Sıra arkadaşı Yaşar
vasatın altında; hele de Botanik dersinden çok zayıftı. Anlaştılar; o dersten
yazılı sınav olduğunda onun kağıdını Murat cevaplarken, isminin yazılı kağıt ise
onda olacaktı. Cevaplama işlemi bittikten sonra kağıtları değiştirip; kendi
sorularını yanıtlayacaktı. Geldi, çattı
o gün. Heyecan dorukta; alışkın olmadığı
bir fiildi. Arkadaşını kurtarma
düşüncesi ağır basmıştı. Öğrencilik işte !
Bir çırpıda tüm soruları eksiksiz
yanıtlamış ve kağıdını vermesini beklemeye başlamıştı. Ama nafile. “ - Tam
yap. 10 almalıyım” diye tutturdu. Bir türlü ikna olmuyordu, inattı. O ara hoca
beş dakikanın kaldığını söyleyince; zar zor kağıtı önünden aldı ve aceleyle
sadece bir sorunun bir şıkkını kağıdın ön kısmına yazmayı başarabildi. Alacağı not
2 den fazla olamazdı. Yaşar’ın kağıdı ise 10 luktu. Dışarıda iyi bir dayak attı
ona ve 2-3 ay küs kaldılar.
15 gün sonra imtihan sonuçlarını
okuyordu hoca. Numarası 136, arkadaşının ise 151 di. Numara sırasına göre ayağa
kaldırıp sonucu okuyordu. Numarası okunduğunda; utanarak doğruldu .”- Aferin evladım. Her zaman olduğu gibi yine 10!
“ dediğinde şok olmuş, inanamamıştı. Nasıl olurdu? Arkadaşı ise 8 almıştı.
Nereden kırdı, bir anlam verememişti yıllarca.
Bu olay ve nedenini yıllarca
merak etmişti. 12 yıl sonra hocaları Samsun Tarım Meslek Lisesine atandığında
ziyaretine gittiler. Bilahare; davet ettikleri yemekte, olayı anlattı ve işte o
zaman verdiği cevapla merakı izale oldu.” - Ne zaman yazılı kağıdını okusam,
hiç eksik olmazdı. Bu kadar tanıdıktan sonrası daha sonraları hiçbir kağıdını
okumadan ismini gördüğümde 10 verip bir kenara ayırırdım. Yaşar’ın kağıdı 10
luk olabilirdi. Ama bir bit yeniği vardır diye kırmışımdır 2 puanını” diye
yanıt vermişti.
Bu anının düşündürdükleri ortada işte! Tek
geçmek. Hayattaki Bankolarımız! Hepimizin hayatında, düşüncelerinde artık
sabitleşmiş oluşum ve fikirler yanı sıra tek geçtiğimiz neler, kimler vardır. Hepsini makul görmek, saygı duymak gerekir
elbette.
Baş
köşede gönül tahtına oturtmuş olduklarınız vardır hayatınızda.. Her şeyine
“evet” dediğiniz, her fiilini tartışmasız kabullendiğiniz! Dokunulmazlıkları vardır.
Laf söyletmeyiz kimselere. Siper ederiz kendimizi! Çünkü onlar
vazgeçilmezlerimiz, tek geçtiklerimiz, bankolarımızdır. Orada, doruktadırlar ya
bir kere; hatalarda olsa görmez, irdelemez, savunuruz.İşte fikri sabitlik. Bel bağladığınız; hayatınızı adadığınız o
bankolar ya tutmaz, yatarsa! Yıkılırsınız değil mi? İşte o! “- O doğrudur, bilir, yanlış yapmaz! “
Ayırın o tarafa. O hep en yüksek notu alandır. Ya fiili kağıdı ,yaptıkları boş
ve yanlışsa ? Hiç getirmeyiz aklımıza. Çünkü o bankomuzdur!
Hep öğretile geldi “Devlet Baba ”, ”. Devlet Ana .” diye çocukluğundan beri. Pek kavrayamamıştı bu lakaplar; ta ki Malatya Bölge Ziraat Okulu yatılı
sınavını kazanıp kayıt yaptırana dek
Aldılar imtihanı kazananları okula.
Giydirdiler, yedirdiler, içirdiler,
barındırlar, okuttular. İaşe, ibate vs. her şey bedava, cabadan. “-İşte bakın
bütün bunları size veren, yaşatan, okutan Devlet Baba ; babamız “dedi okul
müdürü ! O zaman anladı bu kavramın ne olduğunu ,on beş yaşlarında iken.
Sonra; ikinci sınıftaydı. Topladılar öğrencileri ,çıktı
Müdür Bey “ – Çocuklar yarın Reisicumhur’umuz okulumuza gelecektir.” dedi. Ne
yapmaları gerektiğini provalı olarak akşama kadar gösterdiler, tembihlediler,öğrettiler
.Malum teftiş öncesi şeyler.
Bir türlü uyku
tutmadı onu sabaha dek. Öyle ya devletimizin başı,”Devlet Baba” gelecekti. Ve o
an geldi çattı. Bir sürü siyah arabalar. Forslu uzunca bir arabanın kapısı
açıldı ve biri çıktı. Heybetli, dağ gibi idi. İşte o Reisicumhur Cevdet
Sunay’dı. Tek sıra halindeydiler. Baştan yürümeye başladı ve durdu yanında. Tarif
edemeyeceği müthiş bir heyecan sardı; titriyordu!
“- Merhaba evlat! “ sesini çok
zor duyabildi, kulakları uğulduyordu çünkü.
Elini uzattı ve tokalaştı. ”-sağ ol “ cevabını nasıl verebildi
hatırlayamadı. Yanağını, saçların ı okşadı.İşte devlet babanın eli,sevgisi,şefkatini
hissetti o an. Okul müdürüne onu sorduğunda;”
– Okulumuzun medar-ı iftiharı..Okulumuzun birincisi “ cevabını alınca; sırtını
okşadı ve yürümeye devam etti o vakur haliyle. O hep farklı düşünmüştü “devlet
baba” yı. Elleri vardı okşayan, dili vardı konuşan,gözleri vardı sevgiyle
bakan. Oda bizim gibi insandı işte. Rahatlamıştı. Dedesine çok benzetti. Tek
farkı dedesi gibi pala bıyıkları, elinde iri taşlı tesbihi ve fötr şapkasının
olmayışı idi.
O yine de; adaletini, şefkatini ve
merhametini özledi anne ve babasının.
Edebiyata çok
ilgi duyuyor, çeşitli deneme ve şiirlerle o dünyaya dalıp gidiyordu. Sosyal bir
çocuktu. Çeşitli etkinlikleri sunup şiirler okuyordu. Tiyatroya sevdalıydı
ayrıca. Kendine ait bir makaraya sarılmış
Ziraat Okulu 2.
sınıftayken, Öğretmen Okulu öğrencilerin içinde bir kıza takıldı kaldı, şehir
stadındaki 19 Mayıs Bayramı Töreni çalışmalarında. Bir sürü fotoğrafını çekti
çaktırmadan emanet aldığı fotoğraf makinesiyle. Çok etkilenmiş, neredeyse her gün
başlamıştı sayıklamaya. Unutamıyordu bir türlü; anlattı dururumu fark eden
arkadaşlarına. Tek çarenin kızla konuşmak olduğuna hükmettiler ve ona göre
başladılar plan yapmaya dört kafadar. Önemliydi elbette ilk görüşme; kibar ve
entel olduğunu göstermeliydi. Kıza en azından adını İngilizce sormasının
yerinde olacağını ve böylece entel havası yaratacağını düşündüler. Ama Murat,
bir kelime dahi bilmiyordu İngilizceden. “ - Nasıl soracağım adını İngilizce
olarak? “ dediğinde “ - Ay Lav Yu
!” cevabını aldı ve unutmadan kazıdı
aklına. Pusuya yattılar kızın evinin köşesinde ve bir süre sonra çıktı kız
yuvarlana yuvarlana. Kilolu ve kısa boylu biriydi. Gönül işte; akıl yoktu!
Atmaya başladı hızlıca yüreği Murat’ın; telaşla takıldı peşine. Arkasına baktı
bir ara, arkadaşlarının yakın takipte olduğunu görünce cesaretlenerek yaklaştı
kızın yanına ve öğretildiği gibi adını sordu “ – Ay lav yu “ der demez, kız “ –
terbiyesiz, utanmaz, ayıp be! “ diyerek tükürdü ona ve uzaklaştı. Bir teğmen
üniformalı delikanlının koluna girdi az ileride. Kalakalmıştı öylece, mahcup.
Kendilerini yerlere atmış kahkahalarla gülüyordu o muzip arkadaşları. Anlamadı
ilk anda tabi ki. İzahını yaptılar “ - sen ona adını sormadın, seni seviyorum!
“ dedin diye. Kafadan, daha selam bile vermeden kıza öyle dersen, hakaret ederler tabi insana
. O da başladı bu oyuna gülmeye katıla katıla. Gözlerinden yaşlar geliyordu
gülmekten. Unuttu gitti sonradan o kızı.
“ Hababam Sınıfı”
adlı eseri sahneye koyacaklardı son sınıfta. Sorumlu öğretmen yönetmen
yardımcısı olarak seçti onu ve Kel Mahmut rolünü verdi. Bir kaç ay sürdü provalar,
öğretim yılı sonu yaklaşmıştı. Eserin tuvalet sahnesinde öğrencileri sigara
içerken yakalıyordu müdür muavini Kel Mahmut. Ama sigaraları yoktu. Kendisini
daha önce tuvalette sigara içiyor şüphesiyle azarlayan İngilizce öğretmeni
Müdür Hüseyin Sinni’nin makam kapısını çaldı ve girdi içeriye. Çok sert bir
idareciydi. “ – Ne var? “ diye sordu sertçe ve Murat durumu anlatarak tiyatro
oyunu için sigara lazım olduğunu anlattı. Bir paket çamlıca sigarasını çıkardı
çekmeceden istemeyerekte olsa ona uzatırken “ – Artanını getir. Sigarayı da
içmeyin, içer gibi yapın! “ dedi. O ara Müdür’ün çakmağını da almayı ihmal
etmedi yani.
En önde yanında
kızıyla oturdu Müdür Bey ve başladı oyun. Her şey harikaydı. O söz konusu
tuvalet sahnesi gelmeden; arada üç beş sigara dağıttı rol arkadaşlarına.
Kapıların ardından yükselmeye başlamıştı sigara dumanları. Kel Mahmut aslında
sigara içmiyordu eserde; ama gıcığına çıkardı paketi yaktı bir sigara ve
keyifle üfledi müdürden tarafa. Hırsını almıştı. Oyun sonrası ayakta alkışladı
seyirciler ve sahneye gelen Müdür Bey’in kızı ona çiçek verip kucakladı, öptü.
Bu bir kız tarafından ilk öpülüşüydü. Meşhurlar gibi hissetti kendini.
Ertesi gün
çoğunun döküldüğü İngilizce dersinden kurtarma yazılısı yapacaktı Müdür Bey.
Bütün dersleri 10 olan Murat; onun insafına bırakmıştı kendisini. 2. sınıfta
iken, yanındaki arkadaşına bir soru sormuş ve o iki dilden cevap verir gibi
olmuştu. “ – Sen kalk bakalım yanındaki. Cevap ver !” bir şeyler mırıldanmıştı
aklınca. Ve müdür “- Yanındaki aptal İngilizce soruya; yarısı İngilizce yarısı
Fransızca cevap verdi alakasızca. Be geri zekâlı sen hangi dilden konuşuyorsun
?” diye azarladı ve tahtaya kafasını vurdu defalarca. Çok mahcup olmuş, sınıf
hayret ve şaşkınlık içinde izlemişti bu durumu. Olayı duyan diğer öğretmenlerin
müdür beye onu anlattıklarını ve sahip çıktıklarını sonradan öğrenecekti.
Müdür sınıfa
seslenerek “ – Dün akşam harika bir oyun seyrettik kızımla. Hele Kel Mahmut
rolündeki arkadaşınız muhteşemdi. İşte onun hatırına imtihan yapmaktan
vazgeçtim. Herkes benim dersimden geçti.” dediğinde alkışlar arasında önüne
gelen kucakladı öptü Kel Mahmut’u. Ne güzel şeydi o anlar. Müdür Bey o günden
sonra ne sigara paketini ne de çakmağı sormamıştı.
Samsun garına varmıştı saatler süren
yorucu tren yolculuğundan sonra. Karanlık çökmüş şehrin üstüne, yağmur
yağıyordu çise çise. Az ileride hareket etmeye hazır Terme Münübüsünü görünce
hızlandı.Yeterli parasının olmadığı gelmişti aklına. Ne yapacaktı? Muavine
uzattı kalan parasını, “- Bu kadar var. “ dedi çekinerek. Muavinin olmaz demesine imkan vermeden
işaret eden şoföre minnetle baktı, rahatlamıştı. Gecenin geç saatlerinde
Çarşamba’ya varmışlardı. Şehrin ışıkları yanmıyordu. Korktu. O kadar yolu
elinde bavulu ile nasıl yürüyecekti. Neyle karşılaşacağını bilememenin korkusu
çöktü üzerine. Durumunu fark eden dikkatli, iyiliksever şoför orada bekleyen
faytoncuya işaret ederek delikanlıyı evine götürmesini tembih ederken, ne kadar
olduğunu bilmediği miktarda ki ücretini bıraktı avucuna. Karşı taraftaki evine
doğru yol aldılar, o meşhur tarihi köprüyü geçerek. Heyecanlanmış, yüreği daha
hızlı çırpınmaya başlamıştı ailesine kavuşacağının sevinciyle. Nihayet aylar sonra
mesleki diploması bavulunda, kendisini kurtarıcı olarak bekleyen ailesine
kavuşmuştu. Birkaç defa vurdu ahşap kapıya yumruk yapıp ellerini. “ – Kim o?
“ diyen annesinin sesiyle daha da arttı
heyecanı. Sarıldılar uzunca sure aile fertleri. Bayram vardı evde. 5 erkek 7
kardeştiler. Ankara’da okuyordu ağabeyi. Anne, baba, dede ve 6 kardeş koskoca
bir aile. Bir köşede başı önde mahcupça oturuyordu babası. Elini öpüp
sarıldığında gözyaşlarını görünce “- Artık geldim bak . Ben varım Baba, üzülme.
İyi olacak her şey!“ dedi, baba ise suskundu.
Büyümüş adam
olmuş, sorumlu biri olduğunu düşünerek yattı mutfaktaki yer yatağına küçük
kardeşleriyle. Onlara sarıldı ve derin bir uykuya daldı. Bir başka keyifle
uyandı sabah. Birkaç lokma attı ağzına demli, taze çayla.