Saçmalama diyenleri duyar gibiyim. Ortaya ne zaman farklı bir düşünce ya da soru atılsa, ne yazık ki kaderi hep bu olmuştur. Normal karşılıyorum. Diyalektik düşünemediğimiz için normal karşılıyorum. Kısa devre mantıkla düşündüğümüzü sandığımız için normal karşılıyorum.
Ama ciddi şüphe ve tereddütlerim var bu konuda. Bir şekilde ortaya konması ve mantık süzgecinden geçirilmesi gerektiği kanısındayım. Bunu birlikte yapsak daha iyi olmaz mı? Ne dersiniz?
Öncelikle savaştan hoşlanmadığımı belirtmek istiyorum. Savaşın beşeri hatta evrensel bir gereklilik olduğuna inanan biri olarak, yanlış anlaşılmamak için bu saptamayı baştan yapmak istiyorum.
Savaş olgusunu sadece devletler arasında yapılan topyekûn ve kanlı mücadeleler olarak ele alarak sorunu dar bir alana hapsetmek, sorunun özünde yatan sebepleri tam olarak görmemize engel olabilir. Devlet ve toplumların kendi içlerinde yaşadıkları en küçük anlaşmazlıktan, kitseler kavgalara kadar hepsi savaşın ayrı bir türü olarak değerlendirilmelidir.
Sonuçta hepsinin altında aşağı yukarı aynı neden, itki ve güdüler yatmaktadır. Birbirlerinden farkları ancak mücadelenin rengi ve şiddeti noktasında ortaya çıkar.
Savaşın bir ihtiyaç ve zorunluluk olduğu iki yönden ele alınabilir. Birincisi savaşın öncesinde, kişi ve toplumları çoğu zaman kanlı bir sonla biten kıyasıya mücadelelere iten kan dökme güdüsüdür. İkincisi savaştan çok sonuçla ilgilidir. Savaş az ya da çok yıkım demektir. İnsan kaybı bir yana, kazanılmış her şeyin tahrip ya da imha edilmesine yol açmaktadır. Bu da durgunlaşan ekonomilerin yeniden hayat suyuna kavuşması anlamına gelir.
Münferit olarak görülen ve psikolojik bir hastalık kabul edilebilen kanibalizmi (yamyamlık) konumun dışında tutuyor, bu olgunun analizini uzmanlara bırakmak istiyorum. Ayrıca kanibalizm kendi türünden varlıkların etini yeme eylemi ve alışkanlığı olarak tanımlandığı için tüm kan dökme eylemlerini içermemektedir.
Olaya sadece kanibalizm sorunu olarak yaklaştığımızda avcılık gibi zevk uğruna canlıların hayatlarını yok etme eylemini açıklamakta sıkıntı yaşayabiliriz. Mesele kanibalizmi de içine alan ancak kanibalizmden çok daha derin ve geniş bir durumu ifade etmektedir.
İnsan kan dökmeyi seven bir varlıktır. Ne kadar itiraz etsek de sonuç değişmez. Tarihin tozlu sayfaları bu iddiayı ispatlayacak yığınla acı ama bir o kadar gerçek örnekle doludur. Üstelik insan diğer canlılar gibi yaşamak için, açlık ve kıtlık sonucu kan dökmemektedir. Bu yüzden olayı sadece delilik ve sosyal sapkınlık olarak niteleyemeyiz.
Kan dökme genelde kültür ve sosyal değerler uğruna yapıldığı için çoğu zaman bireysel ya da kitlesel kan dökücüler alkışlanmaktadır. Üstelik gözü dönmüş kan dökücüleri barış ve huzur zamanında gayet saygın kişiler olarak görmek de mümkündür.
Kan dökme yeme içme ve cinsellik gibi bedensel; beğenilme, saygı görme, kıskançlık gibi psikolojik kaynaklı güdülerle aynı kategoride ele alınmalıdır. Doğruluğu ya da yanlışlığını burada tartışacak değilim. Bu güdünün psikolojik ve sosyolojik temellerine inmeyeceğim gibi. Bu konu birkaç sayfalık bir yazıya sığmayacak kadar derin ve geniş…
İlk bakışta kan dökme eğiliminin bahsedilen dürtü ve güdülerle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünür. Hatta çoğu zaman kutsal ve saygın mistik ve ulusal inanç ve kültür öğeleriyle birlikte ele alınır. Bu durum olayın temelinde yatan etkenin kolayca görülmesine engel oluşturur.
Bu değerler ancak birbirlerinin kanına ekmek doğrayan haşin bir mücadelenin aktörleri için geçerli olabilir. Oysa olayın üzerinden zaman geçtikçe ya da savaşa sebep olan kültürel öğelerin etkisinden uzaklaştıkça yapılan bütün mücadelelerin aslında kan dökmekten başka bir anlam ifade etmediği ortaya çıkmaktadır.
Siz öyle deseniz de kendi zamanında o savaşlar tarafların her biri tarafından kutsal bir var oluş mücadelesi olarak görülmüştü. Böyle olmamış olsaydı insanları ölmek ya da öldürmekten başka bir seçeneği bulunmayan savaş meydanlarına gönderebilir miydiniz?
Milattan önce 1285’te (bazı kaynaklar 1296 olduğunu söyler) Mısırlılar ile Hititliler arasında yapılan Kadeş savaşını gözünüzün önüne getirmeye çalışın. İki tarafın da kıyasıya bir savaş için büyük bir ihtimalle çok ciddi(!) bahaneleri vardı. Yoksa zamanın şartlarında belki yüz binlerce insan ölmek ve öldürmek için savaş meydanlarına aşkla vecd ile koşmazlardı.
O gün için son derece önemli hatta kutsal gelen savaş bahaneleri bugün bize ne kadar basit ve anlamsız geliyor değil mi? Ne kadar acı ve kabul edilemez de olsa gerçek böyle.
Konunun daha iyi anlaşılması amacıyla bir örnek daha vermek istiyorum. 12 Eylül 1980 öncesi beşer bin ölüme sebep olacak kadar birbirine diş bileyenler; 10 ağustos seçimlerinde tek safta birleşebildiler. Bunu derken neden birleştiklerini irdelemiyor. Hatta haşa bunun yanlış olduğunu filan iddia etmiyorum.
Ama bir düşünür olarak naçizane şunu söyleme yetkisine sahip olduğumu sanıyorum. O gün için birbirine silah doğrultanlara son derece anlamlı ve olmazsa olmaz gelen mücadele bugün itibariyle önemini kaybettiğine göre, dökülen kanlara değer miydi?
Bugün dünya coğrafyasının herhangi bir yerinde kan dökmeye sebep olan çatışmaların tümü bir gün gelecek anlamını yitirecek. Bu da gösteriyor ki, çatışma ve bahanelerin istisnasız hepsinin temelinde yatan asıl etken kan dökme içgüdüsü olmalıdır.
Savaş, sonuçları itibariyle de bir ihtiyaç ve zorunluluktur. Bu yönü daha çok ekonomiktir.
Bunu somut bir örnekle açıklamaya çalışayım. Canlı ve bilindik bir örnek olması dolayısıyla Suriye’den bahsetmek istiyorum. Olanları biliyoruz. Yaklaşık dört yıldan beri Suriye’de hükümet güçleri ile isyancı gruplar birbirleriyle kıyasıya bir çatışma süreci yaşamaktalar.
Görünürde bunun elbette tasvip edilecek bir tarafı yok. Ama bunu bana değil Suriye’de ya da halen dünyanın birçok coğrafya parçasında birbirlerini boğazlayan kişi ya da gruplara söylemelisiniz. Bana göre savaşa sebep sayılan bütün bahaneler basit, meselesiz ve gerçeksiz birer saplantıdan ibarettir.
Benim kabullerim ne yazık ki genele şamil olmuyor. İnsanlar ve toplumlar bir şekilde bahanelerini kutsamak suretiyle her vesileyle çatışma imkanı bulabiliyorlar.
Gelelim sonuçların analizine. Suriye böyle devam ederse baştan sona yanıp yıkılacak. Bu noktada sanırım hepimiz hem fikiriz. Savaş da taraflar doyuma ulaştıktan sonra nasıl olsa bitecek. Buna zamanı gelene kadar verilen mola da diyebilirsiniz. En azından sadece Suriye topraklarında bugüne kadar yapılmış olan savaşları ana hatlarıyla yazmaya kalksanız ciltlerle kitap olur. O zaman bir savaşın sona ermesine belli bir süre mola verme demekte bir beis olmamalı.
Mola esnasında yakılan yıkılan ülkenin yeniden imarı gerekir. Böylece ekonomi canlanır. Düşünsenize inşat malzemesinden, mobilyaya, yiyecekten giyeceğe ne varsa alım satımı canlanacak. Ekonomiye taze bir kan gelecek. Ve bu sadece iç ekonomiyi canlandırmakla kalmayacak; domino taşı etkisiyle dünya ekonomisinde de sirayet edecektir.
Bunun neresinde bir yanlışlık var? Ha diyeceksiniz ki savaştan başka bir yolu yok mu? Yok işte. Olsa söylemez miyim? İşin şakası bir yana gerçekten bunun başka bir yolu yok. En fazlasından deprem ya da deprem korkusuyla Kentsel Dönüşüm denen yenilenme süreci buna bir parça yaklaşabilir. Ama Kentsel Dönüşüm de bir yere kadar. Sonuçta iğneden ipliğe tüm ülkenin yenilenmesine vesile ve vasıta olamaz. Bunun tek bir çaresi var o da savaş.
Artık savaşa aşerdikten sonra bahaneyi siz bulursunuz. Gazze’den füze atıldı mı dersiniz, Kırım bağımsızlık istiyor mu ya da Arap Baharı mı bilemem. Böyle bir sebep bulmak benim işim değil. Ben amacım sadece gösterilen sebeplerin bahaneden öteye gidemeyeceğinin tespitini yapmak. O kadar…
Savaş ortamı toplumların yanı sıra bireylerin de birtakım aç duygularını tatmin etmeye vasıta olmaktadır. Üstelik yeni bir bahane bulmaya da gerek yok. Örneğin bir Arap Baharı bahanesini yüz binlerce kişi aynı anda fazladan bir gayret sarf etmeden kullanması mümkün.
Savaş ortamının yarattığı kaos ortamında bireyler normal zamanda yasak, yanlış, suç ya da günah kabul edilen bütün açlıklarını giderebilirler. Paraya, mala mülke ya da kadına mı ihtiyacınız var. Kutsal bahanenize savaş açmış düşman unsurların neyi var neyi yoksa ananızın ak sütü gibi size helaldir. İstediğinizi, istediğiniz kadar alabilir, alıkoyabilirsiniz. Bu ortamda kimse sizden hesap sormaz. Hatta hesap sormak bir yana sizi bu başarınızdan dolayı başlarının üzerinde bile taşırlar, emin olabilirsiniz.
Savaşın suç itibariyle böyle faydaları olduğunu bilmem hiç düşündünüz mü? Sanırım bu aşamadan sonra ilk cümleden yaptığınız suçlamada ısrar etmezsiniz. Görünen köy kılavuz istemez demiş atalar.
Sonuçta hepimizin içinde sayısını hesaplamakta zorlandığımız bir yığın bastırılmış duygu yok mu? Zengin olmak isteyen biz değil miyiz? Hem de kısa yoldan… En güzel kadınlara sorgusuz sualsiz sahip olmak isteyen biz değil miyiz? Hoop ağır ol demeyin. Kendimizi kandırmayalım. Aklımıza geldikçe şeytanın üzerine attığınız kötü düşüncelerinizi maddeler halinde bir kağıda sıralamak ister misiniz? Böyle bir güzellik yaparsanız emin olun yukarıda bahsettiğim bastırılmış duygularınız çıkar ortaya. Bundan hiç şüpheniz olmasın.
Yeter ki kendinizi kandırmayın. İçinizden geçenleri alenen herkese açmanıza gerek yok. Sadece samimi olun ve kendinizi kandırmayın. Gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Sonuçta savaşa hayır demeyle savaşlar sona ermiyor. Savaşa sebep olan hatta zorlayan sebepleri görmeniz ve bu yönde kendinizden başlamak üzere gerekli önlemleri almanız gerekiyor.
Bana sorarsanız savaşların önlenmesine imkan ve ihtimal yok. Çünkü geçmişte olduğu gibi şimdi ya da gelecekte kimse özeleştiri yapmaya yanaşmayacak. Belki karşılaşacağı muhtemel sonuçların yarattığı korkudan, belki de inanç noktasında içine düştüğü çıkmazdan kurtulamayacağını sandığı için. Ama sonuçta savaşlar olacak ve olmaya devam edecek. En azından birey ve toplum olarak her konudaki heves ve iştahımız devam ettiği sürece…