“Yazmadan önce, yazmayı iyi öğrenmeniz gerekir!”

            Yabancı yayınevleri ve yazarların ajanslığını yapan bir firmanın, üniversite öğretim üyesi de olan editörünün yaptığı eleştirisiydi bu ifade. Dopdolu iyi yüz yirmi sayfalık roman metninin baş sayfasına yazılmıştı. Hem de, “dikkat vurgulaması” yapmak için ünlem işareti konmuş halde…  

            İlk başta, “onur kırıcı” sayılabilecek böyle bir eleştiri canımı sıktı.  Etkisi, zamanla azalacağı yerde artınca; “Hadi oradan!” diyerek **Egeliliğimi göstermek istedim. Kitap kurdu sayılacak bir okuyucuyum ben! Türk ve dünya klasiklerinin neredeyse tamamını okumuş birisiyim… Yazarlarının kitaplarını okumakla, Uzakdoğu ve Güney Amerika ülkelerine bile gitmiş gibiyim. Her türlü düşünceye açık birisi sayılmam. Buna rağmen komünizm aşılayıcı ya da faşizm özentili birçok yasak kitabı okuyan bir adamım. Roman, hikaye ve siyasi kitapların yanı sıra; felsefe ve bilimsellik içeren kitapları da not alarak okuyan birisiyim. Başta Kuran meali olmak üzere dini kitapları hatim edercesine okudum. Ömer Hayyam’dan, Karacaoğlan’dan, Erzurumlu Emrah’tan dizeler okuyan, Mevlana’dan özlü sözler edinen birisiyim. Mehmet Akif Ersoy’un, Türkçe sözlük kullanma özenini takdirle karşılayan Türkçeciyim. Kırk yıldır edebi konulu yazılar karalarım.  Mesleki dergilere ve yöresel gazetelerde yazılarımı okuyanların nazarında bir yazarım. İki tiyatro oyunumu sahnelemek isteyen yönetmenler oldu. Bir senaryomun filmi çekilmek istendi. Hal böyleyken bir ajans editöründen ağır bir eleştiri almak elbette hazmedilecek gibi değildi. Eleştiriye kapalı ama eleştiri yapmayı seven bir toplumun bir ferdi olarak benim de tepki vermem doğaldı…


            Roman metninin sayfalarını çevirdikçe, gerçekler bir bir batmaya başladı gözüme. Efelenmenin, “züğürt tesellisi” olduğunu anladım. Kitaplaştığında beş yüz sayfa dolayında olacak romanımın baştan sona didik didik edilerek okunması hoşuma gitti. Üstelik bunu okuyan editörün, İstanbul’un önde gelen bir üniversitesinde Türk Dili ve Edebiyatı konularında öğretim görevlisi olması, gururumu da okşadı…Haliyle ağır eleştirinin etkisi yarı yarıya hafifledi…

            Yadırganılması gereken bir durum vardı burada. Bir roman dosyasını bir editörün  okunması sıradan bir işlem sayılmalıydı. Eserin kitap olarak basılmasına yönelik bir eylem sevince yol açmalıydı. Bir yazar adayı, yazdığı roman metnini bir editörün okumasından bile  mutluluk duyuyorsa, bunun bir nedeni olmalıydı…

 

            Bu gelişmeden altı ay önce bu roman dosyasının birer kopyasını Çağaloğlu’ndaki üç yayınevine göndermiştim. Beş ay boyunca arayan soran olmadı. Bir konuyu ilave etmenin romana önemli bir değer katacağını düşündüm. Roman dosyalarını almak için Cağaloğlu’na gittim. İlk uğrak yerim, bir cadde üzerindeki apartmanının birinci katında bulunan yayınevi oldu. Yayınevi yöneticisi ve aynı zamanda baş editörü yokmuş. Roman dosyası, birisi kadın iki görevli tarafından arayıp sormalara rağmen bulunamadı. Telefonla ulaşamadıkları izinli bir elemanda olabileceği söylendi. “O kişi editör mü?” diye sorduğumda, “Değil ama yararlanılıyor,” denildi.

            “Biz ne umuyorduk nelere kalmışız,” dedim içimden…

            İkinci yayınevinde, sandık odası gibi bir yerde arandı roman dosyası. Gelişigüzel yığılı  ve raflara atılmış pek çok dosya görünce “emeklere yazık” dedim içimden. Okunup da beğe-nilmeyen dosyaların böyle bir yere atılmasını olağan karşılardım. Dosyalar, paket ve kapalı poşetler halindeydi. Dosyayı ararken toz yutup burnundan soluyan kıza, “Dosyalar kayda alınmıyor mu?” diye sordum. “Yok” diyen kız, “Dosyayı almak da nereden icap etti?” diye sorup, yanıt beklemeden,“Okunurdu,” diyerek bir bakıma işi yokuşa sürmek istedi. Bereket eline denk geldi dosya.

            “Sanki çok matah bir şey. Al malını,” dercesine verdi dosyayı.

            Roman dosyasını postayla göndermiştim. “Acaba bu nedir?” diye açılıp bakılmamış. Arada boşluklar olsa da dört-beş senelik bir emeğin ürünüydü roman. Buradaki öbür roman dosyaları da öyle olmalıydı. Telefonla görüşüp, “Memnun oluruz,” karşılığı aldıktan sonra kargo ile göndermiştim dosyayı. Bu küçük ve karanlık odaya atılmış dosya sahipleri de “gönderin” denildiği için romanlarını göndermiş olabilirlerdi. Belki beğenilir ve kitap olarak basılır ümidiyle roman dosyasını göndermiştim. Diğer dosyalarının sahipleri de o ümitle göndermişlerdir mutlaka. Roman metnine ilave yapacak olmasaydım, dosyayı almak gibi bir düşüncem olmayacaktı. “Romanım basılacak” ümidi taşıyacaktım. Buradaki dosyaların sahipleri de aynı ümidi taşıdıklarına eminim…Emek ve ümit…Benim açımdan çok önemli iki değer…Öbür dosya sahipleri açısından da önemlidirler mutlaka. Yazım emeğiyle geçinmek gibi bir çabam yoktu benim. Belki de, kimileri için umut edilen bir geçim kaynağıydı bu roman dosyaları…Emeğin hor görülmesiydi dar ve karanlık odaya tıkılan dosyalar. Umutlara duyarsızlığın birer belgesiydiler…İçlerinde kim bilir neler vardı neler?..

            Belki de roman gibi romanlar vardı…

            Roman yazarlığı, emek ve sabır ister. Sürekli kafa yorarsın. Başını yastığa koyduğunda bile hayalen devam edersin yazmaya. Çok iyi bir cümle kurduğunda kalkıp not edersin. Ya da  üşenip kalkmadığında, aklında kalması için cümleyi ezberlemeye çalışırsın. Yazma işi, düşünde bile devam eder. Yazarken, bambaşka bir dünyada bulursun kendini. Bir sen ve kahramanların vardır orada. Onlarla içli dışlı olursun. Kendi yaşamından mutlaka bir şeyler eklersin onların varlık nedenlerine. Farkında olmadan gerginliklerini boşaltırsın. Dolaysıyla eserin, bir bakıma psikologun olur. Benliğini sarmalayan yazma duygusuyla, sözcüklerle ilmik ilmik cümleler örerek güzel bir eser meydana getirdiğine inanırsın. Emek verip, göz nuru döktüğün bir parçan olur eserin. Kendini önemsersin. Maddi ve manevi olarak emeğinin karşılığını almak için görücüye çıkarırsın değerli gördüğün yapıtını. Yayınevlerine göndererek yaparsın bunu. Umutla olumlu bir haber beklersin. Aylar geçer. Olumlu bir yanıt alamayınca umudun sönmeye başlar. Olumsuz da olsa bir haber beklersin bu defa.  Telefonla sorgulama yaptığında, “Çok yoğunuz. Henüz okuma fırsatımız olmadı. Okuyup, en kısa sürede size ulaşacağız,” gibi bahanelerle başlarından savarlar sizi.

            Emek ve ümitlerin böylesine hor görülmesi, canımı acıttı. Dosyayı arayan kızın tavrı da tuz-biber oldu bu acıya. “Romanı almaktan vazgeçtim,” deyip, dosyayı kaydırıverdim. Umuda yolculuk yaparken dar ve karanlık bir odaya hapsedilen kardeşlerinin yanına…

            Üçüncü yayınevine gittim. 

Devamı bir hafta sonra
**Egelilik: Efelik anlamında.

Veysel Başer


( Edebi Aydınlık başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 17.09.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu