Yıllar önce köylerde yaşam çiftçilik ve hayvancılık üzerine endekslenmiş, hayat da bu
çizgide uzun yıllar devam etmiştir. Zaman şartları, gelişen teknoloji bu geleneği
bozmuştur.
Köylerde
hayat şehre göre en az iki iki buçuk saat önce başlardı. Ahır, samanlık gibi
vs. işler bittikten sonra çocuklar okuluna; gençler de “mezerin başı” denilen
yere giderlerdi. Gençler burada o günün gözde oyunlarından biri olan ‘aşşık’
oynarlar vaktin nasıl geçtiğini bilmezlerdi.
Gençler, orta yaş
ve daha üzeri olanlar ise köyde bulunan birkaç kahveye gider vakit geçirmek
için çaylığına veya ortaya iddia girerse (yedirme, içirme gibi vs.) bunu çıkışmaya
‘üçlü, bülüm, atmış altı, pişti’ gibi kağıt oyunları bazıları da tavla, domino, kağıt
çekişme gibi oyunlar oynarlardı.
Kağıt
oyunları karşılıklı dört kişi arasında eşli oynanacak olursa bu işe en hevesli
Cingi oğlu Cemal’le kimse masaya oturup ortak oyun oynamaya yanaşmazdı. Çünkü
Cemal ortağına kaş-göz işareti yapar, bu da yetmezmiş gibi masanın altında olan
ayağının topuğuyla ortağının ayak parmaklarını ezercesine “şunu at, bunu
atma” gibi ikazlar yapar, eğer oyunda ola ki yenilirlerse ”hep senin yüzünden
yenildik, dediğimi yapmadın” diyerek mızıkçılık yapar, hesabı ödemekten kaytarmaya
çalışır, bu yüzden de ortağıyla hır çıkarırdı.
Köyün ’torun
torbaya’ karışmış yaşlıları da kahveye gitmeye utandıkları için köy odalarına, buldukları
gölgelik yerlerde, ya da namaz vaktinden önce gittikleri cami duvarı diplerinde
gelmişten-geçmişten ezana kadar laflayıp şaka yaparlar, namazdan sonra da
ara-sıra ‘gogu Halil’in küllemeç oyunlarına maruz kalırlardı.
Akşam olunca
da evlerine en yakın köy odalarına akın ederler, radyosu olanlardan ajans dinlerlerdi. Köye dışarıdan (başka
yerlerden) gelenler çerçi, yolcu, celepçi, düvenci, çelikçi gibileri köy odalarında misafir
olurlar, duyduklarını, bildiklerini orada anlatırlar, orada anlatılanları da can
kulağıyla dinleyip dağarcığında toparlarlar gittikleri başka yerlerde
anlatırlardı. Motorlu araçların çoğalmasıyla oda geleneği zamanla son buldu.
Oda açmak her babayiğidin harcı değildi, gelen
misafirlerin ağırlanması, yedirilip-içirilmesi, yatak-yorgan, yastık tedarik etmek
yetmezmiş gibi bir de yanında getirdikleri hayvanlarının ahırı, yemi, samanı, bir de
bunlara bakacak oda sahibinin oğlu, gelini, kızı, hanımı, yetmezse bunlara yardım
edecek yardımcılar. Oda sahibi demek ‘Ağa’ demekti. Şimdi bu ağaların esamesi
kalmadı. Sadece dilden dile dolanan rivayetleri kaldı.
Etem
ahır, samanlık işlerini bitirdikten sonra köpeği zor zor’la beraber usulen
bahçesine gider, orada yalancıktan biraz çalışır, yoldan gelip geçenlerin
selamını alır, yanına gelen olursa şuradan-buradan, gelmişten-geçmişten laf eder, eğer
geleni kafası sarmaz ise ”Eften-püften” bir bahaneyle başından sepetler, hemen
evine yakın olan emmi oğlu Hacı Nuru’nun Halil’in odasında soluğu alırdı. Halil
ile hem hem emmi uşağı, hem de arkadaş oldukları için
odaya girip çıkmaya ’el gibi çekinmez’, bu yüzden de rahat hareket ederdi. Nede olsa emmisinin konağı idi.
Halil odayı
genelde hep açık bulundurur eğer bir işi çıkarsa yada; köyünde veya başka
köylerde kırık-çıkık gibi insan yaralanmalarına tedaviye giderse o zaman
odasını güvendiği Etem'e emanet ederdi.
Halil
sınıkçılığının yanında odasında boşu boşuna oturup sıkılmak tansa tedariklediği
sülüksyon'la akraba ve komşularının o yıllarda birinci sınıf ayak giyeceği olan
mest ve onun lastikten ayakkabısını kimseden para, pul almadan tamir ederdi.
Hele
çocukların patlayan lastik toplarını tamir ederken onların keyif almalarına çok
sevinirdi. Bu yüzden oğlu Mehmet’in arkadaşı hiç eksik olmazdı.
Mehmet
Halil’in üçüncü oğluydu. Daha henüz yedi-sekiz yaşlarındaydı. Top yapıştırmaya
gelen arkadaşlarıyla odada oyun oynar onlar gidince de o odadan ayrılmazdı.
Babasının yada
misafirlerin bir yumuşu olursa üşenmeden hemen koşar, onu yerine getirir, orada
konuşulanları hayalinde canlandırır, bundan da büyük zevk alırdı. Oda iki
katlıydı. Mehmet her günkü gibi sedirde otururken yine sırtını yastığa dayamış, ayaklarını da
minderden boşluğa taşacak şekilde uzatmış, bir yandan elindeki keçeden yapılma topla
elden-ele, ya da duvardan duvara vurarak oynuyor, bir yandan da can kulağı ile odada kelime atlamaksızın konuşulanları dinliyordu.
Odaya ikindi
güneşi vurmuş, Mehmet pencere kenarında oturduğundan, bir yandan da
topla oynayıp hareket ettiğinden, ayrıca o gün için cemaatin çok olmasından dolayı oldukça terlemiş, bu yüzden da ağzı, dili
kurumuş, çok susamıştı.
Mehmed’in
oturduğu minderin bir iki metre uzağında giriş kapsının hemen ilerisinde bir boz
testi ve onun ağzını kapatmış vaziyette duran aliminyum kulplu bardak (tas) ışıl
ışıl parlıyordu. O gün için eringeçliği tutan Mehmet yerinden kalkıp ta bir bardak su
içmeye her nedense üşeniyordu. Birden gözleri, karşısında oturan Etem emmi’sine
takıldı. Emmisi kendisine sanki o an için Hızır Aleyhselam kesilmişti. Bütün cesaretini
toplayarak ”Emmi kalk ta bana bir bardak su ver, vallaha çok susadım” diyebildi.
Yılların Etemi
bu emir karşısında şaşırıp kalmıştı, birden ne diyeceğini bilemedi, sanki nutku durmuştu. Şimdi şu koca adam yerinden kalkacak ve el
kadar şuncacık çocuğa hizmet edecekti. Yok, yook Etem bu yükü asla kaldıramazdı. Yarın bu durum
ilerde odada bulunanlarca başına kakınç edilir, işin doğrusu el aleme 'madara' olurdu.