Ağabeyinin ve en küçük amcasına sünnet töreni hazırlığı vardı hummalı
hazırlıklar içinde. Fakirlik diz boyu, tören yeri evlerinin avlusu. Elbise, ayakkabı, gömlekler alınmıştı
onlara. Ne kadar güzeldiler. Avlunun bir köşesine çekilmiş; sünnet olacak kocaman ağabeyi ve amcasını, etrafta olup
bitenleri izliyordu ki babası elinden tutup götürdü eve. Apar topar o güzel beyaz gömlekten giydirdiler.
Uzuncaydı boyu. Babası “ - Hadi oğlum bak sende amcan ve ağabeyin gibi erkek olacaksın !“ dedi Murat’a. Hazır tören
varken son anda onu da katmışlardı merasime.
Sünnet ne bilmiyordu ki. O kadar sevinmişti, yeni gömlekle ortalıkta dolaşıp
şöyle bir tuhaf kollarını açarak yürümeyi. En son aldılar onu odaya. Ağabeyi ve amcası yatıyorlardı yatakta
gülerek. Kocaman çocuklardı onlar; 8 yaş vardı aralarında. Kirvesiydi babası ve
aldı kucağına, oturdu bir sandalyeye. Bir amca geldi yanlarına, kocaman siyah
çantasıyla. Adı sünnetçi Mahmut Efendi. İlk yalan ve aldatmayı o kocaman Adamda
yaşadı. Önüne eğildi ve “ - Yukarıya bak yavrum..Bak kuş uçuyor..Bak civciv
çıkıyor! “ dedi. Baktı bakmasına da ne
kuş vardı ne civciv. Ama olan olmuştu artık . Ağlama ve bağırma sesleri davul
zurna gürültüsünde güme gitti tabi ki.
Getirdiler; yatağın bir kenarına da yatırdılar. Kıvranıyor acıdan ve ağlıyordu
bağıra çağıra. Bir ara gözü diğer gazi sünnet arkadaşlarına ilişti. Rahat rahat
gülüyorlardı. Onlar şapkalarını yanlarına ters olarak koymuşlardı. Bir şeyler
koyuyorlardı gelen giden o şapkalara. Murat’ın şapkası yoktu galiba.
Unutamadığı tek şey yaşlı bir akraba teyzenin; acıdan yumruk halindeki elini
zorla açarak avucuna bir şey bıraktığı idi. O bırakılanın delikli bir para
olduğunu sonradan anladı avucunu açınca. Onu da dedesi aldı elinden kaybolmasın diye. Kısacası Murat’ın
sünneti ekstradan olmuştu işte.
Ayrı bir masraf yapılmamıştı. Ama hala düşünüp duruyordu o beyaz uzun gömlek nereden temin edilmişti birden? Birde üstüne üstlük bu masrafsız gazi
çocuğun masraflara katkısı bile olmuştu.
O dedesinin el koyduğu delikli para ne kadar ise o kadar işte. Ağabey ve amcası
iki gün sonra terk ettiler yatağı ve başladılar bahçede koşuşturmaya. O ise iki
hafta kalkamadı yataktan, bazı şeyler ters gitmiş kanaması geçmiyordu bir
türlü. O amca her gün gelip devam etmişti pansumana. Ne zaman gelse sünnet
mevsimi korkar Murat. Şuur altında geçmeyen bir iz bırakmıştı o kanlı ve acılı
anlar.
Evlerinin çok
yakınında bir camii vardı eski. Yolda ki
elektrik direği adeta yapışık gibiydi evin duvarına. Ezan sesine karışan köpeklerin ulumasıyla
açardı gözlerini her sabah. Başıboş ne
çok köpek vardı mahallesinde o zamanlar. Ezan sesine koro halinde eşlikle
uluduklarında çok korkar; bağırlarına sığınırdı ana ve babasının. Onların
" --korkma yavrum, onlar ezan sesinden kaçan şeytana, iblise uluyorlar.
Korkma! “ diyerek saçlarını okşayıp
sakinleştirmeye çalışırlardı. Sakinleştiğinde kalkar, elektrik direğindeki
sokak lambasının hafifçe aydınlattığı yola dikerdi gözlerini. Hiç birinde
kaçtıklarını söyledikleri şeytanı göremezdi nedense.
"- Oğlum taş atana ekmek at! " diye
nasihat ederdi babası. Ne zaman kavga etse hep taş atarlardı mahalledeki
çocuklar. Bir gün yine bir çocuk taş atmış ve kafasından kanlar akarken; eve
gitti koşarak. Her kişiye akşam
yemeklerinde bir parça olarak dağıtılan
çarşı ekmeklerinin annesi tarafından nereye saklandığını biliyordu Murat. Ekmek tenceresini açtı ve bayat ekmekleri topladı. Ona taş atan çocuğun
kafasına ekmekleri attı bir hışımla. O haylaz çocuklar ve komşu kadınlar kahkahalarla
gülüp alay ederlerdi. Neden güldüklerini babasına soramadı asla.
Yer sofrası kuruldu akşam. Yenmeye başlandı
yemekler. O ara annesi kalktı, çocuklarına dağıtmak üzere ekmek tenceresinin
kapağını açınca gördü boş olduğunu. Bağırdı şiddetle: “ – Ekmekleri kim yedi ?”
. Bir kahraman gibi cevap verdi Murat ! “ – Ben aldım. Bir çocuk taş atıp
kafamı yarınca, babamın tembih ettiği gibi ekmekleri alıp kafasına attım !”
Bayılmıştı terek dibinde annesinden yediği tekmeyle. Sarhoştu babası. Ona
anlattı olup biteni eşi. Adam güldü ve oğlunu karşısına alıp anlattı; bu veciz sözün anlamını.
Şeytanlar kaçıyor sandı. Mealini bilse de; her taşa, kötülüğe ekmek atan neslin bireyi oldu işte. Aptal, enayi yerine konuldu, alay edildi defalarca. Ne adam ya “ - vur eline, al ekmeği “ muamelesine layık görüldü hep. Neticeye baktığında; bu alışkanlık ve hasletinin hasadında ne şeytanlar kaçırabildi etrafından, ne de taş atan, çıkarına kullanan, egoist, zalimleri. Gaddar, iyi niyeti suiistimal edenleri bertaraf edemedi! Bakınız; yaşadığımız bu devirde her gün daha da
Çoğalmak ta şeytanlar ve
şeytan iki ayaklı yaratıklar, insan müsveddeleri ve de baş belası taş atanlar!
Çok düşkündü top oynamaya. Ama plâstikten
de olsa hiç olmamıştı topu. Oradan buradan topladıkları çimento torbalarına
şekil verip, yuvarlayarak bağlarlardı eski bez parçalarıyla. Kendi
imalatlarıydı kısacası. Vurup dururlardı çıplak ayaklarla dağılana kadar
mamullerine. Sonra yeni bir top yaparlardı, bu iş gece yarılarına kadar sürüp
giderdi. Fark etmezdi karanlığın çöktüğünü ve kan ter içinde eve döndüğünde
girerdi yataklarına hemen. Farkına varmazlardı çoğu zaman o kadar çocuk
bolluğunda.
Ne zaman bir yaramazlık yapsa; büyükleri
tarafından “ – Allah başına taş atar !” diye korkutularak büyüdü Murat. Ondan
olsa gerek ürkek ve korkak büyüyordu. Uslu, uysaldı. Bir gün adaya indi küçük
arkadaşlarıyla ve yüzmeye başladılar Yeşilırmak’ta. Sığdı su. Ayağa kalktığında
bir taş geldi başına, bayılmıştı. Çıkardılar onu sudan, yatırdılar kıyıya.
Kendine geldiğinde, ne zaman yaramazlık yaptığını düşündü yıllarca. Ona göre
taşı atan Allah’tı. Oysa o taş bir çocuk tarafından başkasına atılmış, kazaen
onun başına gelmişti.