NEFSİMİZE
ZULMETMEK, HAYIR VE ŞER ALLAH’TANDIR DEMEK..
Amentü şerhindeki hayır da şer de Allah’tandır
demek Allah’ın ayetlerinde olmayan ve dine sonradan eklenen bid’attır. Bid’atı
dine eklemenin büyük bir günah ve sorumluluğu olduğu gibi, bir bid’atı halka
doğru diye sunarak halkı yanlış bilgilendirmek bu günaha ve sorumluluğa ortak
olmaktır. İnsanlar nefisleri ile yaptıklarından sorumludurlar. Her kes cenneti
de cehennemi de nefisleri ile yaptıkları davranış biçimleri ile kazanırlar. Hem
şerri işleyerek günaha gireceğiz, hem de suçu haşa Allah’ın üzerine atacağız. Yani
Allahütealâ’mı bize günah işletiyor? Kişinin serbest iradesi ve sorumluluğu
nerede kalıyor. O zaman imtihana ne gerek vardı? Cennete ve cehenneme ne gerek
vardı…
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu
ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en
tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ
ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı.
Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz
bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz
bilmezsiniz.
Savaş,
ölmek veya öldürmektir. Onun için kıtal ismini kullanmıştır Allahütealâ. Burada
katletme müessesesi, insanı öldürmek vardır.
Ayet-i kerime, Allah'a ve insana
göre ölçülerin ne kadar değişik değerlendirildiğini çok açık bir şeklide ifade
etmektedir. Allah'a göre hayır, derecat kazandıran; şer ise kaybettiren bütün
olaylardır. Derecat kazandıran olaylar Kur'an’ı Kerim'de genel anlamda hayır,
sevap, hasenat olarak geçmektedir: Bunların karşıtları da şerr,
günah ve seyyiattir.
Çaldığı mal için memnun olan hırsız
her hırsızlık yaptığında derecat kaybeder. Malı çalınan kişi ise üzgündür.
Çünkü ondan beklediği faydaya ulaşamamıştır. Böyle bir dizaynda malı çalınan
kişi hayra üzülmektedir. Hırsız onun malını çaldığı için kaybettiği dereceler
malı çalınana pozitif olarak kaydedilmiştir. Onu hayra ulaştırmıştır. Olaylarda
kişinin sevinmesi veya üzülmesi Allah'ı hiç alâkadar etmez. Sevinmeye göre
olaylar hayır; üzülmeye göre şer olmaz. Vatanın tehlikeye düştüğü bir noktada
savaşa katılan bir insan yara aldığında belki canı acır ama bu, onun için büyük
bir hayırdır. Hele şehit olursa hayırların en büyüğüdür.
Eşyanın tabiatı gereği birçok insan
ölümden korkar. Özellikle fizik vücutlar ölüme karşı hassastırlar ve kişinin
fizik vücudu korkuyu yaşar.
Bütün güzellikler Allah'ın yolunda
olmakla birlikte yürür, bütün çirkinlikler de şeytanın yolunda olmakla yürür.
Allah'ın yolunda olan insanlar eninde sonunda sonsuz bir mutluluğa
ulaşacaklardır. İradelerini de Allah'a teslim ettikleri noktada hem cennet
saadetinin hem de dünya saadetinin tamamı onlarındır.
Demek ki; Allah'a göre şer kavramı, bize
derecat kaybettiren (günah kazandığımız) tüm davranış biçimleri ve olaylardır.
Hayır kavramı ise; bize derecat (sevap)
kazandıran tüm davranış biçimlerimiz ve olaylardır.
Nefse zulmetmek hataya düşerek günah
işlemektir. Nefsine zulmedenler günahkâr insanlardır. En çok günahkâr insan en
çok nefsine zulmedendir.
Ayetlere göre doğru olan, hayır Allah’tan
şer nefsimizdendir. Şerri serbest irademiz ve nefsimiz afetlerinin
doğrultusunda şeytanın vesvesesi ile kendimiz kaza ederiz, yani işleriz.
Peygamberler bile başlangıçta Nebi olarak
görevlendirilmeden önce dalalette oldukları zamanda nefsleri ile hataya
düşmüşlerdir. Yani nefslerine zulmetmişlerdir.
Kur’an’da Allahütealâ hataya düşerek
nefslerine zulmeden Nebi’leri ayetlerle bizlere örnek olsun diye bildirmiştir.
Hz. ADEM A.S.’mın nefsine zulmettiğini
itiraf etmesi.
7/A'RÂF-23: Kâlâ rabbenâ zalemnâ
enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
İkisi şöyle dedi: “Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik, şayet Sen bize
mağfiret ve rahmet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”
Hz. Âdem ve Havva Anamız, hatalarını idrak
etmişlerdir. Bütün insanlık tarihi boyunca önemli olacak olan faktörler, burada
Allah'ın rahmet göndermesi ve hüsrana uğramaktır. Allahütealâ, Havva Anamız'a
ve Âdem (a.s)'a, hayatlarının her saniyesinin filme alındığını, kaybedilen
derecelerin, kazanılan derecelerden fazla olduğunda cehenneme gidileceğini,
ateşlerde yanmalarının söz konusu olacağını öğretmişti. Ve onlar hüsrana
düşmeyi de, Allah'ın rahmet göndermesini de, Allah'ın kendilerine mağfiret
etmesinin de anlamını biliyorlardı.
Hz. YUNUS A.S.’mın nefsine zulmettiğini
itiraf etmesi.
21/ENBİYÂ-87: Ve zennûni iz zehebe mugâdıben
fe zanne en len nakdire aleyhi fe nâdâ fiz zulumâti en lâ ilâhe illâ ente
subhâneke innî kuntu minez zâlimîn(zâlimîne).
Ve Zennûn (Yunus A.S), gadaba gelerek (öfkelenerek) gitmişti. Böylece ona
muktedir olamayacağımızı (hükmedemeyeceğimizi) zannetti. Sonra karanlıklar
içinde (şöyle) nida etti: “Senden başka İlâh yoktur. Sen Sübhan'sın (her şeyden
münezzehsin). Muhakkak ki ben, zalimlerden oldum.”
Hz. Yunus, bir gemiye biner, zanneder ki
denizin ortasında Allah ona ulaşamaz. Geminin yelkenleri açık ve rüzgâr da
olduğu halde açıkta gemi durur. Gemidekiler işin farkına varırlar. “Aramızda
mutlaka yanlış yapan birisi var. Onu arayalım, bulalım.” derler. Hz. Yunus:
“Aramanıza gerek yok, söz konusu olan benim.” der. Ve kendini denize atar.
Allahütealâ'nın gönderdiği çok büyük bir yunus balığı Hz. Yunus'u yutar. Hz.
Yunus, yunus balığının karnında, karanlıklar içinde Allah'ın nelere muktedir
olduğunu idrak ederek Allah'a yalvarır: Allah'tan kaçacağını sanarak başka
birisine değil, kendisine zulmetmiştir.
Allahütealâ onun bütün düşüncelerini
bildiği için her an, her şeyden haberdardır. Çünkü ilmi ve rahmeti bütün
insanları, canlıları ve cansızları, bütün boyutlarda kuşatmıştır. Allahütealâ'nın
rahmeti ve fazlı, her şeye kaadir olan Allah'ın bir uzantısıdır. Eğer Allahütealâ
bir dağın konuşmasını istiyorsa dağı, bir kuşun konuşmasını istiyorsa kuşu
konuşturur. Dağlara da zikir yaptırır ama bunun adı artık zikir olmaz. Bu
tesbihtir. Kimler Allah'ın adını “Allah, Allah, Allah, Allah” diye söylerse, eğer
bunu söyleten o varlığın iradesi değilse, Allah'ın İradesi ise o zaman tesbih
olur. Nitekim Enbiyâ-79'da Hz. Davut'un talebi üzerine Allahütealâ dağlara da
kuşlara da zikrettirdiğini yani Allah zikrettirdiği için onlara tesbih
ettirdiğini ifade etmektedir.
Hz. YUSUF A.S.’mın nefsine zulmettiğini
itiraf etmesi.
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî,
innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun
rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui
olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği
(nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba
çevirendir). Rahîm'dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).
Doğuşlarından itibaren insanların
nefslerinin kalpleri afetlerle doludur. Allahütealâ'nın hedefi, bu afetleri yok
etmektir. Ve kişi bunu kendi iradesini kullanarak yapmak mecburiyetindedir.
Bunun için Allah'a ulaşmayı dilemek ve ardından Allah'tan alınacak 12 ihsanla
O'nun gösterdiği irşad makamına ulaşmak ve zikir yapmak söz konusudur.
Bir insan, Allah'a ulaşmayı
dilemedikçe, nefsinin tezkiye olması, temizlenebilmesi, kurtuluşu hiçbir zaman
mümkün değildir. O insan dünya hayatını yaşadığı halde Allah'a göre ölüdür.
Çünkü gözlerindeki hicab-ı mesture ile baktığı için irşad makamını başka
insanlardan ayıramaz. İrşad makamının söylediklerini kulakları duyar ama
kulaklarında vakra olduğu için anlayamaz, mânâsına varamaz. Kalbinde ekinnet
olduğu için kalbine indirdiği konuları idrak edemez. Bu ekinnet idraki
önler.
Ne zaman bir insan Allah'a ulaşmayı
dilerse, Allah onun kalbindeki Allah'a ulaşma talebini işitir, bilir ve görür.
Gördüğü anda Allah Rahman esmasıyla o insana tecelliye başlar. Bu tecelli, o
insanı ölüyken diriltir. Kişinin gözlerindeki hicab-ı mestureyi, kulaklarındaki
vakrayı, kalbindeki ekinneti alır, yerine ihbat koyar. Artık kişi irşad
makamına sadece bakmaz, onu görmeye başlar. Kişinin kulakları irşad makamının
irşada dair söylediği şeylerin mânâsını anlamaya başlar. Ve kişinin kalbindeki
idraki önleyen ilâhi bilgisayar (ekinnet) alınıp, yerine idraki sağlayan başka
bir ilâhi bilgisayar (ihbat) takılınca, kişi kalbiyle idrak etmeye başlar.
Ve böylece gözleri görmeyen,
kulakları duymayan ve idrak edemeyen bir kişi olması hasebiyle ölüyken;
Allah'ın Rahman esmasıyla tecellisi üzerine; gören, işiten ve idrak eden birisi
olur. Böylece kişi ölüyken diriltilmiştir. Ve daha sonra 12 ihsanla kişi
mürşidine ulaştırılır.
Mürşidine ulaşıp tâbî olduğu zaman
(ki mürşidi Allah gösterir, ulaştırır, mürşid sevgisi verir, bütün ibadetleri
Allah sevdirir) bu ayet gereğince Allah Rahîm esmasıyla tecelliye başlar, bütün
günahlarını sevaba çevirir, kalbine îmân kelimesini yazar. Kişi zikir
yaptığında Allah'ın katından salâvâtla rahmet ve salâvâtla fazl o kişinin
göğsüne gelir. Göğsünden kalbine ulaşır. Kalbinde îmân kelimesinin etrafında
toplanmaya başlar. İşte bu toplanma, kişinin nefs tezkiyesi yapmasıdır.
Ne zaman Allah'ın rahmeti ve fazlı
kalbe ulaşırsa îmân kelimesinin etrafında fazıllar toplanmaya başlar.
Fazılların îmân kelimesine yapıştığı ve işgal ettiği sahada şeytanın
karanlıkları, afetler barınamaz, bir daha normal standartlara dönmemek üzere
orasını terk eder. Ve kalp giderek ruhun kalbindeki hasletlerin paraleli olan
Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen
nurlarla (Allah'ın fazıllarıyla) dolar. Fâtır Suresi bunu söylüyor:
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun
ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne
yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ
yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük
taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer
ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan
hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû
duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini
tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş
(varış) Allah'adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah'a döner, ulaşır).
Hz. MUHAMMED MUSTAFA S.A.V Efendimize
Allahütealâ’nın hayrın Allah’tan şerrin ise nefsinden olduğunu söylemesi.
4/NİSÂ-79: Mâ esâbeke min hasenetin fe
minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve
erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana
kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir
(derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve seni, insanlara Resûl
olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter.
Allah insanlara zulmetmez. İnsanlar günah
işleyerek nefslerine zulmederler.
12/YÛNUS-44: İnnallâhe lâ yazlimun
nâse şey'en ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez. Lâkin insanlar,
kendi nefslerine zulmederler.
Allah ile insanlar arasındaki ilişkide,
Allahütealâ'nın insanlara zulmetmediği, insanların kendi nefslerine zulmettikleri
bir vakıadır. Allahütealâ'nın insanlara zulmetmesi hiçbir şekilde mümkün
değildir. Yani Allah'ın yaptığı kader unsuru olan hiçbir olay, bir insanın
derecat kaybetmesine sebebiyet veremez.
Eğer bir insan bir başkasına
zulmetmişse, bir irade bir başka iradeye zarar vermiştir. Zulüm yapan kişi
zulmettiği için derecat kaybetmiştir ama zulmettiği kişi bu sebeple derecat
kazanmıştır. Zalim; zulmeden, derecat kaybedendir. Mazlum; zulüm gören,
zulmedenin kaybettiği derecatı kazanandır. Zulüm olması için haksız bir
davranışın var olması lâzımdır. Allahütealâ'dan hiç kimseye haksız bir davranış
ulaşması mümkün değildir.
Bir insan bir başkasına zulmettiği
taktirde derecat kaybeder. Bu, kendisine de zulmettiği mânâsına gelir. İster
Allah'a ait olan bir ibadeti yerine getirmesin, ister Allah'ın yasak ettiği bir
fiili işlesin, ister bir başkasına zulmetsin, kendisine zulmetmiştir. Bir
insanın kendisine zulmetmesi, derecat kaybetmesiyle anlaşılır. Ama her kim
zulme uğrarsa o kişi derecat kazanır, kaybetmez.
Sonuç olarak Allah, kullarının
hiçbirisine zulmetmez. Ama insanlar kendi nefslerine zulmederler.
4/NİSÂ-85: Men yeşfa’ şefâaten
haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu
kiflun minh(minhâ) ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
Kim güzel bir şefaatle (iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten)
onun bir nasibi olur. Ve kim kötü bir şefaatle (günah işlenmesine) yardım
ederse onun da ondan (o şerrden) bir payı olur. Ve Allah, her şeye mukayyet
olandır (gözetendir).
Kimse kimsenin günahını yüklenmez ama kim
başkalarına hasenat için yardımcı olursa hasenat yapanlar (hayır işleyenlerle)
birlikte o da deracat kazanır. Kim de seyyiat (kötülük işlenmesi) için yardımcı
olursa şer işleyenle birlikte o da derecat kaybeder.
Allah razı
olsun
Burhan AKSU