Bir ses duyuyorum, geçmişten bu güne; Bu şehr-i aziz nerede? İrkiliyorum, alnımda boncuk boncuk ter, gözlerim faltaşı.
Kapansın istemiyorum, göz kapaklarım. Ruhum ürpertiler içinde. Gördüklerimi yazıya aktarmanın imkânlarını arıyorum. Fakat nasıl?
Yazı masamda boş sayfalar görüyorum. Hiç görmediğim bir divid. Üstünde ” Evliya Çelebi” yazısı. Gözlerim çok zor seçiyor. Yeni aldığım iki kalemim. Yazmamak için başka bahanesi olmamalı insanın. Sayfalar, tarihin levhalarında gecenin ilerleyen saatlerinde kalemle arkadaşlık kurunca ortaya çıkan “Bu Şehr-i Aziz Nerede?” seslenişine cevap olacak birkaç sayfa yazı oldu.
Binlerce yıllık geçmişten günümüze süzülen tarih, her gören göze “Buradayım”diyor. “Buradayım” diyen eserler ya bir kitabedir ya süslenmiş bir minare ya bir kapıdır ya bir burç. Bazen bir cami koskoca sutunlarıyla sizi dehşete düşürür. Bir kilisenin çan kulesi. Şahnişinler, süslemeler buram buram sanatkarın alın terine, göz nuruna şehadet eder. Eyvanda içilen bir kâse hamravat suyu, bir fincan kahve. Kaç kırk yıllık hatırı günümüze ulaşmış bilir misiniz? Kapı şakşakları, gezemekler, ince nakışlar, gürül gürül akan su, kıvrılarak küçük havuza dökülüyor.
Birkaç Diyarbekir Lalesi, güllere sırdaşlık ediyor, avlu ortasında. Sözlü gelenekte yaşıyor, yaşatılmaya çalışılıyor geçmiş. Aslında geçmişe fazla saplanmamak gerekiyor, taşınmış ise dünden bu güne geçmiş. Fakat hayır hayır bu yaşadığımız şehir için değil. Bilinmeli ki geçmiş, geleceğe şekil veren usta bir mimardır, usta bir öğreticidir, usta bir nasihatkârdır.
Tarih bu işte. Anlatılan masalda, efsanede, hikâyede kahramanlar geçidi var. Daha önceki Tarihin Levhalarında bir gezinti yapmıştık, ne olduysa bu sefer “Bu Şehr-i Aziz Nerede?” diyen sesle üzerinde “Evliya Çelebi” yazılı divit, sebep oldu yazılanlara.
Levhalarda birbirinden farklı, tanımadığım sadece bazılarının ismini duyduğum ya da kitaplarda okuduğum bir çok şahıs sorgularcasına soru yağmuruna tutuyor, beni. Cevap bekliyorlar, sorduklarına. Sağır dilsiz birini oynuyorum, tiyatroda pandomim sanatçısı gibi. Etrafımdakiler yüzyıllar öncesinden öncesinden yaşayıp, dünya değiştiren kahramanlar, askerler, halklar.
Giyimleri yabancı, hareketleri ilginç, zırhlara bürünmüş birçok asker. Kendimi başka bir dünyadan gelmiş gibi hissediyorum. Fakat burası Diyarbekir. Aynı mekanı paylaşıyoruz. Aynı havayı soluduk, aynı suyu içtik, aynı topraktan çıkan ekmeği paylaştık.
Üstüme odaklanan gözler, sadaklardan yaylara takılan oklar gibi dikilmiş. Pazuları şişkin, kuvvetli ellerin sahipleri tetikte bekliyor. Keskin kılınçlarının kabzasında güneşin ışıması simsiyah taşlara yansıyor.
Korkuyorum, sırtımı bir burca dayadım,”Allah!...” diyerek. Çocuğun biri, beni annesine takdim eder gibi gösteriyor:
-Bu kim?
Dilinden anlamadığım çocuk, her halukârda bunu demek istemiştir. Ben devler ülkesine düşen parmak çocuk muyum yoksa minik insanların arasında bir dev mi? Anlaşılamıyorum, anlayamıyorum.
Herkeste bir telaş. Merak ediyorum, bu telaşı. Hengamenin sebebini sonradan anladım. Savaş esiri olmaktan çıkarılıyorum. İç Kale’de misafir edilmek varmış.
Subarru Hükümdarının karşısındayım. Dillerini bilmiyorum.
Yemek sunuluyor, önüme. Aldığım lokmaları birer atıştırıyorum. Hoşuna gidiyor, bana bakanların. Üzerindeki gömlek, boynumdaki kravat, pantolon, saç traşım ilginç geliyor onlara. Yemek olarak sunulana bakıyorum. Pişirilmiş tavşan. İçi çıkarılmış, derisi yüzülmüş. Tavşanın başı tabağın yanı başına iliştirilmiş. Tabak adeta som altından. Subarruca bilseydim, onlarla konuşabilirdim.
Yemeği iştahla yerken etrafımdakilerin tebessümüne şahit oluyorum.
İnci gibi dişler, esmer tenli Subarrular. Her tarafları zırhlı, elleri daima omuzlarında ok ve yayları ile Subarrular.
İç Kale günümüzdekine benzemekten uzak. Sadece taşlarla örülü biçimde. Etrafında onlarca Subarru duruyor.
Acele etmeden gözlemliyorum, etrafımı. Biliyorum, yemeği uzattığımı. Hükümdar, işareti ile önüme gelen yeni bir ikram. Koskocaman taneleri ile üzüm salkımları. Hangi üzüm çeşidi olduğunu bilemedim. Oldukça tatlı.
Hükümdara teşekkürü nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Üzümü sunana bakıyorum. İki eli kalbinin üstünde geri geri gidiyor. Ben hükümdarın yanındayım. İki elimi kalbimin üstüne bıraktım. Aynı şekilde karşılandığıma sevindim. Kalkıyoruz, gelen işaretle. Herkes tuhaf olmaktan çıktı, benim için. Tavus tüyleri ile süslü iri yarı hükümdar önde bense iki adım gerisindeyim. İç Kale’den çıkışımızı haber veriyor, kuledekiler.
Diyarbakır, oldukça küçük bir kale. Heryer yemyeşil.
Gözün alabildiğine kadar ormanlık alan. Askerler, davetsiz misafiri görmek için sırada gibi.
Subarrular, atlı birlikleriyle aldıkları haber üzerine yola koyuluyorlar. Bir iki saat içinde görüntüler flulaşıyor.
Subarrulardan eser yok. Tarihin bu levhasında gördüklerimi nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Çalınan boru sesleri, haykırmalar, koşuşturmalar, kalkan toz bulutları bir çarpışmanın habercisi. Kendi kendime kalıyorum, ortalıkta. Ne İç Kale var ne hükümdar.
Issız çöl ortasında gibiyim.
Halime bakıp acıyorum, kendime. ”Senin işin ne var, burada ?” sorusunu cevaplayamıyorum.
Mittaniler, Hurriler olarak ikiye ayrılmış, Subarrular. Saltanat kavgasına tutuşmuş iki taraf. Yolculuğun Edessa’ya olduğunu biliyorum, sadece. Edessa’nın önceleri Urfa’nın adı olduğunu okumuştum, kitaplardan. Demek, Edessa’da çarpışmalar var.
Toplanan ordu, öncü birlikleriyle yol alıyor. Yanı başımda ağlaşıp duranlar yok. Kadınlar, dolduruyor askerlerden boşalan yerleri. Hepsi intizamlı, silahlarını kuşanmış olarak. Çocuklar, yardım ediyor, annelerine. Yaşlı, tecrübeli askerler kalmış, geride. Her yere verilen emirler oldukça süratlice yerine getiriliyor. Subarru ülkesinin başkentinde yaşam normale dönerken rahatlıyoruz, birlikte.
Kolay değil, savaşlara çıkmak. Topraklarını savunmak üzere dimdik duran kadınlar, esvaplarından çıkmış birer asker edasında. Amazonların hakkında bilgi toplarken Subarru kadınına rastlamamıştım. Sağ memelerini kestikleri söylenen Amazonlarla bu konuda Subarruların ortak bir yanı yok. Kadınların vucut yapıları da günümüzün üstünde.
Saçları örülü, öne atık, çözemediğim bir giysi var, üzerlerinde. Kiminin ceylan derisi olduğunu biliyorum. Kiminin de bilinen deriler olduğu gözden kaçmıyor.
Beni annesine işaret eden çocuğu görüyorum. Kucağında yirmiden fazla ok, yavaşça gidiyor. Düşen okları toplayıp veriyorum, kendisine. Seviniyor, çocuk. Sempatik yüzüyle annesini işaret ediyor, iki eli kalbinin üstünde, annenin. Gelenleri karşılayacak kadar temkinli Subarru savaşçıları.
İki nehrin arası anlamında olan “Subarru”
İkindi vakti. Bir kısım savaşçılar, yer değiştiriyor. Pişmiş et sunuluyor herkese. Benim payıma düşen incik oluyor. Bunun kuzu ya da oğlak eti olduğunu hissedebiliyorum. Tuzu da kullandıkları, etin tadından belli. Et, defne yapraklarına sarılı.
Defnenin Diyarbakır’da yetiştiğini bilmiyordum. Ormanlık alanlarla dolu Diyarbakır’ın defnesi ilaç mı? Bu insanların misafirine sunduğu defne yaprağı içindeki et parçasının doyumsuz tadını unutabilmek, çok zor.
Kızlar gülümsüyor, mütebessim. Yaşlıca bir kadın, maşrabadan avuçlarını açmış gence su içirtiyor. Oldukça susamışım... Sisler giriyor, görüntülerin arasına. Bir belirsizlik. Avını kaçıran şahin gibi bağrışmalar, çağrışmalar duyuyorum.
Küçük çocuk, inmiş taş basamaklardan. Bana geliyor, ürkmeden. Ok ve yayı alıyorum yanı başımdan. Kravatı, gömleği çıkarıyorum. Oldukça yumuşak deriden yapılmış savaşçı elbisesini giyiyorum, hemencecik.
Mutlu, küçük çocuk. Ömrümde ok ve yay kullanmadım. Acemisiyim, bu işin. Sadece Yeşilçam Sinemasının akla durgunluk veren ok ve yay sahneleri göz önümde. İnsan bilmediği konuda tecrübe sahibi olmadığı zaman başkasını taklide mecburdur. Ok ve yayı mecburen elimize alıp, bekledik. Taze sıkkımlık üzüm suyunu içtik, ikram olarak.
Bekleyişimiz, uzun sürdü. Güneşin batımına yakın her savaşçı yüzünü güneşin batmakta olan kızıllığına yöneltti. Acaba Subarrular, Şemsi inanışına mı sahipti? Güneşe çevrilen yüz, ibadeti mi ifade ediştir? Bilmekten uzağım...
Subarruları bekleyişimiz uzun sürdü. Tavus tüyleri ile kaplı başlığını gördüğüm hükümdar, atıyla gelince kale kapısına kadınlar temkinli duruyordu, yerlerinde.
İçilen kırbadan su, emin adımlarla yürüyüş ve eller kalpleri üzerinde herkesin. Güldü, benim halimi görünce hükümdar. Ben de gülenlere bakıp güldüm. Sadakate yorumlanmıştır, bu gülümseyiş. Elimdeki yay, sırtımdaki ok sadağı. Her okun başında sivriltilmiş demir aksam vardı. Demir aksam, bilmediğim bir zehir ile sıvanmış.
Hükümdar, oturmamızı emredince belli ki yorulmuş. Askerlerine bakarak ellerini havaya kaldırdı. Birlikte kalkan binlerce el.
Şimdiki Hz.Süleyman Camii yerinde olan yokuş alan askerle kaplanmış. Konuşmalarında sık sık geçen Edessa kelimesi. Mutlaka savaşı kazanmışlardır. Sevinçleri bunu gösterir.
Hemen hazırlanan yer sofrasında balık ziyafeti yapılıyor.
Sormaya çalıştım, yanımdaki savaşçıya. Konuşmamız, el işaretleriyle. Dicle’de tuttukları balıkları, ördükleri set içine atıyor, istedikleri zaman alıyorlarmış. Dicle günümüzdeki gibi cılız akmıyor; hırçın, önüne kattığını sürüklercesine...
Balığın içi açılmış biçimde, tertemiz. Geçirilen söğüt dalları yer yer yanmış alevden. Ekmeğe benzer bir yiyecek... İçinde ezilmemiş tohum taneleri. Mutlaka arpa olmalı. Belki de yulaf-çavdar karışımı bir ekmek çeşidi. Kepekli, esmerimsi rengiyle oldukça lezzetli. Ben balığı ellerimle yerken onların kılçık kaygısı yok. Sonra baktım ki balıklarda kılçıkların olmadığını. Balığın sazan olmadığı belli. Oldukça yağlı bir özelliği var. Damlayan yağın kendince bir tadı var.
Balık sonrası içilen taze üzüm suyu... Hükümdar, savaşçılarına karşı oldukça cömert. Herkesin yemeği aynı biçimde. Komutanlar, tek tavus tüyü ve omuzlarındaki şallarıyla belirgin. Onlar da asker içinde. Şaşırmışlık ve yorgunluk beni oldukça alıp götürmüş, kendimden.
….
Bilgisayara kurulalı “Bu Şehr-i Aziz Nerede ? “ yazısına bakıyorum. Gereksiz gördüğüm yazılanları silmek istesem de, küçük çocuk, hükümdar, savaşçılar, kadınlar, balık ziyafeti buna izin vermiyor, adeta. Subarrular, tarihin levhalarında bir sembol, bu şehir için. Keşke onlardan kalan belgeler olsaydı, eserler bulunsaydı, kitaplara geçseydi kalanlar...
( Bu Şehr-i Aziz Nerede ? başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 11.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu