Bak, şu sehpanın yüzeyindeki çatlaklar var ya, sonra koltukların rengi atmış yüzleri, kaç yılın ayak izlerini üzerinde taşıyan yıpranmış halı… İşte tüm bunlar ailelerimizi bu odaya getiren ayrı ayrı yollar… Bize “Onlar da var!” diye hatırlatıyorlar, “Sadece siz yoksunuz bu resimde.”
Hani annenle tanıştırmıştın beni. Giysim, çantam, ayakkabım beni ele verecek diye ne kalp çarpıntıları geçirmiştim! Aynen evimize ailen gelirse duyacağım türden bir ürperti savurup atmıştı bir anda beni benden sanki. Geride kalan bense iyi anlaşmıştı annenle. Nasıl anlaşmasındı ki zaten, böylesine kimliksiz, geçmişsiz, sadece ayakta kalabilmeye hedeflenmiş bir halde herhangi bir kıza indirgemişken kendini?!
O konumda her kesime dâhil olabilirdim. Çanta ve ayakkabılarım, ucuzlukları sadece benim ve yakın çevremin bilebileceği bir sır olmaktan öteye gitmeyecek kadar hoş görünüyorlardı neyse ki. Zarafet denen şeyin nerde var olduğunu sezebilme şeklinde ifade edebileceğim Allah vergisi yeteneğim sayesinde, yeni tanıştığım bir insanın en azından uzunca bir süre için hangi sosyal kesimden geldiğimi tahmin etmesi mümkün olamıyordu zaten genelde. Onu gerçeğime davet edip etmemekse tamamen benim tercihime kalan bir şeydi.
Ama sen bu durumu alt üst edecek kadar içeride bir yere girmiştin… Sana yalan söyleyemezdim. Çünkü sen sadece bu anda değil geleceğimde de vardın. Sözlerimi yalanlayacak gerçekleri görebilecek kadar uzun bir zamana yaymıştım senle geçireceğim anları… En azından ben böyle arzuluyordum. Benim varlıklı sayılabilecek bir aileden geldiğime inanması, yaşantımda kalıcı olarak yer almasından çok daha fazla önem taşıyan o insanlarıysa hiç umursamıyordum zaten. Diyelim içlerinden biri günün birinde beni ait olduğum resmin içinde, mesela elimde ekmek dolu bir poşet, fırından dönerken görse, hiç de öyle alt üst falan olmayacaktı dünyam. Zaten hiçbir zaman tam anlamıyla onu içine dâhil etmediğim hayatımdan tamamen çıkarıp atmak için bir vesile olacaktı sadece bu... Örselenmeyecektim.
Ama sen görseydin beni o sokakta, elimde poşet, üzerime yaşantımı geçirmiş, hiç tanımadığın bir kız olarak sana bakakalmışken… tüm dünya üzerime yıkılırdı herhalde. O yüzden kendimi senden saklamamam gerektiğini anlamam hiç de uzun sürmedi.
Bir gün bana bir şey anlatıyordun. Sesin, gözlerin, kelimeleri seçişindeki özen, o kocaman ellerin, hepsi bir araya gelmiş, seni var ediyorlardı her zamanki gibi. Ama bu sefer farklı bir şey vardı sanki. Bu bütüne varmanı sağlayan parçalardan biri… Belki de en fazla yer kaplayanı sende… Beni sana bu kadar çok çeken o belirsiz şeyi bir yere koyan zihnimde, ona bir ad veren… : Konuşmanın bir yerinde ansızın bir ışık misali sızıvermişti saklandığı o yerden. “Şefkat” demiştim içimden. Birden elini yüzüme yaklaştırmış, işaret parmağınla sol gözümün altına düşen kirpiği alıvermiştin, sert bir temasla canımı yakmaktan korkarcasına belli belirsiz bir dokunuşla. Bir yandan da konuşmaya devam ediyordun, az önceki hareketin son derece sıradanmış gibi, onu sesinden ve yüzünden def etmeye çalışarak. O birkaç saniyenin çok kısa bir süre varlığında yansımasına izin vermiştin. Anlattığın şeyi duymamı istiyordun çünkü. Bu yüzden yüzünü susturmuştun apar topar böyle. “Aşktan da önemli şeyler var!” diyordun bu tavrınla. “Mesela insanlar…”
Tabii her insanı da aşkının önüne koyman anlamına gelmiyordu bu. Sen acı çeken insanları kast ediyordun aslında. Aşk gibi kalbini büyütebilenleri… Ben de onlardandım aslında. Gerçeğin yüzüme düşen gölgesi sana çoktan anlatmıştı belki de acı denen ülkenin içinde epey hatırlıca büyüklükte bir yer işgal ettiğimi. Evimin sehpalarındaki gibi yüzümde de gerçekte kim olduğumu ele veren bir sürü çatlak vardı.
Sezgisel olarak bildiğin şeyleri alenen göstermek istedim sana bir gün. “Benimle gel” dedim elinden çekiştirerek. Öylesine bir yere gitmeyeceğimizi hemen anladın gözlerime bakar bakmaz.
O insanların arasına koyarak bakacaktın bana belki de artık, gideceğimiz o yeri gördükten sonra. Hani erzak götürdüğün o gecekondulu ailenin kocaman gözlü küçük kızına bakar gibi… Sen de bana gel demiştin birdenbire o gün. Ben de aynen senin gibi götüreceğin yerin, dışındaki dünyadan çok içindekine dâhil olduğunu hemen sezmiştim… Sıcacık gülmüştüm ben de. O yoksul mahalleye girince hemen karar vermiştim: Sana yalan söylemeyecektim artık. İlk fırsatta kendi mahalleme götürecektim seni. Kendi sokaklarımdan geçirecek, ruhuna yaşantımı giydirecektim. Eğer üşümezsen anlayacaktım: El ele yolumuza devam edebiliriz.
Sıcacık gözlerin beklediğim cevabı hemen vermişti. Elimi daha sıkı tutmaya başlamıştın birden, beni bırakmayacağına söz verirmiş gibi. Salonun sehpalarındaki çatlaklardan utanmıyordum artık. Hemen yaşadığım eve götürmüştüm seni.
Anneme söz etmiştim senden. Bu yüzden beni yanında gördüğünde öyle çok da şaşırmadı. Ama verdiğimiz resmi onaylamadığı da o kadar belliydi ki! Seni müstakbel nişanlım olarak görüyor olmasa, o eşikten girebilir miydin, son derece kuşkuluyum. Sanırım sen de sezmiştin bu zoraki buyur edişteki hikmetin sırrını. Sadece okul arkadaşı olarak bu eve giremeyeceğini biliyordun. Bozuk yollar fısıldamışlardı sana bunu. Pencerelerde çekirdek çitleyen genç kızlar…
Annemle sen ne diyeceğinizi bilemeden birbirinize bakakalmıştınız, o solgun yüzlü koltuklarda. Tertemizdi evimiz, bu konuda ben bile bir şey diyemezdim: Bal dök yala cinsinden. İşte bu yönü sayesinde evi annem için utanç vermek bir yana, aksine övünç kaynağıydı. Maddi imkânsızlık gocunacak bir şey değildi ona göre çünkü. Ama havada uçuşan birkaç tanecik toz zerresi bile mosmor kesilmesi için fazlasıyla yeterli bir sebepti. Neyse ki tek bir toz yoktu o gün.
Sonra bir noktada ortak kelimeler keşfetmeye başladınız birbirinizin dilinde. Bir diğerinizin dünyasına geçmenizi sağlayan ortak yollar… Abim de onlardan biriydi. İmkânsızlık yüzünden tahsilini tamamlayamayan; kendi seçtiği yerine hayatın ona sunduğu yolda ilerleyen herkes gibi tüm ömrünü yaşayamadığı bir hayatı boğazında var eden o sımsıkı düğümü çözmeye çalışarak geçirmeye mahkûm bir genç, annemle seni aynı sokakta buluşturuvermişti birden: Gözlerinizdeki parıltıdan anlıyordum bunu. Resim ödevini yetiştiremeyen bir çocuğunki gibi yarım kalmış bir resim vardı ortada. Ondan gözlerinizi alamıyordunuz bir türlü. “Peki, imkân olsaydı nerde okumak isterdi?” diye sordun tamamlamak ister gibi resmi. Buna ancak ben cevap verebilirdim. Çünkü gece yarıları gizli gizli karaladığı şiirleri evde paylaştığı tek kişi bendim. “Edebiyat öğretmenliği” diye mırıldandım, utangaç bir ifadeyle.
Utanacak bir şey yoktu gerçi. Ama ben yine de duyuyordum o örseleyici duyguyu. Mantık ruha söz geçiremiyordu bazen böyle. Birinin utanmaya gerek yok dediğinden diğeri bal gibi de utanabiliyordu. Ama sen ruhuma her zaman olduğu gibi yine hükmedebildin. Çünkü sen sadece mantığınla değil ruhunla da inanıyordun utanç verici bir durum olmadığına. Abimin şiirlerini görmende bir sakınca olup olmadığını sorarken, yanaklarımdaki kırmızının bu duruma yakışan belki de en son renk olduğuna beni de ikna etmiştin. Tatlı bir pembe yakışırdı olsa olsa, abimin hikâyesine. Gurur duyulacak bir abim vardı benim çünkü.
Senin yerine o gün annen gelseydi, o da senin gibi abimin odasına gidip orada bir yerde saklı duran şiir defterini getirmemi ister miydi benden acaba? Yoksa ‘şoför’ kelimesi bazıları için olduğu gibi onun için de çok mu kocaman bir kelimeydi, içinde her şeyi kaybedecek kadar? Şiirlere yer vermeyen bir gerçeği mi anlatıyordu? Diyelim çok güzel bir dize çıktı o defterin içinden, kelimelerin insanı alıp götürdüğü cinsten bir derinlikte… Ve annen okudu diyelim o dizeyi. O zaman abimin şoförlüğü daha bir küçülür müydü diğer özellikleri içinde, mesela annen fotoğrafını görmek ister miydi gözlerindeki ifadeyi merak ederek?.. Şoförlerin de gözleri vardır, hatırlar mıydı?
İşte bu yüzden “önemi yok” diyemem sana maalesef sevgilim. En azından şu an değil… Annenin sorduğum bu sorulara ne yönde cevap vereceğini bilmiyorum henüz çünkü. Ailelerimiz arasındaki uçurumun önemi olup olmadığını anlamam için, öncelikle anneni dinlemeliyim. Onun gözünde sadece bir şoförün kardeşi miyim; yoksa şoförlük yapan Ahmet adında ince ruhlu, şiirler yazan bir gencin kardeşi mi, anlamalıyım önce. Belki ondan sonra ben de senin gibi “önemi yok” diyebilirim, dudaklarımda pervasız bir gülüş, dünyayı zerre umursamadan. Hatta sokağa çıkıp avaz avaz haykırabilirim herkese bunu. Geleceğe dair kafamdaki o resmi tamama erdirebilirim.