Bir Rüzgârın İçinde
Bu gürültüyü sevmiyorum. Bu avaz avaz müziği… Kaybediyor içinde
tatlı mırıltıları. Bağırmak gerekiyor, kabalaşmak… Sesinin rengini
kaybetmek zorunda kalıyorsun duyulmak uğruna. Hatta kendi rengini de…
“Beni götür buradan!” diyeceğim az sonra ona. “Sesimi özledim.”
İçkiden
nefretimi bilmiyormuş gibi kadehi dikti başına yine. Üçüncü olacak bu!
“Hemen çıkarız” demişti. İki saat oldu oysa. Onun için önemsiz olabilir,
ha yarım saat, ha iki… Tabii O, her dakikanın benim için taşıdığı
hayati önemi nerden bilsin ki?
Bu ‘önemli dakikalar’ okul
yıllarımda da az hayatımı karartmadı benim. Mesela zilin çalmasına on
dakika kalmış… Ama hala öğretmenin ismimi söylemesine yetecek kadar uzun
bir zaman parçası söz konusu olduğundan her saniyenin hatırlıca bir
yeri var hayatın içinde. Zil çaldıktan sonra saniyelerin tek başlarına
hiçbir hükümleri kalmasa da o anlarda her biri başlı başına ayrı birer
zaman…
Şimdi de oturduğum bu masada, öğretmen adımı söyleyip
tahtaya çağırır korkusuyla kalp çarpıntıları içinde beklediğim o
anlardakini aratmayan bir yavaşlıkta sürüklenirken saniyeler, onun
bulunduğu yerdeyse benimle adeta dalga geçercesine son sürat
koşturuyorlar. Yüzündeki mutlu ifadeden anlıyorum bunu.
Birden
fark etmişti onu. “Bu bizim Mehmet değil mi” demişti, bana verdiği sözü
geçersiz kılan bir neden bulmuş, canhıraş sarılarak. “Ama kalkmayacak
mıydık” dememe fırsat kalmadan “hemen geleceğim canım” deyip bir
koşturması vardı ki oraya, zamanın akış hızı konusundaki şikâyetimi çok
anlamsız bırakan bambaşka bir sorunu işaret ediyordu.
Hiç böyle görmemiştim onu. Bu loş ışıkta, yüzü gibi kendisi de belirginliğini yitirmişti sanki. En çok da gözleri kaybolmuştu.
Yoksa
alkolik bir sevgilim mi var benim? İlk kez bir bara geliyorum onunla.
Ama onun kaçıncı kez geldiğine dair pek de yüzümü güldürecek cinsten
sinyaller vermiyor son yarım saattir seyrettiğim bu görüntü. Çevresiyle
arasında burayı nadiren geldiği bir yer olmaktan çıkaracak türden bir
bütünleşmişlik var sanki. İkide bir birileriyle selamlaştıkça, barların
hayatındaki yerine dair kafamda az önce belirmeye başlayan o resim de
gitgide daha netleşiyor.
Bizim sülalede birçok alkolik
bulunduğundan “öylesine içmek” diye bir kavram tanımıyorum ben. O
bilmiyor tabii bunu. Üstelik bunun sadece benim kişisel görüşüm olmaktan
çok öte bir gerçeğe temas ettiğini de ona anlatmam mümkün değil… Çünkü
içerken yüzünün aldığı hali gördüm.
Ona bunları söylesem,
çok abarttığımı söyleyecek, biliyorum. Hep böyle der çünkü içmeyi
sevenler. Hayatlarıyla kumar oynadıklarını bilmeden dans etmeye devam
ederler o tehlikeli sınırda. ‘Alkolik’le ‘sosyal içici’ arasında gider
gelirlerken her gece, içlerinden kimileri sınırı çoktan geçmiş,
sosyalliği bir kenara bırakmış, sadece içerken; gürültü hep devam eder
susturmaya hafif sesleri. Seni bağırarak konuşmaya yöneltir. Duygudan
arındırmak zorunda kalırsın sesini… O yoğun gürültüde sadece duyulmayı
önemsersin. O zaman alçak sesle söylenecek şeyler yer bulamaz olur
sözcüklerinin içinde: Yüksek sesle dile getirilmeyecek kadar naif
duygular arkalarına bakmadan kaçar gider. “Burası yeri değil öyle
duyguların” dersin.
İyi de, ben öyle duyguların dışlandığı
bir yerde olmak istemiyorsam..? Zaten burada istesem de öyle şeyler
hissedemem ki! Öyle ince şeyler… Her şey ben’i yok etmeye yönelik… ‘Ben’
denen şey dış dünyada her ne kadar tüm anlaşmazlıkların en ortasında
yer alıyor gibi görünse de, böylesi bir kayboluşun yanında can simidi
gibi geliyor insana. Ona sıkı sıkı tutunmak istiyorsun. Çünkü ‘kendini
kaybetmek’, Uzakdoğu öğretilerindeki o derin anlamından bambaşka yerlere
sapıyor burada. Orada kendininkinden çok daha büyük bir ben ‘e erişmek
olarak tanımlanabilecek o kayboluştan çok farklı, hiçbir yere varmayan,
gerçek bir kayboluş bu…
Ben kaybolmak istemiyorum. Ne de
sevdiğim adamı kaybetmek… O çoktan kayboldu bile gerçi. Saptıkları o
karanlık sokakta nerde, kim olduğunu bile bilmeden gezinen o insanlardan
biri olarak en dip katmana inmekle meşgul şimdi… Çünkü yolunu kaybetmiş
bu insanların kendilerini yapayalnız hissetmemek için birbirlerine
tutunmalarını sağlayan en baş şey, derinlerindeki o ‘ilkel’… O yanları o
kadar benziyor ki birbirine; doymak bilmezliği, zevk düşkünlüğü o kadar
aynı ki her geçen saniye daha da ön plana çıkıyor… Kaybolmayanlaraysa
ancak bir köşede, yapayalnız bakakalmak düşüyor bu garip ayine. Ama ben
bu çılgınlığa daha fazla katlanamayacağım maalesef.
Kapıdan
çıktığımda yüzümü yalayan serin esinti, içeriyi bir an önce üzerimden
atmak istercesine bir müddet gezindi durdu bedenimde. Öyle iyi geldi ki
bu arınma! Artık buradan uzaklaşmak için acele etmeme de gerek kalmadı
böylece. Barın kapısına topu topu iki adım mesafedeyim gerçi ama yine de
öyle uzaktayım ki! Bir rüzgârın içindeyken, nerde olduğunun hiçbir
önemi kalmaz çünkü… Hiçbir yerde değilsindir.
(
Bir Rüzgârın İçinde başlıklı yazı
mavilikler tarafından
10.01.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.