Bu cümle tiyatro oyunumdan bir replik değil bu kez…
Gerçek hayattan…
Yaş aldıkça kendinizi hastalıklarınızı, şikâyetlerinizi, yapmak isteyip de yapamadıklarınızı anlatırken buluyorsunuz. Yoksa zamanında bana da denmişti: “Gençliğinin kıymetini bil!”
Bildik sandık, bilemedik, halen günümüzün kıymetini dahi bilemiyoruz.
Babam hal hatır soranlara “Allah bu günümüzü aratmasın,” der. Ben de uzun zamandır bu cümleyi kullanır oldum.
Bundan altı ay önce dizlerimin ağrısından dolayı sağlık ocağına gittim. Krem verdi, hap da yazdı; geçmedi. Ağrıyordu yürürken, şurası diyemeyeceğim, elimle gösteremeyeceğim bir ağrı. Geriliyor gibi.
Kremin geçireceğini düşünmekle hata ettim tabi. Sebebe odaklanmam lazımdı ben hemen çözüme ulaşmak istemiştim. Bu hatayı sık sık yaparım.
Bir ay sonra herkesin öve öve bitiremediği özel bir hastaneye gittim. Muayene parasını ödedim, doktorla görüştüm. O kadar detaylı soru sordu ki çoğuna “past” demek zorunda kaldım. Muayene etti, bir şey anlayamayınca:
“Bir emar isteyeceğim, bir de kan tahlili…” diyerek beni başka katlara yönlendirdi.
Kanı verdim, emara gidince de hem “bu gece şu saatte gel,” demelerinden bir de yüksek fiyattan dolayı o an vazgeçtim. Doktorun yanına kan sonuçlarıyla gidip durumu anlattım. Kan tahlili de pahalıydı ama emarın daha pahalı olduğunu söyledim. Gece gelmem de mümkün değil,” dedikten sonra:
“Siz bir krem yazın da gideyim ben,” dedim. Bu cümleden sonra muhabbetimiz hayat şartlarına kaydı. Dizim ağrıyordu.
Doktor Bey anlayışla karşıladı, kanımda düşük olan A’dan Z’ye hangi vitaminler varsa onlara ilaç yazdı. Hatta bir tanesi için bir hafta iğne vurulmam gerektiğini söyledi. Yerlerde imiş, aynı ben…
Kös kös eve geldim.
Ağrılar geçmeyip yeni ilaçları da bitirdikten sonra “neyse,” dedim kendime, “her zamanki gibi ben bildiğim hastaneye gideyim.” Seviyorum orayı. Alıştığım yerleri, sık oturduğum kafeleri, çok öptüğüm çocukları daha fazla severim ben. Orda da her şey paralı ama en azından evimize yakın.
Sıramı alıp yeni doktorumun odasının önüne geldim. Sıra gelince bir muayene de orda oldum. Dizimi ordan büküp ordan katladı, şurdan eğip burdan kırdı derken…
“İki emar istiyorum dedi,”
İki emar! Bir de değil! Demek ki burada da çekinmesem yakında üç emar istenecek!
Eh, ne yapalım, çektireceğiz.
Allah’tan bir emar çektirene ikincisi yarı yarıya kampanyası varmış.
Emardan sonra sonuçlar için birkaç gün bekledim, bir gün o güzeller güzeli sekreteri aradı:
“Doktor bey sizinle görüşmek istiyor, hastaneye gelebilir misiniz?” diye sordu. İyi de telefonda durumu konuşuruz demişti bana o gün….
“Kötü bir şey mi var yoksa?” diye sordum, zaten paniğim, yüreğime inecek!
“Yok yok telaşlanmayın, daha rahat anlatmak için,” dedi. Okul çıkışıydı, hemen gittim. Diz ağrılarım felaketti. İçerden çığlık sesi geliyordu. Göz bebeklerim korkuyla büyüdü. Merdivenleri yeni çıkmış nefes nefese kalmış, dizlerimi ağrıdan ovalayacak dermanı aramıyor olsam kapıyı kırıp “Ne oluyor burada?” diye olaya müdahale edeceğim, ama dedim ya… Cesaret meselesi değil yani, dermansızlık…
Odasına girer girmez gülerek:
“Doktor bey yaşayacak mıyım?” diye sordum.
“Evet, yaşayacaksınız, ama buna yaşamak denirse,” diyerek o da güldü. Sekreter bayan da öyle tatlı öyle candan ki -deli düğüne gitmiş burası bizim evden rahat demiş oturduğu yerden kalkmamış ya- o misal koltukta söyledikleri her şeye gülümseyerek cevap veriyorum.
Üç kişi arasında espriler uçuyor…
“Siz bu dizinizi böyle nasıl hor kullandınız? Kendinizi on sekiz yaşında mı sanıyorsunuz?”
“Ama daha kırk sekizimdeyim,”
“Menüsküs olmuşsunuz, dizinizde yırtık var,”
“Ne yani ben artık yırtık bir kadın mıyım?”
“Bundan sonra merdiven inip çıkmak, çömelmek, katlamak yok.”
“Ama ben anaokulu öğretmeniyim,”
“Şimdi eczaneden bir iğne alıp gelin diz kapağınıza vuracağız, bu dizle iyi yürümüşsünüz, sıvı kaybı var, şu var, bu var, o var… İlerde yürüyemez hale gelebilirsiniz!”
“Peki iğne acıtır mı?”
“Biraz önce çığlıkları duymuş muydunuz?”
“Evet.
“Onlar da o iğneden yaptırdı,”
“Doktor Bey şaka yapıyor hanımefendi, hem ben tutarım elinizi korkarsanız,” diye noktayı koydu güzel sekreter…
Bir de dizlik yazdı bana, “üç ay sonra gel, kan ayrıştırıp bölgeye enjekte edeceğiz,” dedi. İğneyi vurulduktan sonra aksayarak eve yürürken bir araba durdu yanımda. Sekreter kızmış meğer, sağ olsun evime kadar bıraktı, o dizle ne kadar az yürüsem iyiymiş.
Aradan günler geçti, o iğne ve dizlik epey rahatlattı beni. Eskisi gibi çimlerin arasında sekemesem de yürüyor, yemek pişiriyor, hatta bulaşıkları topluyordum. Merdiven işine de dikkat ettim bir süre. Bu süreçte engelli rampası olmayan mekânlara çok kızdım. Başımıza gelmez dediğimiz her şey geliyor günün birinde.
Üç ay geçti, dört ay geçti, ağrılar artmaya başladı, âmâ hiç gidip kan verip ayrıştırıp enjekte ettiresim olmadı.
Geçici çözümlerle uğraşma diyenler de oldu, yaptırıp faydasını görmeyenleri anlatanlar da, ameliyat derse sakın olmayın işe yaramıyor diyenler de… Herkesin dilinde aynı şey: Bamya tohumu. Bunlar damdan düşenlerin önerisi.
Dün aktara gittim, şu bamya tohumundan ben de alayım dedim. Millet övüp duruyor. Tek çare o diyorlar. Aktar bamya tohumu tartarken iki şurup gösterdi. Yabancı üniversitelerden yabancı isimlerle… Bamya tohumu hemen etki etmezmiş ama bu şuruplar hemen edermiş, çok güzel anlattı kız. Ama almadım, daha öncede bize bir sürü şurup satmışlığı ve işe yaramamışlığı vardı.
Bamya tohumunun hazırlanışını izledim. Ezin, bal katın, zeytinyağı ile karıştırın, günde bir tatlı kaşığı yiyin. Ufacık tohumlar, robotta çekmek mümkün değil, havanla ezsen kaçıyorlar, ama ben yine de çözüm bulup ezim ezim ezdim onları.
Karışımım hazır, bugün başladım, sanki biraz daha iyiyim, plasebo etkisi de olabilir, çaktırmayın.
Allah herkese şifa versin, ağrı nerdeyse canınız orda…
Diğer hastalıklarımı sonra anlatacağım, bıktırmayayım şimdiden… İnsan yaş aldıkça hastalık dinlemeye de alışıyor, haberiniz ola…
Bu aralar beni koşuya, engelli atlamaya, tempolu yürüyüşe çağırmayın.
Piknikte çekirdek yiyebilirim…