1. Kar
Fırtınası
Alarm çaldığında uzun bir zamandan beri uyanık olduğuna dair
bir his vardı içinde. Bütün gece tipiye dönen kar yağışı yüzünden sabah işe
nasıl gideceğini düşünmekten gözüne bir damla uyku girmemişti. Ne olduysa sabaha
doğru bütün endişeleri rüzgarın önünde sürüklenen bulutlar gibi dağılmış, kar
tatili olmasını bekleyen çocukların saf heyecanıyla güneşin doğmasını
beklemişti. Böyle günlerde iş yerine ulaşmanın ne kadar sıkıntılı olduğu aklına
geldikçe iyice keyfi kaçması gerekiyordu. Görünürde sıkıntıdan eser yoktu Metin’in
halinde. Daha garibi bu durumun alışılmamış bir şey olduğunun kendisi de
farkındaydı. Ama bir anlam veremiyordu.
Nasıl olsa devlet memuru değildi. Yani onu kapıda zebani gibi
bekleyen amiri filan yoktu. Akay yokuşunda bir bürosu vardı. Avukattı. İstediği
zaman işe gidebilirdi. Hatta istese hiç gitmeyebilirdi. Paraya ihtiyacı yoktu.
Bugüne kadar yaptığı birikim hiç çalışmasa yıllarca yetecek düzeydeydi. Zaten
paraya önem vermiyordu. Çalışmakta ısrarı mesleğine olan sevgisi ve elinden
başka bir iş gelmiyor olmasından kaynaklanıyordu.
Özellikle
böyle günlerde... Aklı başında hiç kimse böyle bir havada büroya gelmezdi
herhalde. Dolayısıyla acele etmeye gerek de... Nasıl olsa öğleye doğru yollar
açılır, hayat normale dönerdi. Sonuçta başkentte yaşıyordu.
Büroda
bir sekreteri bir de stajyeri vardı. Prensiplerine bağlılığıyla bugüne kadar
personeline hep örnek olmuştu, bundan sonra da taviz vermeye hiç niyeti yoktu.
Onun için hava nasıl olursa olsun, çok önemli bir işi olmadığı sürece saat
dokuzdan önce mutlaka ofisinde olmaya gayret ediyordu.
Gece
yarısına doğru il genelinde okullar iki gün tatil edilmişti. Kar tatili diye
çocukların dört gözle bekledikleri molanın kapsama alanı genişletilerek yaşlı,
hamile ve engelliler de dahil edilmişti. Gerçekten son yılların en ağır kışını
yaşamaktaydı Ankara…
Böyle günlerde toplu taşıt araçlarını kullanmak en doğrusu
olmakla beraber Metin hazırlanırken arabanın anahtarını almayı ihmal etmedi. Henüz
tam karar verememişti anlaşılan. Belki de koşullara göre verecekti. Daha önünde
uzun bir zaman vardı... Otobüsle gitme ihtimaline karşı neredeyse yarım saat
erken uyanmıştı. Kahvaltı yapacak, tıraş olacak, üzerini giyecekti. Hatta
asansör bekleyecekti. Yani düşünecek o kadar çok zamanı vardı ki. Hiç acele
etmiyordu bu yüzden.
Aşağı indiğinde arabanın üstünde bir karış kar vardı. Bu
kadarla kalsa iyi... Yağış tipiye dönmüştü. Bir tarafı temizlemeye çalışırken
diğer taraf beyaza bürünüyordu. Nedense bugün hiç bir şey keyfini bozmaya
yetmiyordu. Temizleyecekti çare yok. Kar değil, çığ olsa temizleyecekti güle
oynaya hem de… Yarım saat önde başlamıştı güne, hazırlanmaya bolca zamanı vardı.
Arabayı
çalıştırdı. Kar fırçasını çıkardı. Kapalı camdan sızan hafif bir müzik
eşliğinde neredeyse bir karışı bulan kar örtüsünden kısa zamanda ön ve arka camları
kurtarmayı başardı. Gerisi ısıtıcılara kalıyordu. Araba hareket etse birkaç
dakika içinde hepsi ayna gibi olurdu. Bu kadarını kendisi de beklemiyordu.
Demek ki telaş etmeyince bütün zorlukların üstesinden gelebiliyordu insan.
Birkaç
dakika içinde saçlarından paltosunun eteklerine kadar karla kaplanmış, kardan
adama dönmüştü. Gittikçe hızını artıran tipi temizlediği yerleri kısa zamanda
tekrar kapatıyordu. Uzun boyu sayesinde kısa zamanda camları kardan temizlemişti.
Isınan camlar yeni düşen karın tutunmasını engellemeye başlamıştı bile. Şimdilik
bu kadarı yetiyordu yola çıkmak için.
Bir
ara gözü dış kapıya kaydı. Deminden beri gözü sürekli oradaymış gibi geldi. Bu
yüzden kendi kendine söylendi bir süre. Böyle bir şeyin olmayacağı, hatta
olmaması gerektiği yönünde kendini ikna etmeye çalıştı. Bu arada Esra Hanım ile
aralarında birkaç adımlık bir mesafe kaldığının farkında bile değildi.
‘Kolay
gelsin Metin Bey.’
Sanki
bu ses Esra Hanım’a ait değildi de Olimpus dağından geliyordu. O kadar uzak ve
bir o kadar mistik. Karları eriten, buzları çözen bahar güneşi kadar sıcak ve
doğayı kış uykusundan uyandıran bahar rüzgarı kadar uyarıcı.
Metin
bir süre cevap verip vermeme noktasında kararsız kaldı. Neredeyse altı aydır
tek kelime konuşma geçmemişti aralarında. Komşu olmalarına karşın nasılsa bir
şekilde karşılaşmamayı başarmışlardı… Elbette komşuluk gereği Necla ile
görüşmeye devam etmişti Esra. Kişilik yapıları birbirine pek uymasa da bu durum
komşuluk yapmaya engel olacak bir şey değildi.
Bu
bir zeytin dalı mıydı yoksa mecburiyetin kaçınılmaz sonucu mu? Bu iki ihtimal
arasında gidip geliyordu Metin iç dünyasının fırtınalı karmaşasında. Bu arada
Esra yanından geçip gitmek üzereydi. Bakışlarının Esra üzerinde olduğunu fark ettiğinde
yüzünün kızardığını hissetti. Bu durum biraz olsun kendine gelmesini sağlamıştı.
Allah’tan Esra önüne bakıyordu. Yani şemsiyesinin altından öyle olduğunu tahmin
etti. Buna da şükretmesi gerektiğini düşündü. Düşmemek için Japone adımlarla
ağır ağır site kapısına doğru ilerliyordu. Metin büyük bir sıkıntıdan kurtulmuş
gibi derin bir nefes aldı. Şimdi biraz daha rahat hissediyordu kendini. Bu
arada cevap vermesi gerektiğini hatırladı ve fısıltı halinde birkaç kelime
döküldü dudaklarından:
‘Teşekkür
ederim, Esra Hanım. İyi sabahlar…’
Araba
yeteri kadar açılmıştı. Metin üzerini de silkeledikten sonra direksiyona geçti.
Alışkanlığının sevkiyle saatine göz attı. Yedi buçuğu gösteriyordu. Hava
muhalefeti olmasa yirmi dakikada varıyordu işine. Bugün de en fazlasından yarım
saat çekerdi yol. Yani telaşlanmaya sebep yoktu. Hem olsa ne olacaktı. Böyle
havalarda Ankara gibi bir yerde işe yarım saate kadar geç kalma payı
veriliyordu zaten.
Çok
geçmeden sitenin dışındaydı. Ankara’da ne kadar yağarsa yağsın ana arterlerin
kapandığı görülmemiştir. İhtimal şimdi de bundan farklı olmayacaktı. Trafik
ağırlaşırdı belki ama hepsi o kadar. Sadece ara yollarda sıkıntı oluyordu. Sert
hava şartlarında belediye her yere yetişemeyeceği için ana yollara öncelik
veriliyordu.
Üstelik
bugün okullar iki gün kar tatiline girmişti. Trafik akışı bu yüzden oldukça
seyrekti. Bu durum ara yolların kar yığınları altında kalmasına sebep
olabilirdi. Metin hızlı çalışan sileceklerin arasından puslu havada gözünü
yoldan ayırmadan pür dikkat ilerleme başladı. Bütün mesele site çıkışından
itibaren ana caddeye kadar yaklaşık üç beş yüz metreyi sağ salim geçmekteydi.
Gerisi kolaydı.
İvedik’e
bir çıksa, basıp gidecekti. Yaşadığı siteyle arası birkaç yüz metre ya vardı ya
yoktu. Hatalı park etmiş arabalar olmasa… ‘ Davarlar!’ diye söylendi kendi
kendine. Haksız da sayılmazdı. En azından bu bölge diğerlerine göre park
noktasında daha şanslıydı. Neredeyse bütün sitelerin kapalı otoparkı vardı. Eh,
bahçeleri desen yayla misali geniş ve ferahtı. O zaman ne halt yemeye yol
kenarına bırakıyorlardı arabalarını? Gerçekten de kar örtüsü ve tipi manzarasıyla
bütünleşince yol kenarındaki arabalar depremde terkedilmiş hissi uyandırıyordu
görende.
Neyse
bugün hiçbir şey keyfini bozamayacaktı. Nedenini bilmese de öyle hissediyordu
Metin. Evet yol biraz uzamıştı ama
dudaklarından dökülen ıslık sesine bakılırsa, neredeyse memnun kaldığına
hükmetmek bile mümkündü. ‘Ah bir ataş veeeer,
cigaraamı yaaakaayım.’ Bu arada gayrı ihtiyari eli ceket iç cebine gitti.
Paketten çıkardığı bir dal sigarayı dudaklarına götürmek üzereyken şarkının
bitmesini bekledi. ‘Sen salın geeel, ben boyuna baaakaayım…’ Bugün üzerinde bir
hal vardı ama ne? Zamanla bu durumu hayra yoramayacak aşamaya gelmişti.
Bir
ara yolun sağından santim santim ilerleyen Esra’ya takıldı gözü. Tipinin iyice
kısalttığı görüş mesafesi içinde önce gördüğünün Esra olup olmadığını
netleştirmeye çalıştı. Siteden epey uzaklaşmıştı. Minik adımlarla kısa zamanda
buraya kadar gelmiş olabilir miydi? Sigarayı şimdilik yakmaktan vazgeçti.
Göstergelerin önündeki boşluğa bıraktı. Cama doğru sokuldu. Ürkek nefesi camda
geometrik şekiller oluşturuyordu. Her şekil klimanın rüzgarıyla kısa zamanda
tekrar berraklaşıyor, ardından yeni bir şekil…
Evet
bu oydu. Esra… Omuzlarından aşağı doğru genişleyen krem rengi kabanıyla…
Metin
gördüğüne iyice emin olduktan sonra birkaç metre ileride durdu. Vakit kaybetmeden indi. Aralık kapıdan
tutunarak, karda düşmemek için azami gayret sarf eden Esra’ya seslendi:
Esra
Hanım!
Sesine
tereddütle karışık ürkek bir nezaketin ince tonu hakimdi. Bu yaptığının doğru
olup olmadığı noktasındaki endişesi her geçen saniye tereddüdünü biraz daha
artırıyordu. Ya bir çuval inciri berbat ederse… Bütün dikkati karda düşmemek
olan Esra, kendisine yöneltilen sesi hayal meyal işitmişti. Bir an duraklar
gibi oldu. Kendisine bile itiraf etmekte zorlandığı bir hisle bu sesi bekliyor
olmanın heyecanı bir çöl fırtınası gibi yüzüne yayılmaktaydı. Fakat cevap
veremedi.
‘Cüretimi
bağışlarsanız sizi işyerinize götürmek isterim. Bu havada yollarda perişan
olmanıza gönlüm razı olmaz…’
Sallana
sallana yağan kara ayak uyduran kısa adımları zamanı da ağırlaştırmıştı.
Saniyeler içinde hayal hanesinden geçenler dakikalara hatta saatlere sığmayacak
derece zor ve çetrefil şeylerdi. Üstelik anbean değişen duygularına hakim
olmakta zorlanıyordu Esra.
Hiç
tecrübesi olmadığı halde kırk yıllık amele gibi yere tükürerek nefretini göstermek
istiyordu. Kısa bir mücadeleden sonra kendisine yakışmayan, üstelik alışmadığı
böyle bir hareketten vazgeçmeyi başardı.
Esra
hafifçe dizlerini kırmak suretiyle birkaç derece eğilerek şemsiyenin izin
verdiği ölçüde kar yağışı arasında kendisine hitap eden sesi tanımaya çalıştı. Yoksa
tanıyordu da olaya tesadüf süsü vermek mi istiyordu? Buna kendisi de tam olarak
karar verememişti. Bütün dikkati yolda olduğu için tanıyamamış olmaya sığındı. Tipiyle
karışık sert esen rüzgar Metin’in dudaklarından birden ve hasbelkader dökülen
sözleri bilardo topları gibi dağıtmış ve anlaşılmaz kılmıştı. Yani öyle
olmasını umuyor ve içini rahatlatmak amacıyla bu bahaneyi kendisine kabul
ettirmeye çalışıyordu.
‘Esra
hanım…’
Bu
seferki çok daha içten ve derinden bir fısıltıyı andırıyordu.
Seyrelmekle
beraber etkisini hala sürdüren kar altında saçlarındaki ak miktarı gittikçe
artan Metin’di karşısındaki. Efsanelerden süzülen bir kahraman edasıyla Esra’yı
davet ediyordu bir kere daha. Sanki aralarında hiçbir şey yaşanmamış gibi… Gayet
rahat ve sakin görünüyordu. Aralarında geçen her neyse Esra da unutma
eğilimindeydi aslında. Onu çağırıyordu arabasına binmesi için. Hiç fena fikir
değildi bu havada ama… Özellikle karısından duydukları zihninden geçtikçe
geriye dönüp arkasına bile bakmadan geçip gitmek isteğine kapılıyordu. Çok
geçmeden kendisine bile itiraf etmekten çekindiği bir başka hissin etkisiyle
biraz daha ısrar etmesi halinde kabul etme olasılığı baş göstermeye başlad
En iyisi basıp gitmekti buradan. Kaçar
gibi, koşar adım. Ama yerler buz tutmuş olmalıydı. Kayıp düşme olasılığı hiç de
uzak bir olasılık değildi. Hem kaçacak ne vardı? Kafesinden kaçmış aç bir aslan
değildi sonuçta bu adam. Cezaevi firarisi azılı bir haydut da… Komşusu
Metin’di. Gündüz gözü ne yapabilirdi ki?
Bu
arada kendi kendine makul sebepler bulmaya çalışıyordu. Evet ne olabilirdi ki
gündüz vakti arabasına binerse? Sonuçta Kasımpaşa Canavarı değildi bu adam. İş
güç, ev bark sahibi, okumuş yazmış koskoca adamdı. Esra da kendisini korumaktan
aciz biri değildi hani… Üstelik günün orta yerinde… Sonra, sonra bu kışta
kıyamette kim görebilirdi, eğer özellikle kendisini takip etmiyorsa? ‘Yok
canım, o kadar uzun boylu değil…’ dedi omuzlarını silkerek. ‘Biz çalışanlar
bile bu vakitte yataktan sürünerek kalkarken…’
Birkaç
adım daha atmıştı ki o ses yine kulaklarını okşadı:
‘Esra
Hanım!..’
Esra
ıssızlığına karşın yol ortasında cereyan eden bu sürpriz seremoninin daha fazla
uzamasına izin vermedi. Asıl sıkıntı zamanı ayaküstü sündürmekteydi. Becerebilse
en doğrusu nezaketen bir teşekkür edip yoluna devam etmekti. Ne yazık ki bu
sefer şartlar kendi açısından son derece elverişsizdi. Soğuk ve tipi, cevap
verme durağında daha fazla beklememesini ihtar ediyordu Esra’ya. Yüzünü bıçak
gibi kesmek için atkısının arasından hamle üstüne hamle yapan rüzgar ile bir
karış önünü görmesine engel olmak için çırpınan tipi Metin’den yanaydılar. Çare
yoktu. Kararsız adımlarla arabaya yöneldi.
Tek kelime etmeden ve özellikle de göz göze gelmemeye azami dikkat ederek arabaya
attı kendini. En doğru seçenek buydu. Ayaküstü tartışıp milleti başına
toplamaktansa... Nasıl olsa bir yolunu bulup bir daha böyle bir teklifte
bulunmamasını altını çizerek ihtar ederdi.
Arabanın
içi dışarıyla kıyaslandığında hamam gibiydi. Kemikleri ısınmıştı birden. Bu
avuntuyla yaptığının masumane bir davranış olduğu noktasında kendisini
inandırmaya çalışıyordu. Gerçekten de bugün hava ne kadar da soğukmuş diye iç geçirdi.
Elbette bu böyle kuru kuruya olmazdı. Jestinden dolayı Metin’e teşekkür etmesi
gerektiğini düşünüyor fakat yanlış anlamasını istemediğinden bir türlü ilk
adımı atamıyordu. Kulağına çalınanlar bir kere daha şimşek hızıyla zihninde
geçit resmi yapmaya başlamıştı.
Güvensiz
biri olarak tanımıştı Metin’i. Mahalleden kulağına çalınanlar yüzünden böyle
düşünüyordu. Aslında duygularına kalsa sanıldığı kadar fena biri olmamalıydı
Metin. Bunu yüzündeki anlamdan çıkarıyordu. Doğru olup olmadığına tam anlamıyla
emin değildi dolayısıyla. Bugüne kadar bu konuda yanılmamış olmasına
güveniyordu.
Uzaktan
tanıdığı kadarıyla etliye sütlüye karışmayan biriydi. Dünyanın içinde ama
dünyadan uzak yaşardı. Biraz asosyal yaşıyordu. Bu özelliği etrafındakilere
güven veriyor olmalıydı. Dedikoduyu sevmez, böyle bir şeye malzeme olabilecek
hiçbir ayrıntıyla asla ilgilenmezdi. Özellikle yürürken dikkatini çekmişti
Esra’nın. Birçok abaza erkek gibi ağzı açık ayran budalası gibi etrafını taciz
etmezdi. Ama eğer dikkate değer bir şey görürse bakışları zırhı bile delecek
kadar güçlü biriydi. O bakışlara birkaç kez muhatap olmuş biri olarak yapıyordu
bu saptamayı. Belki bu yüzden komşularından duyduklarına pek itibar etmemişti. Çünkü
duydukları ile gördükleri birbiriyle pek örtüşmüyordu. Duyduklarının çoğunu
bizzat Necla söylediği halde... Yani kendi karısı…
İvedik
Metin’in tahminlerini yanıltmamıştı. Açıktı. Kaldırım kenarlarına unutulmuş
izlenimi veren kar yığınları sabahın erken saatlerinde karayolları ekiplerinin yol
açma çalışması yaptığını gösteriyordu. Yolda muhtemelen tuzla karışık bir
parmak kalınlığında buz tabakası olmakla beraber yol tahminlerinden çok daha
temiz sayılırdı. Doğrusu bu kadar açık olmasını beklemiyordu. Belki de
istemiyordu.
Metin
tedbiri elden bırakmayan biri olduğu için günler öncesinden kar lastiklerini
taktırmıştı. Yani neredeyse her zamanki vaktinde yetişmesi bile mümkündü iş
yerine. Ama hiç acele etmiyordu. Belli etmemeye dikkat ederek güya trafik
kurallarına uyduğu izlenimi veriyor, zamanı esnetiyordu. Bu arada Esra’nın fark
etmemesi için olabildiğince dikkatli davranıyor, korktuğunun başına gelmemesi
için elinden geleni yapıyordu. Kasten yaptığını fark ederse bir çuval inciri
berbat edebilirdi. Böyle bir sonucu doğrusu şimdilik gözü kesmiyordu. Onun için
tedbiri elden bırakmamaya insanüstü bir gayret sarf ediyordu.
‘Teşekkür ederim Metin Bey.’
Esra’nın
sesinde teşekkürün en alt seviyede manasını bile yansıtamayacak bir duygusuzluk
hakimdi. Henüz aralarındaki buzların erimediği belliydi. Bir mecburiyetin ifası
olduğu açıkça anlaşılıyordu. Metin bunun kendince ne anlama geldiğini bir süre yorumlamaya
çalıştı. Esra’nın davranışlarına yansıyan bu soğukluğun sebebi hakkındaki
olumsuz düşüncelerinin hala devam ettiği yönünde bir ihtar mı, yoksa geçmişi
unuttuğuna dair bir müjde miydi? Sonra
vazgeçti. Oluruna bıraktı.
Metin
hızla sağa sola savrulan sileceklerin arasından yolla ilgileniyormuş gibi cama
eğilerek aynı duygusuzlukla cevapladı:
‘Lütfen
Esra Hanım ne önemi var?’
Sonra
bu kadarını yeterli görmeyerek küçük bir ekleme daha yaptı:
‘Zaten
yolumuz aynı sayılır. Bu hava şartlarında benim yerimde kim olsa aynısını
yapardı.’
Evet aslında doğru söylüyordu. Yani en azından
aynı sitede yaşayanlar için, kim olsa aynı şeyi yapardı. Sarılması gereken
bahane bu olmalıydı. Üstelik Esra da yaptığını kendisine kabul ettirebilme
noktasında bu bahaneden medet umuyordu. Yaklaşık on dakika aralarında tek
kelime konuşma geçmedi. İkisi de ne söyleyeceklerini kestiremiyor, ilk sözü
söyleyen olmak istemiyordu. Özellikle Metin aylardan sonra aralarındaki
buzların çözülmeye başladığını sandığı bir anda istemeyerek de olsa bir hata
daha yaparak işin tekrar sarpa sarmasına sebep olmak istemiyordu.
Esra
pişmanlık dalgaları arasında kararsızlık nöbetleri geçirmekteydi. Selamlaşması
bir yana arabaya bile binmemesi gerektiğini düşünüyordu şimdi de. Bunu bir
taviz olarak görebilirdi Metin. Gerçi duygularına kulak verse öyle olmadığına
hükmederdi. Ama olsundu. Her şeye rağmen pişmandı. Bütün bunların Metin
tarafından verilen birer taviz olarak değerlendirme ihtimali canını sıkıyordu. Taviz
maviz vermemişti işte. Hava şartları yüzünden yapmıştı bu hatayı, eğer bu bir
hataysa… Elinden olmadan istemediği bir aile çatışmasının ortasında kalmak
istemiyordu açıkçası.
Kendi
kendine hesaplaşırken nedenini bilemediği bir heyecan dalgasının bedeninde
tatlı esintilerle dolaştığını sanması iyice bunalmasına sebep oluyordu. Bir ara
‘Durdur arabayı Metin Bey, inmek istiyorum!’ diye bağırmak geçti içinden. Durdurmasa
kendini kapıdan bile atmayı düşündü. Elini kapı koluna attı. Hatta bir ara derin
bir nefes aldı. Tam haykıracakken nasıl olduysa hakim oldu kendine.
Alnında
belirmeye başlayan ve kar beyazını yansıtan ışıltılı ıslaklık içindeki
sıkıntıyı gizlemeye engel oluyordu. Kabanının cebinden çıkardığı peçeteyle
belli etmemeye çalışarak alnını sildi. Metin de en azından Esra gibi onu yan
gözle sümekten geri durmadığı için durumu fark etmişti. Fakat sebebini yanlış
yorumlamıştı.
‘Üzerinizi
çıkarabilirsiniz Esra Hanım, eğer sıcak olduysa Ya da klimayı kapatabilirim…’
Esra
bu yorumun kendisi için bir anlık kurtuluş yolu olduğunu düşünerek yanındaki
adamın daha fazla kuşkulanmaması için kabanını çıkarmaya karar verdi. Bir ara telefonundan saate baktı. Ardından
narin parmaklarıyla buğulu camda oluşturduğu aralıktan kararsız bakışlarla
nerede olduğunu kestirmeye çalıştı.
Tüm
bu gereksiz hareketler yaşadığı bunalımı gizlemeye yönelikti. Amacına
ulaştığına hükmettikten sonra kabanının düğmelerini çözmeye başladı. Aynı sakin
hareketlerle biraz öne eğilerek yavaşça kurtuldu yükünden. Katlayıp kucağına
almayı denedi önce. Şemsiyeye rağmen az da olsa ıslanmıştı. Ortama yayılan nem kokusu da ayrıca kucağına
almamasını ihtar ediyordu. En iyisi arka koltuğa bırakmaktı. Yoksa çıkarmasa
daha mı iyi olacaktı? En azından apar topar inmek zorunda kalırsa… Neyse artık
olan olmuştu bir kere. Tam arkasına dönecekken aynı anda Metin de ani bir
hamleyle kabanı elinden alarak arka koltuğa yerleştirmek istedi.
Bir
an göz göze gelmişlerdi. Aralarındaki mesafe bir nefeslik var ya da yoktu. Esra
elini çabuk tutarak nezaket anaforunda istemediği mecralara sürüklenmemek için
ısrar etmedi. Birbirlerine bu kadar yakın durmaları uygun değildi. Metin’in
kabanını kolayca alması için üstelemedi. Bir an bakışları çakıştı. Metin o
birkaç saniyeye dakikaları hatta saatleri sığdırmayı başarmıştı. Neler
söylemiyordu o dilsiz ve dipsiz bakışlar neler… Dünyada kafa yormaya değer
hiçbir şey görmeyen Metin, doğanın bu en güzel armağanı karşısında bir anda
güneş görmüş buz gibi çözülmüştü.
Kızıla çalan siyah saçlar ve ince parlak
dudaklarında başlayıp çölde batan nehirler gibi yanaklarında kaybolan cezbedici
gölgeler ancak mitolojilerde görülebilecek bir Tanrıça havası veriyordu Esra’ya.
Omuz hizasına dökülen dalgalı koyu kızıl saçlarının arasında hüzünlü bir
ressamın elinden çıkmış hissi uyandıran küçük oval yüzü, bir kız çocuğununkinden
az iri, ince burnu ve dar alnıyla Metin’in gözünde bir kez daha ulaşılmazlığa
bürünmüştü Esra. Ve her şeyi göze alarak karşısındaki tarih öncesi ilaheleri
andıran Esra’ya sarılmamak için kendisini zor tutmuştu.
O
birkaç saniye içinde görmek istediği her şeyi görmüştü Metin. Belki yarısını
görmemiş de önceki gördüklerinden hafızasında kalan görüntü kırıntılarından
derleme yaparak tamamlamıştı. Gördüğü kan durduran manzara karşısında Metin
fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi sarsılmaya başlamıştı. Az daha bu şekilde
kalmakta ısrar etse karaya oturabilirdi. Bu ise yeni başlayan yakınlaşmalarını
belki bu sefer bir daha düzelemeyecek şekilde yok edebilirdi.
Bir
iki saniye, fazla değil biri iki saniye daha dursaydı Esra’nın ela gözlerinin
yörüngesinde boynuna sarılması, bir sülük gibi yapışması işten bile değildi.
Evet nasıl olduysa bir şekilde kendine hakim olmuş geri çekilmeyi başarmıştı. Koltuğa yaslanıp gözlerini yumarak devam
etmişti kaldığı yerden.
Aman
Tanrım, çekici bir kadından daha güzel ne olabilirdi şu dünyada? Güzel bir
kadının kokusu ve tadından mahrum yaşamak hayattayken cehennemi görmekten başka
ne olabilirdi? İlk çağlardan bu yana kadın ve erkeği birbirlerinden
uzaklaştırarak vahşileştiren ve birbirinin kanına girmesine sebep olan kuruntu
ve saplantılar yüzünden kendini cehenneme çevirdiği hayata mahkum eden insanlar
ne kadar ahmaktı. Üstelik bu arkaik
hatayı kendini evrenin en akıllısı ilan eden insan denen ahmak yapıyordu.
Kendisi
böyle değildi ama. Belki arkadaşlarını şaka yollu dediği gibi dünyalı da
değildi Metin. Hatta hiçbir zaman da olmamıştı. Kendini bir halt sandığı
üniversite yıllarındaki birkaç yılı saymazsak tabi… Hayatı cehenneme çevirmeyi
matah sanan insan denen ahmaklardan oluşan çevresine rağmen öyle olmamıştı,
olmayacaktı.
Metin
içinde yaşadığı alemin bütün güzelliklerinin farkındaydı. Aynı zamanda
insanların kendi kuruntularının eseri olan birtakım hurafelerle nasıl
kendilerini bin yıllardır bu güzelliklerden mahrum bıraktıklarının da... Ve bu
mahrumiyetin insanı nasıl bencilliğe, kıskançlığa ve savaşlara ittiğini, tarih
boyunca biri diğerinden saçma ve anlamsız ideoloji ve inançlarla nasıl
birbirinin kanına ekmek doğramak zorunda bıraktığını fark etmenin huzuruyla gözleri
kapalı Esra’nın boynunda geziniyordu ateşli dudakları.
İzin
verse ya da bir imkanını bulsa da ayaklarına kapansa… Aman Tanrım o nasıl bir
güzellik olurdu… Evet daha önce görmemişti yakından ama emindi muhteşem bir güzellikte
olduğuna. Çünkü Esra’dan bir parçaydı. Ondan olan her şey çok güzel olmalıydı.
İlk
fırsatta ayak parmaklarını öpmesine izin verse, uzun uzun onların kokusu ve
tadıyla avunsa… Sonra davet ettikçe yukarıya doğru uzansa... Bu sefer boynundan
başlasa öpmeye koklamaya. Sonra coştukça göğüslerine doğru çöl yağmuru gibi
aksa… Aşka susayan tenine düşen ter damlaları anında buharlaşırdı. Emindi buna.
Ama ya onun krem kokulu teni karşısında nasıl dayanacaktı?
Abaza
ameleler gibi saldırmak değildi niyeti. Amacı tek taraflı olarak kendisinden
hoşlanıp hoşlanmadığına emin olmadığı bir kadını entrika ile ayağına düşürmek
hiç değil... Karşılıklı olmalıydı. Aynı zamanda yavaş yavaş… Karşılıklı ve rıza
ile olmayan her şeyin tecavüz olduğuna inanıyordu.
Tarihsel
mirasın ve toplumsal dolduruşun etkisiyle zaman zaman benliğinin
derinliklerinden çıkarak üzerine hücum eden sorular karşısında sıkıntıya
düşmüyor değildi. Ama onu çevresindeki neredeyse bütün insanlardan ayıran ve
kadınların ökse otu gibi kendisine kapılmasına sebep olan harika ve karşı
konulmaz muhakeme yeteneği sayesinde kısa zamanda bu iç hesaplaşmasından
zaferle çıkmayı başarıyordu.
Acaba
aynı hisleri yanındaki kadın da hissediyor muydu? Aynı hislere sahip olması
için neleri feda edebilirdi bir bilse… Patika bile olsa böyle bir ihtimale
giden bir yol gördüğünü sanmıştı karşısındaki puslu ela bakışlarda. Bugüne kadar
bu konudaki hislerinde hiç yanılmamıştı. Bu sefer de yanılmış olabileceğine
ihtimal vermiyordu.
Eğer
daha önceki deneyimlerinde olduğu gibi karşısında utanma ile pişmanlık arasında
bocalayan nemli kirpikler arasında hayatı ve olayları tahlilde hata yapmamışsa;
böyle bir yol olduğunu düşünüyordu. Daha önce kimsenin bilmediği ve
kullanmadığı bir yol. Üzerinde belki akla hayale gelmeyecek tehlike ve
tehditleri barındıran gizemli bir yol… Hatta ürkek kelebekler gibi kırpışan
kirpiklerin sahibinin bile kendisine itiraf etmekte zorlandığı zorlu bir yol… Bütün
mesele bu yolsa o yola baş koymaya, revan olmaya cesaret edebilecek miydi
Metin? Yüreği yetecek miydi böyle bir maceraya daha atılmaya?
Kapalı
camlar arasında çıkış yolu bulamayan parfüm kokusu Metin’in iyice hayal
aleminde kaybolmasına sebep olmuştu. Bakışları genç bir kızınkini andıran ayaklarından
yukarı doğru avına yaklaşan bir kaplan sessizliğiyle süzüldü. Teniyle arasında
hava boşluğu bırakmayacak şekilde bacaklarına oturan gece rengi keten pantolonu
Esra’ya masallardan süzülüp gelen bir prenses cazibesi kazandırıyordu.
Beline
sarıldı. Kendine doğru çekebildiği kadar çekti. Başını dizlerine yasladı.
Üzerinde hiçbir şey yokmuş gibi kokusunu hissediyordu. Gözlerini yumdu. Hayal
içinde hayale daldı. Esra da boş durmuyor, parmakları bir kelebek hafifliğiyle Metin’in
saçları arasında geziniyordu.
Esra
bambaşka bir aleme dalmıştı. Pişmanlıkla şehvet arasında gidip geliyor, bedeni
şehvetin kavurucu gerilimleriyle pişmanlığın iliklerine kadar titreten buzdan dalgaları
arasında kendinden geçmişti. Ne olursa olsun bugün kabul etmemeliydi Metin’in
teklifini. Huylu huyundan vazgeçer miydi hiç?
Adam
hiç değişmemişti. Evet hiç. Ağzının payını verdiğinden beri köprünün altından o
kadar su akmasına karşın gözlerinde gizlemeye dahi gerek görmediği ateş
yalımlarında en ufak bir azalma yoktu. Azalma bir yana eskisinden çok daha
şiddetlenmişti sanki… Bakışlarındaki vahşete kesen açlık zorla oruç tutmak
zorunda kalmış bir inanırın mükellef bir sofra karşısındaki aşermesini
andırıyordu. Esra bir an korkudan nefesinin kesildiğini sandı.
Arada
bir başını yastığa koyduğunda aslında ona karşı ilgisiz olmadığını fark
etmişti. Fark etmişti ama mesele fark etmesinde değil kabullenememesindeydi. Böyle
bir şey olamazdı çünkü. Olmamalıydı. Nerede, ne zaman böyle bir şey olmuştu ki,
şimdi olsundu? Asıl mesele buydu zaten.
İkisi de evliydi. Sorunlu, yanlış ya da eksik de olsa evliydiler. Onlar için bu
defter çoktan kapanmıştı. Tekrar açılması gibi ihtimal de olamazdı.
Olmamalıydı.
Hatta
gereği yoktu. Sütten ağzı yananın yoğurt ile ayrı bir maceraya girmesinin bir
anlamı olmadığına inanıyordu. Evlilikte bulamadığını bir başkasına bağlanmakta
bulmasının mümkün olmayacağını anlamayacak kadar ahmak değildi. Sonuçta kırk
yaşına merdiven dayamış aklı başında, meslek ve kariyer sahibi bir kadındı. Evet
evlilik noktasında yaptığı hata yenilir yutulur cinsten değildi belki ama bu,
aynı hatanın tekrarı anlamına gelebilecek yeni bir maceraya girme anlamında
yorumlanamazdı.
Kocasının
öküzlüğünden ya da evliliğinin istediği gibi yürümemesinden filan değildi bu
fikri. Öyle olsa Metin’in bu kaleyi fethetmesi çok sürmezdi. Karanlık bir odada
kaybedilmiş bir yitik gibi görmese de hissetmişti bu ihtimali Metin’in ateş saçan
gözlerinden. Yakışıklı ve hoş bir adamdı. Ama onu asıl çekici kılan, aynı
zamanda en tavizsiz tarafı olan kadına olan düşkünlüğüydü. Kadına kadınlığını
nasıl hissettirdiğini, bu yüzden de onu terk edemediğini bizzat karısının
ağzından, Necla’dan işitmişti.
Bütün
ısrarlı direnişlerine karşın içinden sızan bir ses neden olmasın diyordu. Ama
çok geçmeden evli olduğunu üstelik sadece kendisi değil Metin Bey’in de evli olduğunu
bir kere daha hatırlayıp içsesini şiddetle bastırıyordu.
İşin
en kötü tarafı, yani Esra’nın elini kolunu bağlayan yanı Metin Bey’in
kişiliğindeki çekici özelliklerdi. Yani özellikle kadınların mumla aradığı bazı
özellikler vardır ya, işte bunlar Metin Bey’de fazlasıyla vardı. Siyaset
yapmaz, özellikle futbol olmak üzere, tarikat cemaat gibi herhangi bir sürüye
aidiyeti yoktu. Hatta herkesin yanında belli etmese de özellikle onun
anlayacağı şekilde üstü kapalı olarak söylediklerinden inançlarla da hiçbir
yakınlığı olmadığı anlaşılıyordu. Özellikle son özelliği Esra’nın ilgisini daha
çok çekiyordu.
Esra
dünya üzerindeki bütün inanç sistemlerinin kadını ikinci, hatta üçüncü sınıf
olarak gördüğünü daha kötüsü bazılarında insan yerine bile koymadığını
düşünüyordu. Bu yüzden de inançların hepsine karşıydı. Necla’dan farkı en çok
bu noktada toplanıyordu. Necla kendi inandıklarını doğru sandığı için hayatı
sadece kendine zehir etmekle kalmıyor, bazen Metin’e de kendi evini dar
ediyordu.
Metin
insanın özüydü. Belki insan da değildi. Bir uzaylıydı. Ona bu yakıştırmayı kim
yaptıysa Esra’nın çok hoşuna gitmişti. Hatta hoşa gitmekten öte, bu yoruma
yerden göğe kadar hak veriyordu.
Hiçbir
kalıba uymuyordu. Ama kalıba uymadıklarını söyleyenlerin bile bu düşüncelerini
izmlere bağladıkları sahtekar bir dünyada Metin tam bir özgürdü. Hiçbir inanç
ve ideoloji ona mantıklı gelmiyordu. Nihilistti ama nihilizme kapılmayacak
kadar. Çünkü insan bir gruba bağlandığı anda inanmadığını söylese de inanmaya
başlardı. İnanmamaya inanmak da, diğerleri gibi bir inançtı. İnanç bir yandan
kendi katı kurallarını oluşturmaya başlarken diğer yandan insan, çıkarlarını
füze bataryası gibi bu kurallar manzumesinin temellerine konuşlandırmaya
başlardı. Mesela burjuvaya karşı da olsa bağlandığı burjuva karşıtlığı zamanla yeni
bir burjuva sınıfını doğurur ve sömürüye karşı olduğunu söyleyerek sömürmeye
başlardı insan.
Bütün
bunlardan bazen hiçbir şey anlamıyordu Esra. Ama birkaç tecrübeden öteye
geçmese de birkaç aile ziyaretinde Metin ile sohbetten akıl almaz derecece
keyif almıştı. Anlamadığı halde inandığı için huzur bulan müminler gibi… Belki
biraz önce arabanın kapısına uzanan eli tutan bu duyguydu. Yoksa bir an için
gerçekten arabadan atlamayı bile geçirmişti aklından. Sonu ne olursa olsun
düşünmeden… Kendini ne kadar zorlasa olmuyordu. Ama hisleri, anlamadıklarının
hem kendisinin hem de insanlığın hayrına olduğunu ihtar ediyordu. Bu yetiyordu
ona fazlasıyla.
Metin’in
düşündüklerini normal bir insan düşünse aklını kaybedebilirdi. Onun sorgulayan
yapısıyla bu sahte dünyaya nasıl dayanabildiğini düşündüğünde ona ayrıca bir
kere daha hayran oluyordu. Ve şimdi anlıyordu aslında Metin’e olan ilginin
aslını. Aralarında bir yakınlaşma yaşanmışsa onun bu uçuk düşüncelerini
dinlemek içindi. Kendisi de hemen hemen aynı şeyleri düşünüyordu. Tek farkla
zaman zaman kapıldığı düşünce anaforunda başı dönüyor, ayakta durabilmek için kendine
mutlaka düşünce ve inançlarını destekleyen bir payanda arıyor, sonunda
buluyordu. Oysa Metin’in hiçbir payandaya ihtiyacı yoktu. İnanmadıklarını izme
bağlayarak ayrı bir inanç yaratmıyordu. Nihilistliği bile nihilizme karşıydı.
Aynı
mantıklı muhakemeyi hiç kimse değil, özgür düşündüğünü söyleyen ya da kendini
öyle sanan Esra bile becerememişti. Kendisini uçuk kaçık gören Esra... Onun
özgürlük dediği yolun sonunda yine Metin’in tabiriyle Marks Amca bekliyordu. Ve
boşa beklemiyordu tabi. Esra gibilerin inançlardan steril hale getirdiği
zihinlerine bir başka inancı aşılamak için… ‘Hıh!’ Dedi kendi kendine. ‘Ne kadar salaksın
be Esra!’ Bu arada kendisine burun kıvırdığını fark etti Esra. Evet ya, sonunda
bunu da becermişti ya… Ama hak ediyordu.
Nihilizmi
savunayım derken ateizmin ateşli bir savunucusu olarak yeni bir inanç
sisteminin etki alanına girmek zorunda kalıyordu özgür olduklarını sananlar. Kendisinin
bile fark etmekte zorlandığı bu ince ayrıntıyı, birkaç seferi geçmeyen komşu
sohbetlerinde yüzüne vurmaktan çekinmemişti Metin. Ama öyle başkaları gibi
rencide ederek filan değil. Metin düşünce sporu olarak gördüğü bu tür
sohbetlerde asla sesini yükseltmezdi. Ve bu özgüven inanılmaz bir karizma
katıyordu mavi bakışlarına.
Ankara
iklimi bazen İstanbul’dan geri kalmıyordu. Biraz önce Demet’te göz gözü
görmezken, Yenimahalle çıkışında tipinin etkisi azalmış, yol da açılmıştı.
Arabalar yağ gibi akıyordu yanlarından. Artık daha fazla idare edemeyeceğini
anlayan Metin, yapacak başka bir şey olmamanın çaresizliğiyle gaza yüklendi.