Toplu taşımayı seviyorum. “Topluca taşınıyoruz,” diye düşünüp pratik hissediyorum. Bir yazar olarak insanları gözlemeye de imkân sağlıyor. Neler görüyoruz ne hayatlar tanıyoruz birkaç cümleden akıl alır gibi değil… Genelde şoförün yan tarafına bir arkadaşı oturur sanayiden başladıkları konuşma, dövizden, siyasete uzanır. Fakat istisnalar da mevcut elbette...
“Kalabalıkta yalnız olma” hissini de bu taşıtları çok kullanan biri icat etmiş olmalı.
Geçenlerde bir dolmuşa bindim. Şoför tekli koltukta olduğundan arka tarafın çektiği işkenceden bihaber… Aldıkça alıyor, aldıkça alıyor. Sanırsın alan üç metre değil de on iki metrelik geniş salon.
Sanki dolmuş değil dolma biber, hepimiz pirinç tanesi gibiyiz, arada kırık pirinçler de var, kendimden biliyorum.
Önden arkaya herkes muavin zaten…
“Şuradan bir kişi uzatır mısınız?”
“Kaptan, sağ da inebilir miyim?”
“Abi ücret ne kadar?”
“Şuradan iki kişi!”
Ayakta durabilmek önceki çalışmalarımızın tecrübesinden… Yoksa mümkün değil… Domino taşları gibi düşeriz. Ani frenlerin haddi hesabı yok. Şoför o gün ya tersinden kalkmış ya da hep öyle bilemiyoruz. Oraya silah zoruyla oturtulmuş gibi bir hali var. Canı burnunda. Bir şeye çok kızmış olmalı, davranışlarının nedenini kimse bilmiyor.
Sağ eli tik olmuş adeta. İki saniye de bir elini yukarı kaldırıp “Hay Allah’ım, Ya Rabbim,” işareti yapıyor. Tabi bu cümleyle değil, kendince cümleleri var, dudağının kımıldamasından, kaşının gözünün ayrı oynamasından belli iyi şeyler olmadığı.
Önünden, yanından, ardından, çaprazından araba geçse, kırmızı ışık yansa, yeşil ışık göz kırpsa hep aynı… Dünyada her şey onu kızdırmak için davranıyor gibi bir kapris... Sanırsın hayrına çalışıyor.
Geç de kalmış, kornaya basarak, ralliye katılmış gibi trafiği alt üst ederek gidiyor. Herkes “Bismillah” çekiyor haliyle. En çok da yanında oturan lise çağlarında genç çocuğa üzüldüm. Adamdan gözünü ayıramayanlardandı ve çok korktuğu belliydi. Onu teselli etmek isterdim ama o kadar yakın değildim. Her zaman dolmuş içindeki yazıları okur imla hatası bulurdum bu sefer bakamadım bile. Can güvenliği diye bir şey var sonuçta.
Yanımdaki kadınla kâh birbirimizin gözüne bakarak kâh dualar okuyup üfleyerek dolaştığımız sokakların sonunda mahalleye girdiğimizde su şebekesinden dolayı değiştirilmekte olan bozuk yollarda da eli kolu dudakları çok yoruldu adamcağızın.
Kavga çıkarması, aşağıya inmesi an meselesi. İçerden kimse bulaşamıyor çünkü zaten sinirleri tepesinde. Dışardan dahi muhatap olmayı isteyen olmadı.
En son, dolmuştan inmeye çalışırken arabanın birden hareket etmesinden dolayı aşağıya atlamak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Toplu taşıma kullanıyorsanız; yüksek atlama, engelli koşu, dengede durabilme gibi büyük kas gelişiminiz için gerekli bütün sporlara da hakim oluyorsunuz.
Canını kurtaran seviniyor inince. Plakasını herkesin aldığından eminim.
Bazı meslekler diğerlerinden daha çok sabır ister, özellikle insan ile muhatap olunanlar…
Bu iş de öyle.
Yapamayacaksan başına geçmeyeceksin.
Her araba süren bu işi yapmamalı.
Sadece sabırlı olmak yetmez; kibar, kurallara uyan, insan hayatını önemseyen birileri yapmalı bu işi.
Yoksa doldurulan bu biberdeki pirinç taneleri, dağılmasın diye üzerine konulan ağır kapaklar gibi ezer canları.
Demem o ki: SEVDİĞİNİZ İŞİ YAPIN, kimse sizin kaprisini çekmek zorunda değil!