“Medeniyetin neresindeyiz”
Bir insan için zeka ve ileriyi görme yetisi varsa o
insanın çok eğitimli ve bilgili olması gerekmemektedir. Bir sanatta zeka ve
beceri önemlidir. Ama, bir devlet adamlığına gelebilmek için sadece parasal
güce sahip olmak ve siyasi oyunları bilmek ve bunları örtüştürmek yeterli
olabilmektedir. Devlet adamlığı, ülkesinin, kültürünü, dinini, insan yapısını eğitim
seviyesini asgaride çok iyi bilmeyi gerektirir ki, içte ve dışta olan olaylarda
doğruya yakın kararlar alabilsin. Bir buçuk yüzyıldan beri Batı dünyasındaki
mücadeleler, büyük ölçüde topraklarını genişletmeye teşebbüs eden merkantilist
ekonomik güçlerin yönettikleri prenslerle imparatorlar arasında meydana
gelmiştir. Fransız Devrimi'nin başlamasıyla birlikte asıl mücadele çizgisi
prensler yerine uluslararasında dönüştü. Krallar arasındaki savaşlar bitti,
uluslararasındaki savaşlar başladı. Prensler, ulus devletler ve ideolojiler
arasındaki bütün bu kavgalar, esasen Batı medeniyeti bünyesindeki mücadelelerdi.
Batı'ya ait iç savaşlardı. İslam devletlerinin kendi iç mücadeleleri ise
tamamen mezhep çekişmesine bağlı kısır mücadeleler halinde süre geliyordu.
İslam ülkelerinden petrol kaynaklarına sahip olanlar, bağnaz siyasi yapılarını ekonomiye
dış siyasette yönlendirmeye başladılar. Batı ülkelerinde bankaların hisselerini
sonraları da büyük İngiliz mağazaları ve futbol kulüplerini satın aldılar. Burada,
kendi dini mezhepsel idolojik çekişmelerini kendi aralarında sahneye koydukları
gibi, silah endüstrisine sahip güçlerin bu terörist savaşım methodlarını
kaşımaları ile Al Quadia, ISİD, Boko Haram gibi örgütler terör amaçlı
silahlandılar. ABD de 11 Eylül İkiz Kule bombalanması sonrası, ekonomist yazar S.Hungington
medeniyetler çekişmesi olacak dediğinde;
“.. Önceleri Hiristiyanların yaptığı gibi şimdilerde,
İslam ülkeleri günlerini sadece dua ile geçirmesinler arada birbirlerin
öldürsünler diye Kur’anda bir Allah kelamı olduğunu sanmıyorum. Var ve buna
uymamız lazım diyerek mi birbirlerini katletmekteler. Dini öğelere inanalar açısından
insanoğlunun başıboş bırakmaya gelmediğini, boş olduğunda kafasını kötüye
yormaya başladığının örneğini büyük çoğunlukla Ortadoğu ülkeleri arasında süre
gelen savaşlardan anlamaktayız. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı
anda iki ülkenin bile vatandaşı olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı
Katolik ve yarı Müslüman olmaktır…” Bir kısım ülkeler, vasat seviyede kültürel
bir türdeşliğe sahiptir fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları
konusunda bölünmüştür. Bunlar bölünmüş ülkelerdir. Liderleri tipik bir biçimde,
kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batı'nın üyesi yapmayı arzu
ediyor fakat ülkelerinin tarih, kültür, ve gelenekleri Batılı olmadığından
ortaya bir çelişki çıkıyor. Bu tür bir bölünmenin en açık ve prototipik
örneğini Türkiye teşkil ediyor. Türkiye'nin liderleri, Atatürk geleneğini takip
etmekte ve Türkiye'yi modern, seküler, Batılı ulus devlet olarak
tanımlamaktadır. NATO'da ve Körfez Savaşı'nda Türkiye'yi Batı ile ittifaka
soktular; AB'ye üyelik için müracaat ettiler. Türk toplumundaki bazı unsurlar,
aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye'nin esas itibarıyla
Müslüman bir Ortadoğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Türkiye'nin
seçkinleri Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken, Batı'nın seçkinleri
Türkiye'nin öyle olduğunu kabule yanaşmamaktadır. Türkiye, AB'nin bir üyesi
olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz
Müslüman’ız, onlar ise Hıristiyan’dır. Fakat bunu dile getirmiyorlar. Batı
tarafından teşvik edilen Türkiye ve Meksika yeni kimliklerini benliğine kazımak
için büyük çaba sarf ediyor. Biri AB ülkesi diğeri K.Amerika ülkesi olma
yolunda. 1991'de, Meksika Başkanı Carlos Salinas de Cortari'nin üst seviyedeki
bir danışmanı, bana Salinas hükümetinin yapmakta olduğu bütün değişimleri
ayrıntılı bir şekilde tasvir etmişti. O, sözlerini bitirdiğinde şunu söyledim:
"Bütün bunlar çok etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz esas itibarıyla
Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp, bir Kuzey Amerika ülkesine
dönüştürmek istiyorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve şöyle bağırdı:
"Aynen! Yapmaya çalıştığımız şey tamamıyla budur; fakat tabii ki, bu kadar
aleni biçimde asla söyleyemedik." Bu danışmanın değerlendirmesinin de
gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da toplumun bazı önemli
unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına direniyor. Batı
medeniyeti hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan medeniyetler
Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bugüne kadar sadece Japonya bu
arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur.Medeniyet kültürel bir varlıktır.
Köyler, bölgeler, etnik gruplar, milliyetler, dini gruplar, bütün bunların
hepsi, kültürel çeşitliliğin farklı düzeylerinde ayrı kültürlere sahiptir.
Güney İtalya'daki bir köyün kültürü, Kuzey İtalya'daki bir köyün kültüründen
farklı olabilir; fakat her ikisi de onları Alman köylerinden farklı kılan ortak
İtalyan kültürünü paylaşacak olmalarıdır.“(Kyn:Salinas'ın İbero Amerikan
Guadalajara zirvesi). Bölgedeki mevcut Japon endüstri, ticaret ve sermayesinin yeni
bir odaklaşma noktası olarak (Taiwan); müteahhitlik, pazarlama ve hizmet
alanlarında sivrilmiş bir beceriyi (Hong Kong); nefis bir iletişim şebekesini
(Singapur); muazzam bir mali sermaye birikimini Asya ekonomisine hızla
kazandırıyor. Avrupa toplumları, Arap ve
Çin toplumlarından ayıran kültürel özellikleri; dil, tarih, din, adetler,
kurumlar gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla ve hem de insanların
sübjektif olarak kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tanımlanır. Ülkemizin
60 yıldır girmeye çalıştığı Avrupa Birliği’ne girme istemi üzerinde din, dil ve
kültürel açıdan önceden bir çalışma ve araştırma yapılmadan başvuruda
bulunulduğunu geldiğimiz yer açıkça ortaya koymaktadır. Bir medeniyetten
bahsettiğimiz zaman neyi kastediyoruz? Türkiye’nin komşu İslami ülkeler ile
ekonomik ve ticari ilişkileri hem dün hem de bugün geliştirememesinin baş
sebebi, bu ülkelerde kargaşalık olması yanında, Suriye, Katar ve S.Arabistan’la
ilişkisinin hiçbir zaman bir Japon, Çin, Hong Kong, Tayvan ve Singapour’
birlikteliği gibi olamayacağı, sırf dini motiflerle hareket etmenin ötesine geçemeyeceğini
gelişmeler acı bir şekilde ortaya koymaktadır.
Erdil Ünsal