Bir gençle bir dervişin hasbihâlleri…
-
Dikenler içinde
büyüyorum. dedi genç.
-
Kolay
olmasa gerek, dikenlerin bitiminde gül olmak var! diye yanıt verdi derviş.
-
Cam
kırıkları var yolumun üzerinde ve ben yalınayağım. diye devam etti genç.
-
Can
kırığı olmasın kâfi, iyileşmeyecek olan nedir bu dünyada?
-
Ama ben
yıldızları seyretmek istiyorum. dedi genç.
-
Çukurlara
düşmeden yürümeyi öğrendiğin gün zaten yıldızların arasında olursun. dedi derviş.
-
Ben
acılar içinde yüzüyorum.
-
Kurulandığın
vakit yüzündeki tebessümü hiçbir yerde bulamazsın. Bu yüzden acının
kıymetini bil. Acısı en çok olan yaranın
şifası da o kadar büyük olur.
Genç, dervişin bir damla değil derya olduğunu anladı. Ve aklına takılan
her şeyi sorması gerektiğini düşündü. Derviş onu yakasından tutmuş ve
sarsıyordu sanki: Hayatın düz bir çizgiden ibaret olduğunu zannedenler ölmüş de
haberleri yok. Zikzaklarıyla hayat güzeldir. İnişleri çıkışlarıyla… Gülüşleri
ve ağlayışlarıyla… Herkes 24 ayar mutluluk peşinde… Safi tebessümü arıyor. Kimse
elini taşın altına sokmak istemiyor. Her şey güzel olsun istiyor. Çilesini
çekmediğin bir şeyin zevkini nasıl çıkaracaksın? Zahmetine katlanmadığın bir
işin sefasını nasıl süreceksin? Genç, hayal âleminden uyanıp:
-
Mutlu
olmak istiyorum. Buna hakkım
olduğunu düşünüyorum. dedi.
-
Her şeyin
rabbinden sana geldiğini bilirsen mutluluk kadar mutsuzluğun da sana verilmiş
bir armağan olduğunu idrak edersin. Ve ona
göre hareket edersin.
-
Herkes
mutlu bir tek ben mutsuzum bu dünyada. Öyle düşünüyorum.
-
Herkesin
mutlu olduğu söylemi doğru değil. Herkes mutlu görünüyor. İçten içe ne
yağmurlar yağmakta, ne fırtınalar
kopmaktadır. Ne ıslanabilirsin başkasının bu içsel yağmurlarında ne de üşüyebilirsin
fırtınalarında.
-
Ağlamak
istiyorum ama ağlayamıyorum.
-
Vakti
geldiğinde döker yağmurlarını bulutların. Demek ki daha tam dolmamışlar,
yüklenmemişler dökeceğin yaşları.
Bir dağ dolusu hazine bulmuş gibiydi genç. Heybesini doldurabildiği
kadar doldurmak istiyordu. Kolay olsaydı eğer her şey o zaman hiçbir şeyin bir
kıymeti harbiyesi olmazdı. Ne doğan günün
bir manası olurdu Ne açan çiçeğin… Ne de öten kuşun… Alın teri bilinmezdi. Göz
nuru görülmezdi. Çekilen çileler anlam taşımazdı. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra
Yusuf peygamber oldu. Eyüp yaralar içinde kaldıktan sonra Eyüp peygamber oldu. Kays
çöle düştükten sonra Mecnun oldu. Tekrar soru faslına geçti.
-
Zengin değilim.
dedi genç.
-
Kör olan
birisinin zenginliği para mıdır yoksa güneşin batışını izlemek midir? Sağır
olan
birisinin zenginliği altın mıdır yoksa tatlı
bir melodiyi duymak mıdır? Ayakları olmayan birisinin zenginliği bir kır
bahçesinde yürümek midir yoksa çek senet midir?
Bu cevabın bütün sorularına nokta olacak bir cevap olduğunu anladı. Ve
genç, yavaş yavaş tefekkür etmeye başladı. Her soluk alışverişindeki şükrü
gördü. Hüznün altındaki mutluluğu… Kapkara ufkun ardındaki güneşi… Zehrin
içindeki panzehri… Ölümün içindeki yaşamı…
Dervişten önce tabutun içinde kendisi vardı, kendisinin içinde de sevdiği…
Şimdi ise saklı bir bahar var içinde,
baharın içinde de sevdiği…