.

 

            Sesini duyamama ve sensizlik girdabında sessizce yol alma şu an ki hayatımın şafak kulesi. Bazen o kuleye tırmanıp avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum. Kendimin ancak duyabileceği bir çığlık senfonisinde kendimce davranmak, herhalde bohemce yaşamak gibi bir şeydir. Bunları da düşününce sana olan yakınlaşma arzum iki kat daha artıyor. Bilmiyorum hâlimi anlıyor musun anneciğim? Melek kanatlım! Demet demet taze hislerle bir yolcu gibi hareket etsem de, karınca izi miktarındaki vuslat hamlelerimi umarım çok görmezsin. Ben de bu şefkatli kucak gibi görünen aleme sarılır, özlem gideririm belki.

 

            İşte, kendi talih pusulamda hep arayış içerisinde bulundum. Sonsuzluğun koyunda bir nokta olma aşamasındayken, onun bile başka noktalarda arkadaşlık kurduğuna şahit oldum ve teselli buldum. Sonsuzluğu nokta olma sayesinde tanımışken sonsuz hazinelere de bu süreçte –bir nebzecik- hissedar oldum.Cennetsi değerlerin ayağına kaldırım taşı olacağı ve bu değerlerle, değerlerüstüne yürüyeceğin belirtilmişti. Bunun için elimde olmayarak “hissedar oldum” dedim. Ama neylersin, o kadar susadım ki bu birlikteliğe, can ile canan koruyla yanmadır bu. Pervaneler gibi aşk ateşiyle cezb olup kendinden geçmedir bu. Aşıkın ölümü vuslatsa; yanan ateş, yanan kalptir. Yananlar bir daha yanmazlar rahmetin kucağında. Bu öyle bir rahmettir ki, şefkat kahramanlarına sunulmak üzere hazırlanmış gibidir. Bu öyle bir rahmettir ki, cennetin o tertemiz ikliminde kanat çırpmadır. Ah beyaz kanatlım! Seni ne kadar özledim bir bilsen.

 

            Hisler vardır cennet kevserlerine batırılıp çıkarılmış gibi dupdurudur, hisler vardır melek masumluğunda hiçbir çengele takılmadan ilerleyen altın süvari konumundadır. Böyle bir varoluşlar içerisinde aynı paralellikte öyle dirilişler de vardır ki, işte hakiki mutluluk burada olsa gerektir. Hakiki mutluluk beraberinde bir kutlu diriliş de meydana getirir. Benim beklentim odur ki sen, sana has olan meleksi duygunla o kutlu diriliş kervanına katılacak ve bana da el uzatacaksın. Bunun heyecanını dahi yüreğimde hissetmem, benim adıma bir diriliştir. Sendeki heyecana denk olmasa da.

 

            Bir beste sunmak isterdim serince özlemlerimin kıvılcımlarıyla. Bir beste sunmak isterdim sonsuzluğa uçmak için kanat çırpıyormuşçasına. Bir beste sunmak isterdim yed-i beyza parlaklığındaki ellerini buselerime misafir etmek için. Belki biraz kırık ses oldum ama, atan kalbime de hep şu ölmeyen mısralar damıtıldı:

 

            “Hummalı gözlerimde yaz rüyaları şimdi,

            Çocukluğumdan beri kurduğum hayalimdi.

            Saldım kendimi o âleme ki, yok serhaddi…”

 

            Sevgilerimi sevgine sunuyorum anneciğim!..

                                                                       (Biricik Oğlun)

 

 

            Mektubun yazılış tarihine baktığında hıçkırıklarını tutamadı.Aman Allahım!.Bu,kızının ölüm tarihiydi.Torunu ise on iki yaşında yazmıştı bu mektubu.Bu yaştaki bir ilhamın gücünü keşfetmişti artık.Bu ilham kulaklarını kırbaçlamış ve ona telafisiz ihtarını yapmıştı.Biricik torununu bulması ve ona(kabul ederse) sarılması gerekiyordu.Yerini bulması hiç de zor olmadı,kalem sahibiydi çünkü o.Kalem kaçmaz,kalem hayatı kucaklardı..

 

            Çift hayattan pişman olanı kapıdaydı.Önce kabul görmeyeceğini ve süpürgenin tozu kaldırdığı gibi dışlanacağını hissetti.Bu tıkırtı ne enfes geldi kulağına,kendisini sanki gençleşmiş gibi hissetti..ve kapının açılmasıyla pırlanta bir insanın tebessümüne konuk oldu.Donmuştu artık!Sıcak el ve tebessüm buharı da olmasa hani,kendisine gelmesi bir hayli zor olacaktı.Kafesteki kuşa ötüş eğitimi verilmezse kendisinin ötebilmesi geç zamanı bulabilir.İhtiyar da şuan kafes içerisindeki kuş gibiydi adeta.Kafese atılmış olma değil,özgür bulunduğunu zanneden birisinin yılların haklı kelepçeleriyle çağrıldığı bir ortam.

 

            Haklı olan konuşuyordu.Sözler sanki kendisine bengisu içiren kitaplıktaki mektubun devamı gibi geldi.Alışmıştı artık bu sözlere,onun için de kulağı rahatsız olmuyordu:

            “Taşradan giden bir gül tohumu şehirde muhabbet fidesini veremez mi sandınız?Ah dedeciğim!Sana kızmak mı,asla...Merdivenden inen ve çıkan aynı candır,fakat adımları farklı olabilir.Gece karanlık demek değildir.Gündüz ayakkabısının vedasıyla bu sessizlik şerefine ermiştir.Bu vedalarda müjde vardır,senin şuan burada yanımda olman gibi..Sürahideki suyu Güneş’e dökmekle bardağı serinletemezsin!Çiçek toplayan yetim bir çocuğa çelme atmakla baharı toptan getiremeyeceğin gibi!Dedeciğim,kainat iki cinayeti bir iskelette kabul etmez!”

 

            İhtiyar,üzüntü deryasında kürek çekmeye çalışan bir adamdı şuan..hem de gururluydu,böyle bir toruna sahip olduğundan dolayı.Torununa gözyaşlarıyla sarılmadan önce,sonsözü ona sarılmıştı:

 

            “Dedeciğim,kainat iki cinayeti bir iskelette kabul etmez!”

 

                                               Gürsel ÇOPUR

( Paragrafı Yırtılmış Mektup başlıklı yazı Gürsel ÇOPUR tarafından 4.09.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.