Yolda göz göze geldik.
Tanıdı beni, ben de onu. Aslında
hiç değişmemiş. Sadece yaş almış, yaşlanmış mı bilemedim. Gözümde hep aynı
Erkan O.
Kapının tokmağı hızlı hızlı
vurulmuştu o gün. Öğle saatleriydi. Anneannemin evinin dik ve dar
merdivenlerinden hızlıca inip, hayatı geçip tahta kapıyı araladım.
Erkan…
Renkli gözleri, orta boyu, zayıf
ve cılız bedeni ile karşımda. Ben de henüz on yedimde varım yokum. Kapıya gelen
misafire nasıl davranılacağını bilmiyor olmalıyım ki susakaldım. Hayatımda
belki de hiç kimseye böyle olumsuz bir misafirperverlik göstermemişimdir.
“Ben askere gidiyorum da…” dedi.
“İyi ne yapalım?” diye cevap
verdim.
Kalakaldı.
Bakakaldık.
Anneannemin elini öpüp
helalleşmek ve harçlık almak için geldiğini anladığımda çok geç olmuştu. Onun
evde olmadığını öğrenince çekip gitti.
“Nasılsın?”
“İyiyim, sen?”
“Ben de iyiyim. Bu şehirde bir
işim vardı da.”
“Ne güzel bir tesadüf oldu.”
“Çocuklar nasıl?”
“İyiler.”
“Seninkiler?”
“Onlar da iyi.”
İnkâr etsem de Erkan da çok
değişmiş. Bizi böyle değiştiren, büyüten, yaşattıklarıyla olgunlaştıran hayata
ne demeli bilmem.
Kısa konuştuk. Belki birkaç cümle
daha. İkimiz aynı anda iç çektik.
“Ne çektik be Erkan,” dedim.
“Öyle valla… Çok çektik, ” dedi.
Gözlerimiz doldu. Sarılıp
ağlayacak kimse olmaz da ayakta durmaya çalışırsın ya. Çalıştık. Biz bunu hayat
boyu hep yapmıştık zaten. Zorlanmadık. Hiç görüşmemiş olsak da
yaşadıklarımızdan birbirimizin haberi vardı. Daha dün askere giden Erkan torun
torba sahibi bir adam olmuştu. Bir kızı kalmış evlenecek. Boşandığını
duymuştum. Sorsam ayıp olur muydu ki?
“Şimdi küçük kızla mı yaşıyorsun?”
“Şimdilik öyle.”
Bir daha evlenmemiş demek ki. Ona
ve akrabalarına göre üç çocuğunun anası hayırsız çıkmıştı. Öyle duymuştum el
âlemden. Çocukları Erkan büyütüp ikisini evlendirmiş olmalı. Küçük kızdan
umutlu. Belki okurmuş.
“Boş ver, bekârlığın tadını
çıkar,” diyerek aklımca ağzını yokladım.
“On yedi yıl oldu,” dedi. “Nasip,
zaten artık güvenemiyorsun,” diye ekledi.
Kolay değil, sütten ağzı çok
yandı. Benim yaşadığım acıların büyüklüğünü bildiğinden olsa gerek hiç sormadı.
Geçip gittiğini sandığın ama hayatında hep bir travma olan anılar. Ne çabuk geçmiş
yıllar… Allah’tan ki dünya yalan, Allah’tan ki ölüm var. Allah’tan ki sonsuz
değil acılar…
Köyümüzün dar ve uçurumlu sokakları,
yıkık dökük evleri geldi gözümün önüne. Geçen bayram ortak akrabalarımızdan
köye uğrayanlar olduğunu konuştuk. Hasta olanlardan bahsettik. Aslında etrafımızda
güngörmüş, hayatın tadını çıkarmış, sağlığı iyi olan, yaşamaktan zevk alan
kimseler yoktu. Herkes yalan dünyanın imtihanlarıyla kavrulup yanmıştı. Yaşamak
için kimsenin bir hevesi yoktu. Toprağından mı suyundan mı bilmiyorum. Mutlu
olmayı beceremedik.
Ah Erkan… Ona karşı duygularıma
isim koyamadım, kendimden haberim mi yoktu? Gerçi kaç defa gördüm ki ömrümde? Beğeniyordum
gizlice. Seviyordum. İnsan yıllarca görmediği birini sevebilir mi? Yoksa sevgim
acıma duygusundan, kadersizliklerimizden, çaresizliklerimizden ortak
yaşantılarımızdan mıydı? Belki de o kapıyı açtığımda genç bir delikanlıya veda
için geldiğinde nasıl davranmam gerektiğini bilmediğimden kaynaklanan suçluluk
duygusundandı. Erkan iyi çocuktu. Ben de iyiydim. Sevgim insancaydı. Senaryoda
aklımca değişiklik yaptım birkaç saniye. Erkan’ın askere gideceği gün, kapıyı
açtığımda o anki saf duygularla ona âşık olsaydım belki de ondan habersiz asker
yolu bekleyecektim. Ancak gençliğin
kaldırabileceği bir hasrete gark olacaktım. Sonu olmayacak bir senaryo olduğunu
fark edip kendime geldim. Büyümüştüm.
O zayıf bedeni şimdilerde aldığı
kilolarla klasik erkek izlenimi verse de iki torun sahibi olduğuna inanamıyordum.
Beline bol gelen kahverengi kadife pantolonu kemerle sıktırmaktan küçük pileler
oluşmuş. Üzerinde de iki renkli kareli bir gömlek. Ütüsüz, gömleğin önüne
dökülenlerin mendille alelade silindiği belli. Gösterdiği fotoğrafa
bakışlarından torununa düşkünlüğü hissediliyordu. Ona göre de ben hiç
değişmemiştim. Gözlerin arka taraflarında o tanıdığın, bildiğin kişiyi
görüyorsun, her ne kadar bedenen değişse zihnen olgunlaşmış olsa da o da aynı
O. Erkan işte. Askere giderken mahcup olduğum Erkan.
Bir sessizlik oldu. Konuşacak çok
şey olup vaktin ve yerin müsait olmamasından kaynaklı bir sessizlik. Anlatacak iyi
bir şeylerin olmamasından kaynaklı bir sessizlik. Hayata karşı umudun
tükenmişliğine tanık eden bir sessizlik. Geçmişi değiştirememenin
çaresizliğinden gelen bir sessizlik. Geleceğe artık müdahale edemeyecek olmanın
kederinden oluşan bir sessizlik.
Etrafa baktık. Herkes bir
koşturmaca içinde. Kim bilir zihinlerde neler var halledilesi.
Şimdi vedalaşıp uzaklaşacağız,
kim bilir bir daha nerde ne şartta karşılaşacağız? Belki bir sonrakinde birimiz
diğerinin ölüm haberini alacak.
Arkamızı dönüp yoğun duygularla
uzaklaşırken nasıl bir tevafuk ise arayan Emine idi. Altı ayda bir arardı.
Vefalıydı. On yedi yıl olmuştu tanışalı. Yeni bir işe girmiş, sevinci sesinden
belli. Kızlarıyla görüştüğünü bilen az çok kişiden biriydim. Mor çatıda
tanışmıştık. Eşinden gördüğü şiddet nedeniyle kaburgalarında çatlaklar,
bedeninde morluklar vardı. Üç çocuğunu da bırakıp kaçtığını anlatırken siyaha
ramak kalmış gözaltlarına bile birikemeden akan gözyaşlarını en küçük kızının zıbınına
siliyor, kokladıkça daha çok ağlıyordu.
Çaresizlik tek taraflı değildi
aslında. Küçük kızının okuyamaya karar verdiğini söylerken heyecanlıydı.
Biliyorum demedim, diyemedim. Bazen bilmemek en iyisiydi.