Çiftçi bir babanın ilk göz ağrısıydı o. Asi, dik başlı, dediğim dediklerden değildi belki, ama her dem ayakları üzerinde duran, anbean dışarıdakileri kolaçan eden bir meşrebi vardı. Sessiz değildi; çünkü sessizliğin cahillere, kendini bilmeyenlere, kalbindekine itimat etmeyenlere has olduğunu söylerdi en kısa bir sessizlikte. 

1948 yılının harman zamanı dünyaya gelmişti. Gerçi, "Buğdaylar savrulurken" derdi bazı zamanlar annesi, "Hayır, hanım, mahsulün bittiği vakitlerdi" diyen babasına inat. Hep çekişmeli bir hayatları vardı, annesiyle babasının. Tatlı, muzir, neşeli bir çekişme yaşanırdı her dem. Sever miydi, onu bilmiyordu, ama sanırım o tatlı çekişme olmasa yaşadığını fark etmeyecekti.

Geceleri ayrı çökerdi o eve. Gündüzden farksızdı. Gerçi, kırık pencerenin pervazından içeri sızan sivrisinekleri hesaba katmazsa, pek fark etmiyordu gündüzle geceyi. Gel gelelim, gece olunca, iki odalı evin en arka odasında yere serdiği yün döşeğin içinde önce gözleriyle tavanı yoklar, ardından türlü türlü hayallerin peşinde koştururdu. Bir kere dahi yılmazdı. Yılmak. Eğer insan seçtiği kelimelerden kendine bir lügat oluşturuyorsa, onun lügatinde "yılmak" adında bir kelime, onu manaya kavuşturan anlam yığını yoktu. Öyle şatafatlı kelimelerden de onların kafa karıştıran, zihin yoran anlamlarından da nefret ederdi. Tek, sıradan ve rutin bir kelimeyle tüm dileklerini, isteklerini anlatmaktı bir gece başını ter, küf ve toz kokusuyla harmanlanmış yastığa koyduğunda düşlediği hayali.

Bir keresinde "Hayal ne?" diye sormuştu hemen dibinde ineği sağmakla uğraşan annesine. "Boş teraneler bunlar kızım" demişti hışımla, "Hayalle avunursun, ama gerçek olan şu ineğin memeleri, kovanın içindeki süt ve ahırı kaplayan bir yığın inek pisliği."

O gün anlamamıştı tüm bunları. Bu gün geriye gittiğinde, "Çocuk aklı" diye geçiştirdikleri aslında 64 yaşında kansere yakalanan haline "Ne kadar da doğruymuş annemin dedikleri" sözüyle derman olmuştu.

Halbuki o gün, kova, cennetti. İyilerin mükafatlandırıldığı o yer. İneğin memeleri, yaptığı iyiliklerdi ve her dem başına yağacaktı. Ahırı kaplayan o necis pislikse, cehennemdi. Cezanın en ağırına muhatap olanların yeri. 

Çocukluk gitti, gençlik de gitti. Tam dokuz kardeş oldular. Sekizi kız, biri erkek. Hayat, yordu. Ama azimkardı. Çalıştı. Çalıştı ve hiç yılmadan çalıştı. Bedenini har vurdu harman savurdu, tıpkı babasının harman günü savurduğu buğdaylar gibi.

"İnsanı çalışmak yormaz. Konuşmak da! Yürümek de!" derdi çok çalıştığını söyleyenlere, "Bir tek ne yorar bilir misin? Gam, keder ve elem. Bunlar düşürür koskoca insanı yatağa."

Belki insanı çalışmak yormaz, evet haklıydı; ama yorulan bir insan vardı: O da bu sözlerin sahibiydi. Şimdi, hastalığın pençesinde, "Bir iyileşeyim elime kazma almayacağım" sözleriyle hayata tutunmakta.

Belki tıpkı o gece döşeğe koyduğu gibi koyamıyordu başını kanepenin koluna ama tıpkı o gün gibi hayaller kuruyordu hastalığın yanı sıra. Yenerse, kendinden habersiz ukala bir halde, kibrine yenik düşüp hızla bölünen hücrelerini, işte o vakit bir güvercinin hürriyetine, bir atmacanın çevikliğine, güzel bir hayatın ellerine kavuşacağını düşünüyordu.

Göz bir adım öteyi görürken, gönül ötelerin de ötesine nazar ediyordu. Kendi de biliyor ki, artık hiç bir şey, yün döşeğe başını koyan kızın, dokuz kardeşiyle bir yatan ablanın hayatı gibi olmayacaktı.
( Azim Dolu Hayatın Hikayesi başlıklı yazı Galip Argun tarafından 1.08.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.