...
“İçimdeki öyle bir duygu
ki, verdiği iç sıkıntı da, gönlümü tatlı tatlı sarışı da peşimi bırakmıyordu.
Dilim bir türlü hüzün demeye de varmıyordu.
Hüznün de kendine göre belki bir güzelliği ve bir ağırbaşlılığı vardı.
Öyle bir bencil bir duygu ki, kendimden utanıyorum. Yürek yarasını duymuşluğum
olmuştu. Ama bu güne kadar onu tatmışlığım olmamıştı. Bir ipek kumaş gibi
yüreğimi sarıp sarmalıyor, beni diğerlerinden ayırıyor, içime buruk bir hoşluk
veriyordu.”
“Istırabım milyonlarca
hücreden oluşan bir beden gibi büyüyor, daha çok kendi kedisiyle besleniyor, bilinçaltımdaki
tüm dünyamı kaplıyordu. Her şey kendi yaşama biçimine göre belirleniyordu.
Olması gerekene ya da olabilecek olana değil de, yaşama ayak uydurmam
isteniyordu. Gerçeğin bilincinde olsam da, ısrarla, inatla ve sımsıkı onu sevme
düşünceme sarılıyordum.”
“Aklımla duygularımın
sayısız tartışması sonucu edindiğim sözüm ona bilgi döküntüleri bile, hiçbir
işime yaramıyordu. Aşkta tepetaklak olma korkusu, bende meydana getireceği
yıkımın boyutlarını hesaplayabilmem bile imkân dâhilinde görünmüyordu.”
“Her yemekten sonra hava
soğukta olsa balkona çıkıyor, havanın açık veya kapalı veya yağışlı olmasına
aldırmadan dakikalarca ufka bakıyordum. Aşkın çağrısıyla hayallerin
sonlanmadığı, sayısız ve sınırsız düş örüntülerinin peşinde sürükleniyordum. Ne
zaman sonra tamamen üşümüş olarak içeriye geri dönüyor, pek dikkat çekmeyecek
kendime kuytu bir yer arardım. Yatağıma uzandığımda kahırlanmaktan gözlerime
uyku girmezdi. Sonunda bitkin bir durumda, derin bir uykunun kollarına yuvarlanıveriyordum.
Acayip biri olup çıkmıştım. Zaman acı yüklü geçiyordu.”
“Hüzün diye söyleyince
ilk aklıma gam gelse de, gam hüzün gibi ince ve narin değil, o hüzünden daha
koyu ve daha ağırdı. Üzüntü ise daha çok
gelip geçici ve sıradanken, hüzünde varla yok arasında biraz rızanın vakuru,
biraz isyanın kendinde has hafif bir asaleti gizli gibiydi. Hüzün daha çok, uzaklara
aitken yakınlara hapsolmak, göz göre göre kaybedişe gülümsemek gibi bir şey
hissi veriyordu.”
“Galiba aşk bana göre bir
şey değildi. Daha çok ilaç almış gibi insanı sersemletiyor, gerçek hayattan
uzaklaştırıyor, insanı daha çok içine kapanmaya doğru sürüklüyordu. Daha çok
kaygan bir zeminde yürümeye, eğer kaygan zeminde yürüme beceriniz yoksa sık sık
düşmelere sebep olabiliyordu. Kendi payıma düşenden daha fazlasını istiyormuşum
gibi geliyordu. İnsanın gözündeki ışıltıyı, yüzündeki sevecen parıltıyı alıp
gidiyor, yerine durgun, sessiz, kendi kabuğuna çekilmiş, melankoli bir görüntü
verdiriyordu. Ben bağlanmak yerine özgür olmayı daha çok istiyordum.”
Deniz’in aşkı baltalayan
sözlerinde nefretin koyu gölgeleri dolaşıyor, eğreti bir gülüşün delişmen
tavırlarıyla Nihal’e yaklaşıyordu.
Deniz kendini erkekten
anlayan, onlarla ilişki kurmakta zorluk çekmeyen bir uzman gibi görüyordu.
Bazen erkeklerle olan aradaki mesafeyi tamamen kaldırıyor, sanki kendini bir
erkek gibi görüyordu. Bazen de en ufak bir tartışmada bir korkak gibi
sıvışıyor, birden bire onlardan uzaklaşabiliyordu. Gülümseyerek gelip yanıma
oturdu. Eli omuzuma değmişti.
“Kızım ne bu halin? Bir
erkek için kendini bu kadar harap etmeni anlayamıyorum. Beş aşağı beş yukarı
tüm erkekler aynıdır. Hem aşk denen şey de bir masaldan ibarettir. Masallar ise
tarihin sayfalarında kaldı. Dön ve kendine gel.”
“Ben zaten kendimdeyim.”
“Nedir o zaman bu halin?
“Ne varmış halimde?”
“Leyla gibisin?”
“Leyla olmakta ne varmış
ki?
“Ne yok ki!”
Deniz’in sözleri kulağına
çarpar çarpmaz buharlaşıp gidiyordu. Göreve çağrıldığında tüm dert ve
düşünceleri unutarak özgürleşiyordu.
“Üzüntü zehir gibidir.
İnsanı zehirlemekten başka bir şeye yaramaz.”
“Ben üzüntülü değilim!”
“Sevmemin belki güzel
yönleri vardır. Ama daha çok insanı eroin gibi bağımlı yapar. Normal değil,
anormal yapar. Dikkat et kızım. Aşk bizlere göre bir şey değil… Hayatı kendine
zehir etme… Hayatını yaşa!”
Konuşmaları yarım
kalmıştı. Kapı girişinden verilen talimat her şeyi bir kenara itmeye sebep
olmuştu. Bir saat içinde tüm hazırlıklar tamamlanmış, görev mahalline hareket
etmişlerdi.
…
Devamı var
...
Ant. 170220