Mezardaydım. Soyutlamıştım herkesten kendimi. Saç sakal iç içe
girmişti. Yemeden içmeden kesilmiştim. Bir deri bir kemik kalmıştım. Ne
kimseyle görüşecek gücüm ne de biriyle dertleşecek dermanım kalmıştı. Diri diri
kendimi gömmüştüm.
Göğüm hep kapalıydı. Çiçeklerim hep soluktu. Ne bir eş vardı başımı
aynı yastığa koyduğum, ne de bir arkadaş vardı ekmeği ortasından bölüp
paylaştığım. Yaşamın kıyısında değildim, uçurumundaydım, en ucunda…
Bazen bir rüzgâr çıkar. Ufacık bir alevi yangına çevirir. Bazen bir
çiçek açar, kocaman bir çölü cennete benzetir. Bazen bir böcek uçar, yaşama
dair ümitleriniz tazelenir. Hepsi fark etmeden işaret olur başka bir şeye. Güneş
ışığı girer içeriye pencereden. Bir bebek ağlaması gelir. Yaşama dair herhangi
bir emare olur. İşte o mavilik sen oldun bana. Mezarımın üzerindeki toprağı
attın. Yaşama gülümsedim seninle. Kıştan bahara vasıl oldum. Karanlığın
hükümdarlığını delen bir ışık oldun, yalnızlığın paçavrasını üzerimden çekip
alan bir el oldun. Hüznümü bertaraf eden bir sihirli nefes oldun.
Her şey güllük gülistanlıktı o günlerde benim için. Bir ses insanı bu
kadar mı etkilerdi? Bir selam bu kadar mı cezbederdi bir adamı? Bir bakış bu
kadar içten mi vururdu? Ya o gülüşüne ne demeli? Sanırsınız ki kurşundur kalbe
değen. Ya yürüyüşüne… Kalbim var. Daha fazlasını kaldıramıyorum lütfen.
O bahar oldu ben de o bahara misafir bir kelebek oldum. O nereye çadır
kurduysa ben oraya kanat çırptım.
-Ömrüm. diyordum ona. Bu çok doğruydu çünkü. İkinci
kez doğmuş gibiydim onunla. İntiharın kıyısından dönmüştüm. Bu yaşamdaki tek gayemdi. Anlamıydı aşkımın.
- Sen gidersen bir gün ben
ölürüm. diyordum ona. Ben böyle deyince hiçbir şey olmaz gibi gülüyordu
bana.
-
Benden
önce her ne olursa olsun gitme, benden sonra git. diye yalvarıyordum ona
adeta.
Başına buyruktu.
Sağı solu belli olmazdı.
Esti mi kafasına çeker giderdi.
Mezardan yeni çıkmış bir ceset gibiydim. Yeni yeni şekil buluyordum.
Kanım damarlarımda dolaşmaya başlıyordu ve renk geliyordu yüzüme. Ciğerlerime taze
oksijen doluyor ve beni kendime getiriyordu. Kelimeleri doğru telaffuz etmeye
başlıyordum. Çiçeklerin kokusunu almaya, kuşların sesini işitmeye başlıyordum.
Hepsinin özünde o vardı, biliyordum.
Yaz yağmuru gibi geldi ve çorak gönlüme ferahlık kattı. Betondan bir
binanın en çiçekli ve renkli penceresiydim onunla. Kuşların eksik olmadığı… Güneşin
ve mavinin…
Benim özgürlüğümdü o. Sevincimdi. Aşkımdı. Onsuz taş duvara benzeyen
ömrüm, onunla yeniden neşvünema buluyordu. Onun güldüğünü güneşin doğuşundan
anlıyordum. Saçlarını dağıtıp salladığını rüzgârdan biliyordum. Kokusunu
bahçedeki bütün çiçeklerden… Beni mezarımdan çıkaran oydu. Tabutumun çivilerini
söken…
O, yaşamdı benim için. Kıyısına vurduğum… Gölgesine sığındığım…
Çocuklar gibi koşup oynadığım, hesapsız kitapsız sevdiğim…
Bir gün anlayamadım ne olduğunu ilk başta. İlk bakışta çözemedim
içimdeki huzursuzluğu, bahtsızlığa mana yükleyemedim, idrak edemedim can
sıkıntısını. Önce güneşim karardı. Kuşlarım uçtu başka diyarlara. Ağustostu. Sonra
rüzgâr kesildi. Ve en nihayetinde çiçeklerin hepsi sararıp soldu. Çekip aldı
ayak izlerini yaşadığım şehirden. Bakışını çekti gözlerimden. Gülüşünü sakladı
dağların ardına. Bir yabancı gibi gitti. Bir periymiş gibi kayboldu. İşte o an
kalbime derin bir sancı girdi, aklıma bir çivi saplandı. Canımı tel tel
kopardılar sanki. Kirpiklerim artık engel olamıyordu gözyaşlarıma. Canım çıkmak
istiyordu bedenimden. Ölüce bir hale girdim yeniden. Eskisinden daha beter
haldeydim. İstiyordum ki yerin yedi kat altına gireyim de kimseyi görmeyeyim,
duymayayım.
-
Beni
mezarıma geri götür. diye dua ediyordum. Çünkü ölüler hüznü yaşamaz hüznün
ta
kendisi
olur. Böyle işte, ömrünüzü uzatan da olur kısaltan da… Benim ömrüm birkaç haftalığına ya da aylığına
da olsa uzadı onunla. Bu yüzden müteşekkirim ona. Bir saniyesi binlerce güne
tekabül ediyordu bende, bir dakikası yüz binlerce güne, bir saati milyonlara…
Sevme bitince de mezarıma geri dönüyordum. İşte ben sevince böyle seviyordum.
Kimse suçlamasın benim yüzümden onu. Onu suçlarsanız sevemezsiniz.