“Tarih
milletlerin hafızasıdır”
der düşünürün biri. El hak güzel bir söz. Bizler de “Hafızayı beşer nisyan(unutma)
ile maluldür.” sözüne inat 18 Mart 1915’ten bugüne tam 98 yıl üzerinden
geçmiş olan Çanakkale Zaferi’ni kutlamakta ve şehitlerimizi anmaktayız.
98
yıl değil 98 bin yıl geçse de tarihe mal olan kahramanlar ve onların destansı
hikâyeleri sonsuza değin milletin hafızasında var olacak ve sağlam bir damar
ile yeni nesillere rabıta olacaktır.
“Ey
gaziler, yol göründü yine garip serime.” diyen Türk askeri cepheden cepheye koşmuş ömrünü
savaş meydanlarında tüketmiştir. ”Ölürsem şehit, kalırsam gazi”
idealinin yiğit serdengeçtileri “Allah için, devle-i ebed müddet için, din
için, vatan için, namus için, milli varlığı sonsuza değin yaşatmak için”
dünyanın dört bir köşesinde ölümü bir şerbet gibi içmişler ve bize bu vatanı ve
yâd edilecek aziz hatıralarını miras bırakmışlardır. Bu hatıralardan dikkatimi
celbeden ve heyecanımı harekete geçiren iki tanesini anlatmak istiyorum. Tabi
ki kelimeler kifayet noktasında bil hakkın denk gelirse. Çanakkale Savaşı’nda
Kınalı Ali ve Şehitlik Öyküsü…
Üsteğmen
Faruk cepheye yeni gelen askerleri denetlerken bir yandan da onlarla sohbet
ediyor ”Nerelisin?” ya da “Kaç kardeşsiniz?” gibi sorular soruyordu. Gözleri
bir ara saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı. Delikanlıyı yanına
çağırdı ve merakla sordu: ”Adın ne senin evladım? dedi. Delikanlı hazır ol
durumuna geçti ve komutanın sorusunu hemen yanıtladı. ”Ali, komutanım! ” dedi.
Sonra da komutanın: ” Nerelisin? ”sorusunu da aynı çeviklikle yanıtladı:
”Tokatlıyım komutanım. Tokat’ın Zile kazasından.”
Üsteğmen
Faruk şimdi de kafasını kurcalayan sorusunu sordu: ”Peki evladım, bu kafanın
hali ne böyle? Saçlarının ortası neden böyle kırmızı boyalı? ”Ali duraksamadan
cevap verdi: ”Cepheye gitmek için evden ayrılmadan önce anam saçıma kına yaktı
komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum.” dedi. Üsteğmen fazla üstelemedi.
”Peki, gidebilirsin Kınalı Ali.” dedi. Onun o gün ağzından çıkan “KINALI ALİ”
adı Ali’nin o günden sonraki adı oldu. Cephede tüm arkadaşlarının ağzında onun
adı artık KINALI ALİ idi. Arkadaşları sadece Kınalı Ali demekle kalmıyor
saçındaki kınaya takılıyorlar onun kınalı saçını zaman zaman yoğunluğunu
artırdıkları şakalarının konusu da yapıyorlardı. Kınalı Ali arkadaşlarına karşı
sevecen tutumu ve cephedeki cesur atılımlarıyla kısa sürede tüm arkadaşlarının
sevgisini kazanmıştı. Bir gün memleketine mektup göndermek isteyince
arkadaşlarından yardım istedi. ”Anama, babama burada iyi olduğumu ve ellerinden
öpmek istediğimi bildirmek istiyorum ama okumam yazmam yok. Mektup yazamıyorum.
Bana biriniz yardımcı olabilir mi? ”dedi. Arkadaşları atıldı hep birden: “Sen
söyle, biz yazalım mektubunu.” diye. Böylece Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı
yazıyor, öteki arkadaşı ise mektubu yazanın doğru yazıp yazmadığını
denetliyordu.
“Sevgili
anacığın, babacığım” diye başlıyordu mektup ve; ”hasretle ellerinizden öperim,
iyiyim beni sakın merak etmeyin” diye devam ediyor; kız kardeşini, kendisinden
bir küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını soruyor; köydeki herkesin
gözünde tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra:
”Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir.”
cümlesiyle bitiriyordu. Kınalı Ali tam zarfı kapatırken birden durdu ve ”İki üç
satır daha ekleteceğim.” diyerek şunları ilave etti: ”Anacığım, beni buraya
gönderirken kafama kına yaktın ama burada komutanım da dâhil arkadaşlarım
benimle hep dalga geçtiler. Cepheye gitme sırası yakında inşallah kardeşim
Ahmet’e de gelecek. Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla
dalga geçmesinler. Bir kez daha ellerinden öperim sevgili anacığım.”
Gelibolu’da
savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler tüm güçleriyle yüklenmeye başladı.
Askerlerimiz önce teker teker, sonraları beşer beşer, onar onar şehit
oluyorlardı. Sayı azalıyordu. Gelibolu düşmek üzere idi. Kınalı Ali’nin
komutanı çaresizdi ve hırsından yerinde duramıyordu. Kendi bölüğü acemiydi.
Yeni gelmişti çoğu. Genç askerlerini bile bile ölüme göndermemek için Allah’a
dua ediyordu. Komutanlarının bu düşünceli ve sıkıntılı halini gören ve cephenin
düşmek de olduğun bilen Kınalı Ali ve arkadaşları komutanlarına gittiler ve
kendilerini cepheye göndermesini istediler. Erlerinin yalvarırcasına tekrarları
karşısında komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile
onların bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları
sevinç çığlıklarıyla, cepheye hayır bile bile ölüme gittiler. O gün Kınalı
Ali’nin bölüğünden tek kişi dönmedi geriye. Hepsi şehit oldu.
Bu
olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali’ye anne ve babasından mektup geldi. Onun
yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifadeyle okumaya başladı.(Mektubun
aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.) Kınalı Ali’nin mektubuna ilkin
babası yanıt veriyordu. ”Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim,
selam ederim. ”dedikten sonra şöyle devam ediyordu mektup: ”Öküzü sattık,
paranın yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek olan küçük
kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Zaten artık zahireye de fazla ihtiyacımız
kalmadı. Yorulmuyorum da. Siz sakın bizi merak etmeyin, düşünmeyin.” Babası
mektupta köydeki herkesten, akrabasından haber verdikten sonra: ”Şimdi sana
ananın da diyeceği var. ”diyerek sözü ona bırakıyordu. Bu bölüm Kınalı Ali’nin
anasının ağzından yazılmıştır: ”Oğlum Alim, yazmışsın ki kafamdaki kınayla
dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına
ve arkadaşlarına söyle seninle dalga geçmesinler. Bizde üç şeye kına yakılır:
1-Gelinlik
kıza; gidip kocasına çocuklarına kurban olsun diye.
2-Kurbanlık
koça; Allah’a kurban olsun diye.
3-Askere
giden yiğitlere; vatana kurban olsun diye. Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a
emanet olun.” Ali’nin komutanı mektubu okurken ve çevresindeki herkes onu
dinlerken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bilmediğimiz, merak edip de bir kere bile
araştırmadığımız ne kahramanlıklar var tarihimizde. Nasıl sahip çıkmışlar
memleketlerine, nasıl bir iman gücü varmış sinelerinde? İkisi de İstanbullu
olan; aynı mahallede büyüyüp, aynı mektebi bitiren, zamanlarının büyük bir
bölümün beraber geçiren Kazım ve Ali İhsan’ın öyküsü bir başka şekilde
yüreğimize dokunur, bizi ağlatır.
Seferberlikte
gönüllü olarak yazıldıkları askerlik şubesi onları yedek subay olarak
talimlerini yapmak üzere Selimiye Kışlası’na gönderdi. Birkaç ay sonra 20.Alay
4.Tb. 12.Bl’e atandılar. Savaşın çok kızıştığı günlerin birinde Ali İhsan,
arkadaşı Kazım’ın kanlar içinde yere yuvarlandığını gördü. Sanki kendisi
vurulmuştu. Acı çekiyordu. Düşmanın makinalısı vızır vızır işlediği için
siperden bir saniye bile başını çıkarması mümkün değildi. Buna rağmen komutanı
Recep’in yanına gitti ve: ”Ben bir koşu arkadaşımı alıp gelebilir miyim komutanım?
”dedi. Komutan: “Oğlum arkadaşın delik deşik olmuştur, ölmüştür. Gitsen de fark
etmez, kendini tehlikeye atma.” dedi. Ali İhsan yalvardı komutanına. Emredin de
gideyim diye. Komutan izni verir sonunda. Ali İhsan, Kazım’a doğru koştu. Onu
sırtına aldı ve sipere döndü. Komutan Kazım’ı muayene etti. Kazım yaşamıyordu.
”Oğlum, ‘ben sana gitme, kendini tehlikeye atma’ demedim mi? Kazım çoktan
ruhunu teslim etmiş, bak. ”dedi. Ali İhsan Her şeye değdi komutanım. Gittiğimde
sağdı ve bana şunları söyledi Kazımım. ’Geleceğini biliyordum Ali İhsan,
geleceğini biliyordum. Seni bekliyordum
Ali İhsan.” Hıçkıra hıçkıra tekrarladı Ali İhsan. Hem de kaç kere. Ah Ali
İhsanlar, Kazımlar, Kınalı Aliler, Mehmetler, Ahmetler. Sağ kolunu kaybedip,
olsun sol kolum var diyen, gözlerini yitirip, olsun gözlerim göreceğini gördü
diyen bir neslin çocukları: Uyan ve kendine gel.