-
Bir insan
başkasını nasıl sever bu kadar? diye sordu bana yanımda duran ve antik bir
Yunan tanrısı heykeli gibi duran adam.
-
Göğe
baktığında onun resmini görürcesine, suya baktığında hakeza… Hesapsız sever. Kitapsız. diye yanıtlayıverdim gayriihtiyari.
-
Ama
anlayamıyorum ya da bize nasip olmadığı için kabullenemiyorum bu sevmeyi.
-
Heybesi
kalbi olan bir adam oraya sadece sevgisini koyar ve bunu dağıtır. Ne bir
beklentisi vardır sevilmek için ne de bir ısrarı… Sevmesine bakar güzelce.
-
İyi de bu
dünya o dünya değil. Her türlü yalanın, çirkefin ve hilenin olduğu bir dünyada
anne sütü gibi tertemiz, apak ve günahsız bir sevme hangi kula nasip olabilir
ki?
Bir kuş sürüsü cıvıldayarak geçiyordu üzerimizden.
Bir çocuk bisiklet sürüyordu.
Bir kadın cam siliyordu.
Bir araba kornasına basıyordu.
Hayat bütün canlılığıyla akıyordu.
Bir ağaç çiçekleniyordu uzaktan uzağa.
Bir adam seviyordu salkım saçak.
Bir kadın saçının telinden ayağının ucuna kadar
seviliyordu. Bir ağacın çiçeğe bürünmesi, bir göğün maviye ve ayın suya
şavkıması gibi.
-
Her
kelimesinde o var. Onsuz cümlesi yok. Nasıl bir öznedir ki bir adamın tek
lügati olsun her kurduğu cümlede. Yok ya ben onun bu dünyadan olduğuna inanmam.
Kalmadı onun gibi seven, yoktur böylesi sevmek. Hem bunu hak edecek bir güzelin
de bu dünyada yaşıyor olacağına aklım ermez.
Bana şaşkın şaşkın bakıyordu ve ne söyleyeceğimi merak ediyordu.
İnanmışlık vardı bende.
Hep beklenmedik işlere imza atmıştım.
Olmadık işlere…
Akıl sır ermedik…
-
Onun adı
geçti mi bir mevzuda gözleri kocaman kocaman oluyor, sesi titriyor. Herkese,
her şeye kör oluyor, sağır kesiliyor. Bunu gördüm onda. Ellerimi salladım
gözlerinin önünde dikkati dağılsın da bize dönsün diye görmedi bile ellerimi.
Mahcup düştüm.
-
Başkasını
görmesine lüzum yok ki, duymasına… O göreceğini ve duyacağını duymuş, dünyanın
en güzel yüzüne ve en tatlı sesine müptela olmuş. Ne yapsın bir başkasını? Onun
dünyası o… Eğer dönecekse bu dünya onun etrafında dönmelidir. Doğacaksa güneş
onun için doğmalı…
İnsanlar nasıl da hasret kalmış harbiden sevilmeye.
Doyasıya özlenmeye…
İçten bir bakışa…
Kalbi bir nakışa…
Her şeyin para üzerine inşa edildiği, beden üzere
pazara çıkartıldığı ve makam mevki üzere irtibatlandırıldığı bir dünyada
masumca sevmek ulaşılmaz bir zirve gibi görünüyordu.
Kurşun yemiş gibiydi.
Acı çekiyordu.
Neden böyle sevemediğini ya da neden bu şekilde
sevilmediğini hesaplıyordu. Belki de
bütün şanını şöhretini, malını mülkünü bir kalemde uğruna heba edebilecek
birisinin hayalini kuruyordu.
-
İnsan
istedi mi tek bir kişiyi her iki cihanı kapsayacak şekilde de sever. İnsan
istedi mi sevdiği kişi taş da olsa onu kazanır, aşka mahpus da olsa onu özgür
kılar, kör de olsa ona ışık olur, sağır da olsa ses… Sen dünyaya başka gözlerle
bakarken o sadece onun için bakar.
Sen bir yola
çıktığında farklı amaçların olabilir o yolculuk için ama o sadece ona yolculuk
yapar.
-
Aklım
almıyor dostum, bir türlü idrak edemiyorum. Nasıl da iltihaplanmış idrak
yollarımız sevgisizlikten. Hercümerç olmuş hislerimiz, kalbimiz tarumar… Şunun
şurasında yaşadığımız ne ki? Onu da bitmek bilmeyen nefrete, sonu gelmeyen
hırsa ve dipsiz kuyulara benzeyen sevgisizliğe mahkûm diyoruz. Soluduğumuz havada yalnızlık var, içtiğimiz
suda bencillik, yediğimiz ekmekte acılık var. Ve sevdiğimizi zannettiğimiz her
şeyde sahtelik var! Sahteyiz biz her şeyimizle… Gözyaşlarımız bile sahte,
sancılarımız, çiçeklerimiz…
İsyanı vardı yaşadığı dünyaya.
Postasını koyuyordu sevdadan yana.
İyiliğe, güzelliğe ve sevgiye yelken
açıyordu.
Elimi omzuna koydum usulca.
-
Hani ona
bakıp da : ‘İnsan bir başkasını nasıl da sever bu kadar?’ demiştin ya işte
yarın da birileri bize bakıp bunu diyebilecek, inan bana.
İkimizde bu dakikadan sonra yüreğimizde ve aklımızda her ne
varsa bu dünyaya ait bir kenara koyduk ve büyük bir teslimiyet ve samimiyetle
kendimizi kayıtsız şartsız uğruna adayacağımız aşkımızı bulmaya yöneldik. Çünkü
safi bir aşkın, kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ve inanmışlığın verebileceği
bir mutluluğu hiçbir şey veremezdi insana.