Yorgun
kanatlarını kapatmıştı gece. Can veriyordu çiy damlaları yaprakların üstünde.
Kuşlar yeni bestelenen şarkılarını söylemeye başlamıştı bir ağızdan. Uyanıyordu
şehir derin uykusundan. Kimsesiz bebekler gibi ayak izleri doğuyordu
kaldırımlarda. Kurulan tezgâhların tahta ayakları eziyordu taşları semt
pazarında. Ümitleri besleyen emekçiler doldurmaya başlamıştı yavaş yavaş.
Azat
edileceği saatleri bekliyordu eski tezgâhta satılmak üzere dizilen eski
eşyalar. Alıcısını bekleyen antikalara inat temiz ve yeni bir örtü vardı
altlarında. Cansız da olsalar yaşıyorlardı, yaşatıyorlardı acı tatlı birçok
anıyı. Sadece görebilmek gerekirdi. Zaten müşterileri içinde görmesini
bilenleri bekliyorlardı onlar da.
Pazar
yeri yoğunlaşmaya başlamıştı artık, insanlar gelip geçiyorlardı, kimsenin
dikkatini çekmiyordu eskiler. Ta ki o gelene kadar.
Yaşının
çok üstünde yorgun bedeni sürünür gibi yürüyordu kaldırımda. Telaşlı insanların
bakmaya bile gerek duymadığı tezgâhın önünde durmuştu o. Belki de soluk almak
içindi duruşu. Derin derin nefes alıp veriyordu. Şehrin nemli ve sıcak havası
değil antikaların tozlu ve ölüm kokan havasıydı içine çektikleri. Kısık gözleri
kararmış kalın demir bir ütüye takıldı önce. Çocukluğundan hatırlıyordu o
ütüyü. Canavar gibi ağzını açıp, korlanmış kömür doldurur annesi ve okula
giderken siyah önlüğünü ütülerdi onunla. Aynısı değildi elbette ama benziyordu.
Ütü mırıldanır gibiydi; “ Bir terzinin elindeydim, kim bilir kaç kızın hayalini
okşadım kızgın tabanımla diyordu. Kaç duvağın kırışığını açtım, dokun bana
hissedeceksin.”
Porselen
nakışlı telefon öne geçip birden; “Kaldır ahizemi nice haberler ulaştırdım
insanların sevdiklerine, doğum haberleri verdim, sevgililerin sevgi sözlerini
ilettim duyacaksın.”
Tunç
semaver seslendi arkadan; “Semaya ver dedim, su verdi şehre, közlerimle
kaynatıp geri verdim semaya buhar olarak. Alışveriş yaptık yıllarca, o bana ben
ona. Düğünler gördüm davullu zurnalı, misafirlere ikramda bulundum. Yanıma gel
şen kahkahaları duyacaksın.”
İpek
ibrişimlerle işlenmiş mendiller, türkuaz vazolar, çeşmibülbüller ve diğerleri
hepsi bir ağızdan haykırıyorlardı sanki. Duyamaz olmuştu kadın, ayırt edemiyordu
sesleri. Arkada sessizce üst üste yığılmış kitapları gördü. Sararmıştı
yaprakları, yıpranmıştı kapakları. Onların söyleyecek sözleri yoktu, ya da
haykırmaya ihtiyaçları yoktu. Kapakları bir açılsa zaten her şeyi
okuyabilecekti insanlar. Tozlu raflarda kalmışlar, yorulmuşlardı.
Titreyen
elini uzattı kadın aradan bir kitap çekti. Tesadüf müydü bu, yıllardır severek
dinlediği bir şarkının adını taşıyordu. “Bir bahar Akşamı”. Çocukken evlerinde
pilli bir radyoları vardı, babası pili çabuk bitmesin diye yasak koymuştu,
açamıyordu çocuklar. Sadece sabahları türkü dinliyorlar, akşam haberleri
haberlerden sonra belki biraz rahatlamak için şarkıları. O zamanların en meşhur
şarkısıydı o. Nedense kadını o şarkı çok etkilemişti, belki de saygı dolu bir
aşk vardı, tutku yoktu, şehvet yoktu.
1963
yılında basılmış Fuat Edip Baksı’ya aitti. Mütevazı bir kapağı vardı. Açtı
biraz kırışmış, kenarları yıpranmış kapağını. Şairin imzasını taşıyan bir not
vardı ilk sayfada, “Değerli öğretmen arkadaşıma” diye. Demek ki bir öğretmene
aitti şiirler. Sayfaları karıştırdı, bestelenmiş şiirleri, rubaileri yer
almıştı kitapta. Bestelenen o şarkı sözü dışında aşina olduğu dizeler yoktu
içinde. Zaten şarkıyı bilse de şairinin adını hiç duymamıştı o güne kadar.
Haksızlıktı bu, şarkı kadar öne çıkmalıydı şiir de şairi de.
Elinde
sayfaları çevirirken bir mektup düştü içinden. Düzgün bir el yazısıyla
yazılmıştı. Bir kadına aitti. Kitabın adı gibi hürmet dolu ifadeler içeriyordu.
İstanbul’dan Ayrılıp İzmir’e yerleşen sevgiliye yazılmıştı. Özlem kokuyordu
cümleler buram buram. Pervasız dizelerle süslemişti mektubunu. Kim bilir
kaçıncı mektuptu ki “Neden cevap vermiyorsun? “ diye soruyordu. Sonunda vuslata
ermiş miydi bilinmez ama duru bir aşkın ayak izleri süslemişti sararmış kâğıdı.
Kadın
tezgâhtan aldığı kitabı göğsüne bastırdı, hissedebiliyordu, duyabiliyordu,
kitap kapağı açılınca haykırmıştı her şeyi. Belki kendisi de vardı içinde,
özledikleri, kaybettikleri, ulaşamadığı huzuru vardı, almalıydı bunu.
Yoksul
evinde birkaç öğün yiyeceği sebzeyi alacakken kitaba verdi tüm parasını.
Evdekiler kızacaklardı mutlaka ama o mutlu olmuştu birden, değmez miydi şimdi
her şeye.
Bir
bahar sabahıydı, göğsüne bastırdığı “Bir Bahar Akşamı” adlı kitapla
kaybettiğini sandığı anılarını da alıp yola koyuldu. Ağaçlardaki kuşlar şimdi
daha çok cıvıldıyorlardı, yüzünü yalıyordu ılık rüzgâr ve kalabalığı hiç
görmüyordu bile. Kitabı, anıları, özlemleri ile birlikte sürünürcesine
yürüyordu evine doğru…