Akıl, bilgi verilerini işleme
tabi tutan en yetkin güçtür
(İlyas
KAPLAN,İlahiyatçı,Araştırmacı,Yazar )
Varlıklar âlemi iki varlık türünden oluşur . Bu varlıklardan birincisi unsurlar, eserleri ve bunlardan oluşan üç sınıf varlık maden, bitki, hayvan gibi saf zatlardır. İkincisi bu zatların meydana getirdiği fiillerdir.
Bu fiiller, Allah’ın o canlılara vermiş olduğu güçle oluşur. Bu fiillerden bazıları, insanın yaptığı fiiller gibi düzenli, bazıları da hayvanların fiilleri gibi düzensizdir. Hayvanların algılaması ve kavrayışı yalnızca duyularla olduğu için onların fiillerinde düzen yoktur.
İnsan ise aklı sayesinde olaylardaki sebepler zincirini düzenli bir şekilde kavrayabilir. Bu da insanın fiillerinin düzenli olmasını sağlar. İnsanda akıl, ilk önce olaylar arasındaki düzeni kavrar, daha sonra bir şey gerçekleştirmek istediğinde önce onun sebebini düşünür.
Çünkü sebep (illet) önce, eser (malul) sonra gelir. Bazen sebep ya da o şeyin gerçekleşmesi için gereken şart, birden fazla olabilir bu sefer akıl bu sebepleri teker teker kavrayarak en üst sebebe ulaşır.
Olayı meydana getirmeye ise ulaştığı en son sebepten başlar. Örneğin; insan bir bina yapmak istese, düşüncesi ilk önce duvarlara, sonra çatıya en son temele yönelir. Daha sonra insan binayı yapmaya giriştiğinde işe en son düşündüğü şey olan temelden başlar.
Bu yüzden “son düşünülen şey ilk yapılan iş, son yapılan iş ilk düşünülen şeydir” denilmektedir. Burada, eylem ile düşünce arasındaki güçlü bir ilişkiden bahsetmektedir. Aklın dinî sorumluluğun ön şartı olduğunu belirtilir.
Akıl ruhun bir özelliğidir ve akıl demek insanda olması şart olan bilgiler demektir. İnsan, aklı sayesinde dünya işlerini ve ailesini idare edebilir. Allah işlerini yürütebilen ve düşünen akıl sahibi insanlardan bir takım sorumluluklar vermiştir. O, eğer aklını kaybederse tabiatına uygun olan mertebenin altına düşer ve bir hiç olur.
Dolayısıyla onu ahiretle ilgili hükümlerle mükellef kılmak yanlış olur. Bir an bile olsa insanın düşünmeden duramayacağını belirterek düşünme yeteneğini ilim ve sanatların kaynağı olarak görülmüştür.
Allah, insanı biri cismanî diğeri ise ruhanî olan iki ayrı varlık türünden yaratmıştır. İnsanın ruhanî parçasının dinî literatürde bazen akıl bazen ruh bazen bazen de nefs olarak isimlendirildiğini belirtir.
Bu kavramların insanın ruhanî tarafına işaret etmesine rağmen her birinin delalet ettiği başka manaların da mevcut olduğu görüşündedir. İnsanın ruhanî parçası olan nefs aynı anda idrakin, fikrin ve fiilin kaynağıdır. İnsan, birtakım idrak vasıtalarıyla eşyayı tanır. İdrak, kişinin kendi dışındaki şeylere karşı zihninde oluşan şuurdur.
Bu özellik, hayvanlar ve insanlarda bulunabilen bir özelliktir. İdrak iki türlüdür. Hayvanlar ve insanlar işitme, görme, koklama ve tatma gibi duyularla eşyayı tanırlar. Bu dış idraktir. Fakat insanda bunun yanında beş duyu ile tanıyamadığı şeyleri, akıl (fikir, düşünce) ile tanıma gücü vardır ki, bu da iç idraktir.
İç idrakin müşterek his, muhayyile, vahime, hafıza ve mütefekkire gibi kuvvetleri vardır. Müşterek his, dış duyuları içerir ve algılanan şeyleri olduğu gibi idrak eder. Muhayyile, duyulur bir nesneyi dış maddesinden soyutlayarak olduğu gibi algılayan bir kuvvettir.
Vahime, soyutlara ilişkin anlamları algılayan bir kuvvettir. Hafıza, tüm idrakleri kendisinde saklayan bir kuvvettir. Mütefekkire (fikir ve düşünebilme kabiliyeti) sayesinde ise insan, eşyanın sûretleri üzerinde analiz ve sentez yoluyla birtakım işlemlerde bulunur.
Hayvanların yalnızca duyular ve içgüdüyle hareket ettiğini, insanlarda ise buna ek olarak fikir ve irade gücünün olduğunu düşünmektedir. Allah’ın insan vücuduna sunduğu bir takım özel kuvvetler vardır.
Bu kuvvetlerin her biri yaratılışının ve kendi tabiatının gerektirdiği şeyi elde etmek ister. Buna göre aklın tabiatında fıtratının gereği olan ilim ve marifeti elde etme isteği mevcuttur.
Akıl bu isteğine ulaşmak için düşünceyi harekete geçirir. Akıl Allah’tan daha yüce ve daha mükemmel bir varlık olmadığını düşünerek en yüce kemal olan yaratıcını bilme isteği duyar.
O, hiçbir gevşeklik ve usanç hissetmeden birbiri ardınca gelen fikir ve tasavvurlarla Allah katındaki şeylere vakıf olmaya çalışır. Onun bu yöndeki hareketleri birbirini kuvvetlendirir.
Doğuştan boş, fakat bilgi kaydetmeye uygun nitelikte olan akıl, duyular sayesinde ilk yazılımları ve bilgi kayıtlarını kaydeder. Dış duyuların yaptığı bu işleme duyusal algı demiştir. Dış duyular, nesnenin sûretini maddî bağlantıları içerisinde algılarlar ve o şeyin yok olmasından sonra onu tanımlayamazlar. İşte bu noktada iç duyular devreye girer.
Bilgi edinme sürecinde gelen verilerin muhafaza edilip değerlendirilmesi bakımından, iç duyuların önemli bir yeri vardır. İşlevlerine göre dört bölüme ayrılan iç duyulardan ilki, ortak duyu’dur.
Bilginin oluşum sürecinde, dış duyular ile iç duyular arasında bir nevi çift yönlü köprü görevini üstlenen ortak duyu, bir yönüyle de duyulardan gelen ham bilgi verilerini algılanır hâle getirirken, diğer yönüyle dış duyulara duyulmama gücünü aktarır.
Diğer bir güç ise fizikî hiçbir uyaranın yardımı olmadan bilgiyi zihinde yeniden canlandırmayı sağlayan mütehayyile gücüdür. Mütehayyilenin en önemli icraatı da faal akılla iletişim kurabilmektir.
Bir tür anlama ve bilme gücü olan vehim ise daha çok hayvanlarda aktif ve fonksiyonel olarak kabul ettiği güçtür.
Vehim gücü, mütehayyiledeki algıları çerçevesinde iyiyi ve kötüyü yararlı ve zararlıyı bilebilir. Hafıza gücünü “vehmin idrak ettiği şeylerin toplandığı yer” olarak tanımlayan bu güç, bir nevi bilgilerin saklandığı bir depodur.
Hafıza gücünün bir görevi de sakladığı bu bilgileri düşünme gücü olan akıl istediğinde ona sunmasıdır. Bilgi edinme sürecinde duyulardan sonra devreye akıllar girer.
Akıl, duyulardan elde edilen bilgi verilerini işleme tabi tutan en yetkin güçtür.
İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır ki bunların her biri aklın özel bir türüne işaret eder. İlk derecesi temyizi akıl’dır ki bu akıl doğal olarak düzenlenen durumları kavrar. İnsan bu akıl sayesinde geçimini sağlayabilir, zararlı olan şeylerden sakınıp faydalı şeyleri bulabilir.
İkinci derecesi de tecrübî akıldır. Bu da insanın toplum içinde diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmasını sağlayan, toplumsal kuralları düzenleyen akıldır.
Üçüncü derece nazari akıl
olup, insanın belli bir konu hakkında bilgi ve düşüncelerini oluşturmasını
sağlayan akıldır. Bu aklın ulaşmak istediği son amaç, sebepleri ve tüm
özellikleriyle varlığı olduğu gibi kavramaktır.
Bu şekilde akıl kendi gerçeği konusunda olgunlaşır.
İlk İslâm filozofu el Kindî, aklı, faal akıl, bilkuvve akıl, bilfiil akıl, müstefad (kazanılmış) akıl ve beyanî (veya zahir) akıl şeklinde dört kısımda değerlendirmiştir.
Fârâbî, aklı, amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayırmıştır.
İbn Sînâ ise ilk İslâm filozofu Kindî’ye benzer bir ayrım yaparak aklı, bilkuvve, bilfiil, müstefad ve faal akıl şeklinde ayırmıştır.
İbn Rüşd (ö.1198), Fârâbî’ye benzer şekilde aklı, amelî ve nazarî akıl olmak üzere iki mertebede değerlendirmiştir.
İbn Haldun, bu konuda kendisinden önceki Aristoteles yorumcularından etkilenmişse de bilgi üretme sürecinde aklı, belli bir sıra düzeni içerisinde temyizi akıl, tecrübî ve nazari akıl şeklinde isimlendirerek oldukça özgün bir yaklaşım sergilemiştir.
Tecrübî Akıl ve Bu Aklın Meydana Gelişi
İnsanı, bireysel bir varlık olmasının yanında aynı zamanda toplumsal yönü de olan bir varlıktır. Toplum içinde yaşama ihtiyacı, insanın doğuştan gelen fıtrî bir özelliğidir.
İnsan için “O medenî bir varlıktır.” denmektedir. Burada medenî kelimesinden kastedilen şey, insanın şehirli oluşu değil, onun toplum içinde yaşayan bir varlık olmasıdır.
İnsan için toplum hayatının zorunlu olduğunu belirtmiştir.Gerçekten de insan, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için toplum içinde yaşamaya ve diğer canlılarla yardımlaşmaya ihtiyaç duyar.
Ancak insan, diğer insanlarla ilişkilerini sürdürürken arada bir bazı hususlarda anlaşmazlıklar çıkabilir ve bu durum kavgalara ve düşmanlıklara sebep olabilir. İnsan, kendisine aklının kazandırdığı düzenli fiiller sayesinde bu anlaşmazlıkları hayvanlardan farklı olarak çeşitli kurallarla çözme yoluna gidebilir.
O, yaşamında edindiği tecrübelerle tekrar yanlışa düşmekten sakınır ve hayatını öğrendiği doğrulara göre yönlendirir. İşte insan, bu tür özellikleriyle hayvanlardan farklı bir hâle gelir.
Her insan kapasitesi kadar insanlar arası ilişkilerinde elde ettiği tecrübelerle hayata dair bir şeyler öğrenir, iyi ve kötü hakkında bilgi edinir ve bu durum onda bir meleke (alışkanlık) hâline gelir.
Ancak Allah, bazı insanlara bu bilgiyi daha kısa sürede öğrenmesini sağlayacak şekilde kolaylık sağlar. İnsan, eğer büyüklerinin sözlerini dinler ve onların tecrübelerinden faydalanırsa bilgiyi daha çabuk elde eder, bilgiyi elde etme konusunda çok uzun zaman harcamak ve birçok sıkıntıya katlanmak zorunda kalmaz, kolayca öğrenir.
Bu konuda şöyle söylenir: “Babasının terbiye edemediği kimseyi zaman terbiye eder.” Bu sözle insanın büyüklerinin söz ve tavsiyelerine uymadığı zaman hayata dair her şeyi kendi tecrübeleriyle uzun bir sürede ve yaşayacağı birçok zahmetten sonra öğrenebileceği anlatılmaktadır.
İnsanın, düzenli fiillerinin ortaya çıkmasını sağlayan temyizi akıl’dan sonra gelen ve tecrübelerle kazanılan tecrübî akıl budur. En son da nazarî akıl gelir.
İlimler sosyal şartlarda gelişen tecrübî aklın mahsulleridir. Tabiatında bilgisiz olan insan, kazanma suretiyle bilgilidir. Bilgi a posterioridir, sonradan elde edilir.
Ancak realizme göre insan zihni boş bir levha gibidir, doğuştan hiçbir bilgisi yoktur.İdealizmde ise, idealar âleminden gelen ruh orada gördüklerini hatırlamaktadır.
İbn Haldun, İdealizmdeki gibi insanın doğuştan birtakım bilgiler getirdiğini düşünmez. Ona göre, doğuştan getirilen ideler yoktur. İbn Haldun, insanın doğuştan bilgi getirmediğini söylemekle de, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi İslâm filozoflarına ve Kur’ân-ı Kerim’deki bazı ayetlere uygun düşen bir görüş ortaya koymaktadır.
İnsanların ve Meleklerin Bilgisi
Varlıklar dünyasında üç âlem olduğundan söz etmektedir. Bunların birincisi, duyu organlarıyla idrak ettiğimiz maddî âlem yani duyular âlemi; ikincisi, tekvîn âlemi yani düşünce ile idrak ettiğimiz düşünceler âlemi; üçüncüsü de insanı birtakım hareketlere yönlendiren içindeki sesin kaynağı olan melekler ve ruhlar âlemidir.
Uyurken gördüğümüz rüyalar ve uyanıkken kalbe ilham gelmesi, bu son âlemin var olduğunun kanıtıdır. Ancak bu âlem, genel özellikleriyle bilinmesine karşın ayrıntıları konusunda kesin bir bilgi yoktur.
Dolayısıyla ruhanî varlıklar tecrübe sahamızın dışında olup, onların tabiatları tamamen meçhuldür. Bunlara ulaşılması ve hatta maddesi olmayan şeyler üzerinde aklın delil getirmesi mümkün değildir.
Bu âlemle ilgili ayrıntılı bilginin ancak dinî kaynaklardan elde edilebileceği görüşündedir. Ona göre, ruhanî varlıklar hakkında hüküm vermek için tek dayanağımız, kendi nefislerimizde özellikle mistik tecrübeyle birleşen batınî keşf şeklinde müşahede ettiğimiz şeye kıyastır.
Bu kıyaslamanın ötesinde söz konusu türdeki varlıkları tavsif ve tarif etme gücümüz yoktur. Ruhun idrakleri sınırlıdır.
Oysa bazı felsefeciler ,hem duyulur hem de duyular üstü hakikatin bilgisinin nazarî düşünce ve istidlâl vasıtasıyla mümkün olduğunu ve özellikle iman konularının vahyin yardımı olmadan bu vasıtalarla bilinebileceğini iddia ederler.
Fakat sırf aklî olduğu ifade edilen insanın bu nihaî mutluluğu vahiyden yardım almaksızın gerçekleşemez ve biz yalnızca akıl sayesinde bu âlemle ilgili bilgi sahibi olamayız.
En çok bilgi sahibi
olabildiğimiz âlem, beşer âlemidir. Çünkü bu âlem, hem cismanî hem de ruhanî
algılarımızla görüp şahit olduğumuz âlemdir.
Cismanî ve ruhanî (veya aklî) olmak üzere iki kısımdan meydana gelen insan, idrakin süjesi ruhanî cüz ile bazen cismanî objeleri beyin ve çeşitli duyu organları gibi cismanî organlar vasıtasıyla idrak ederken ruhanî objeleri doğrudan aracısız idrak eder.
Bu doğrudan idrak sırasında ruhani nefs en yüksek zevki tadar. Bu zevke akıl yürütme yoluyla değil, duyuların tamamen aşıldığı ve duyu organlarının terk edildiği mistik tecrübe yoluyla ulaşılır.
Bu konuda Gazzalî’nin yaklaşımı şöyledir . Ona göre insanın en üstün özelliği olan aklın kavrayışı sınırlıdır ve o bazı alanlarda aklın idrak gücü zayıf kalmaktadır.
Meşşâî filozofların akıl sayesinde ruhanî âlem ile ilgili bilgi sahibi olabileceğimiz ve gerçek mutluluğu bu dünyada elde edebileceğimiz konusundaki görüşlerinin aksine ,Gazzali ,aklın böyle bir bilgiye sahip olamayacağını ve gerçek mutluluğa bu dünyada ulaşılamayacağını savunmuştur.
Beşer âleminde insanların cismanî varlıkları hayvanlarla, ruhanî varlıkları da meleklerle ortaktır, yani aynı cinstendir.
Melekler ise, zat olarak saf akıl durumunda olan ruhanî varlıklardır. Onlarda düşünce, düşünen ve düşünülen birdir.
Dolayısıyla meleklerin ilmi, hatasız ve eksiksizdir. İnsanların ilmi ise sonradan elde edilen (mükteseb) bir ilimdir.
Başlangıçta boş bir cevherden ibaret olan nefs, varlığa ait suretleri yavaş yavaş alarak elbise gibi giyinir. İnsan, sûretleri elde ettikçe, yani bilgi sahibi oldukça kendini geliştirir ki bu durum onun ölümüne kadar devam eder.
Dolayısıyla insan, yaratılışı itibariyle cahil, kesb itibariyle de âlimdir.
Ancak insan bazen bilgiyi elde ederken bilinen akıl yürütme yollarını kullanmadan bilgi kalbine ilka olur. Ona bilginin perdesi açılır. Bu perdenin açılması ise yalnızca üç şey ile olur. Birincisi namaz kılmak, ikincisi oruç tutmak, üçüncüsü ise ihlas ve samimiyetle Allah’a yönelmekle gerçekleşir.
Peygamberlerin Bilgisi
İnsanların üç kısma ayrılır.Birinci kısım hissi ve düşüncesi maddi âlemin ötesine geçemez. İkinci kısım, bâtınî müşahede ve vicdan denilen bir idrak vasıtasıyla gayb âlemine ulaşabilir. Onlar din ilimlerinde âlim olanlar ve Rabbanî irfana sahip olan velilerdir.
Üçüncü kısım bedenî ve cismanî varlıktan sıyrılma ve melekler âlemine yükselme kabiliyetine yaratılıştan sahip olanlardır. Bunlar resul ve nebi ismi verilen peygamberlerdir.
Peygamberler, şehvet, öfke gibi bedenî hallerden uzak duran, Allah’a ibadet ve onu zikretme gibi davranışlara yönelen, insanları Allah’ın yoluna çağıran kimselerdir.
Onların bilgilerinde küçük de olsa bir yanılma ve hata yoktur. Bilgileri görülüp, şahit olunan açık seçik bir bilgidir. Peygamberlerin meleklerle iletişimi sırasında gayb perdesi ortadan kalktığı için onların bilgileri gerçeğe uygundur.
Peygamberlerin meleklerle olan bu iletişimi onların beşerî âlemden ruhanî âleme geçişi (insanlıktan melekliğe geçiş) olarak yorumlanmıştır.
İçinde maden, bitki ve hayvanların bulunduğu maddî ve cismanî âlem, içinde insanların bulunduğu beşerî âlem ve içinde melekler ve diğer ruhanî varlıkların bulunduğu ruhanî âlem gibi türlerden oluşan varlıklar âleminin tüm varlıkları yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru bir düzen içerisinde sıralanır.
Ve her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir.
İnsanda bir anlık da olsa insanî özelliklerinden sıyrılıp melek olma özelliği vardır. Peygamberler böyle bir özelliğe sahiptir.
İbn Haldun ,Peygamberlik ve vahiy ve yaratılışı tedricî bir sürece bağlanmıştır. Elementlerden meydana gelen varlıkların, madenlerden başlayarak aşamalı bir şekilde ortaya çıktığını belirtir. Ancak o, bunu canlı türleri arasındaki yakınlığı anlatmak, canlıları benzer özelliklerine göre gruplandırmak için de yapmış olabilir.
Onun bu görüşlerinde evrimi savunduğunu düşünenler varsa da İbn Haldun’da bunun tam olarak bir çoğalma yasası olup olmadığı meçhuldür.Bu ilmî bir nazariye değil, yalnızca onun derin bir sezgisinden ibarettir.
Çünkü dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur ki, varlıkları sıralayarak meleğe kadar gelen İbn Haldun burada durmakta ve melekle ulûhiyetin çeşitli mertebeleri arasında herhangi bir inkilap, ittihat ve ittisal olayına eserlerinde yer vermemektedir. Bu düşünce vahdet-i vücuda yakın bir görüş olmasına rağmen İbn Haldun gerçekte bu anlayışa karşıdır.
Ona göre vahdet-i vücud, yabancı kaynaklardan gelerek daha sonra İslâm medeniyeti içerisinde İslâmî bir şekil almış olan bir görüştür.
Aristoteles ve onu yorumlayan birçok İslâm filozofu gibi İbn Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya doğru belli bir düzene göre sıralamış, yine filozoflara benzer bir şekilde her varlık sınıfını ruhanî âlem, cismanî âlem gibi ayrı bir âlemin içine yerleştirmiştir.
İbn Haldun, her bir âlemin en üst seviyesindeki varlığın bir sonraki âlemle bağlantısı olduğunu belirtmektedir. Aynı görüşün Türk İslam düşünürü İbn Sînâ’da da var olduğunu görmekteyiz.
İbn Sînâ’ya göre, örneğin, yeryüzünde aklın tek sahibi olan insan, taşıdığı nefs-i natıka ve onun kuvvesi, nazarî akılla meleklere bağlanırken diğer iki nefsi, bitkisel ve hayvansal ile de madde dünyasına bağlanır.
Yine İbn Sînâ’ya göre en mükemmel insan, aklı faal olarak en zirvede olan peygamberlerdir. Çünkü onlar sahip oldukları bu akıl sayesinde Allah’ın kelâmını işitir ve meleklerini müşahede eder.
İbn Sînâ’nın anlayışında hem normal insan hem de peygamber için faal akıl, bilginin ve vahyin kaynağıdır. Ancak normal insanın faal akıldan bu bilgiyi alabilmesi için önce duyu verileri üzerinde zihnini yorması gerekir, peygamber ise bunların hiçbirine gerek duymadan sahip olduğu hads (ilâhî feyz, ilham) ile bilgiyi kısa zamanda aniden ve doğrudan alır.
Ayrıca peygamber, faal akılla sürekli ilişki içinde olduğundan aldığı bilgi düzenli, toplu bir bilgidir.
İbn Haldun’un bazı insanların bilgiyi elde ederken birtakım akıl yürütme yollarını kullanmadan kalbine ilka olur demesi, İbn Sînâ’nın peygamberlerin bir özelliği olarak gösterdiği hads kavramıyla örtüşmektedir. Çünkü hads olayında da gayb perdesi ortadan kalkmakta ve kişi bilgiye doğrudan ulaşmaktadır.
Fârâbî ve İbn Sînâ’nın, insanın mutluluğunun faal akıl’la ittisal edip ondan hakikatin bilgisini elde etmekle gerçekleşeceği iddasını İbn Haldun, dinî kaygılarla reddetmektedir. Onların ittisal ile kastettikleri nefsin doğrudan aracısız idrakidir.
Ancak İbn Haldun’a göre nefsin bu idraki sırasında duyduğu zevk, Kur’ân’ın nefse vaad ettiği mutluluğun çok altındadır. Çünkü Kuran’ın vaad ettiği mutluluk, felsefî burhanların çıkarabileceğinden veya ahlakî dürüstlük hayatının temin edebileceğinden daha üstündür.
İbn Rüşd’e göre ise ittisal, nazarî bilginin büyük ölçüde artması ve aklın son yetkinliğine ulaşmasıdır.
İbn Rüşd, böyle bir durumun insanda ancak öğrenim ve nazarî inceleme ile gerçekleşebileceğini, aynı zamanda bunu yaparken insanın nefsanî arzu ve eğilimlerini kontrol edebilecek bir irade gücüne sahip olması gerektiğini söylerken İbn Haldun’un gerçek bilgiye ulaşmasının yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak ve temiz bir kalp ile Allah’a yönelmesi gibi üç şey ile mümkün olduğunu savunması dikkate değer bir durumdur.
İbn Rüşd’de dinî ibadet ve uygulamaların bu konuda önemli bir katkı sağladığı gerçeğine işaret eder, fakat ona göre bu konuda en önemli husus ilmî çabadır.
İbn Haldun ise bilginin
kalbe ilka olmasını yalnızca dinî çabaya bağlayarak ilmî çabayı ikinci plana
itmiştir.
Sonuç ; İnsanın doğuştan bilgi getirmediğini ve edindiği bilgileri sonradan, çeşitli idrak vasıtaları ile elde eder. Öğrenme yeteneği ile dünyaya gelen insan, çevreyle etkileşim içine girerek bir şeyler öğrenmeye başlar. Bilgi ,hem duyular hem de duyular üstü akıllar vasıtasıyla öğrenilir.
Gerçeğin bilgisi Allah’ın yardımı olmadan nazarî düşünce ve istidlal yoluyla elde edilemeyeceğidir.
Buna göre aklın idraki, sınırlı olup duyuların ötesinde kalan tevhit konuları, ahiret halleri ve ilahî sıfatların mahiyeti gibi ruhanî meseleleri kavramaktan acizdir ve konularda dine başvurmaktan başka çare yoktur.
Akıl veya deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilgiyle vahyî bilgi arasında bir çatışma yoktur.
------
*Arslan, A. İbn Haldun’un İlim ve Fikir Dünyası
*Farabî’de Bilgi Teorisi
*Fahri, M. İslâm Felsefesi
Tarihi
*el-Medinetü’l Fâzıla,
(trc. Nafiz Danışman),
* Gazzalî, İhyau’l
Ulumu’d-Din,
*Kindî, . Felsefî
Risâleler, (trc. Mahmut Kaya),
* İbn Haldun, Mukaddimetü
İbn Haldun,
* İbn Haldun, Mukaddime, (trc.
Süleyman Uludağ)
* İbn Haldun, Şifâ’us Sâil, Tasavvufun Mahiyeti, (trc. S.
Uludağ)
*İbn Sina’da Bilgi
Teorisi,
* Sarıoğlu, H. İbn Rüşd
Felsefesi
* Şulul, C. Kindî
Metafiziği
*Taylan N. İslâm
Düşüncesinde Din Felsefeleri
* Ülken, H. Z. İslâm
Felsefesi