*
ben...
kınalı kız
daha on yedisinde
adının iç sesi avuçlarında solmadan
ayrılık koru yüreğine düşmüş
vuslat beklerken bahtına hasret yazılmış kınalı kız
babam
benim kadar adımı da sevmiş
sevmenin nasıl olduğunu
doğduğumdan beri bilirim sanıyordum
anladım ki
sevgi sanmakla olan bir şey değilmiş
şimdi mecalsiz… kırgın
karşıma aniden çıkan bir ayrılığın bileğini bükemiyorum
köşelerden gözlediğim
gönlümü buyuramayınca akar bir su gibi sevdasına aktığım
zifiri gecede ayın şavkı misâli düşlerimi onunla aydınlattığım
on dördünde tutuşup on yedisinde vuslatı yaşadığım…
yanık bir sevdalık
benimkisi
onca beklemenin,
yıllar süren kavuşma hayâlinin peşinden
bir gurbet sevdası düşmüş meğer bizimkinin gönlüne
oysa gönlünde sadece ben varım sanırdım
yok…yok…sadece ben sanmazdım
kendisi de bana
gönlümün nazlı yâri derdi
neyin var diye sorduğumda
hep sessiz kaldı
hep boynunu büktü
hep gözlerini kaçırdı
hep uzaklara baktı…
bir gün
bak şu almancının altındaki arabaya
buradayken akşam evine bir ekmeği zor götürüyordu
kalbim küt diye vurdu
kafamın içi zonkladı
başımdan aşağı soğuk sular döküldü o an
-alamancının arabası olsa ne olur
arkasında bir ev dolusu hasret var
gereken cevabı verdim diye düşünmüştüm
nereden bilirdim ki
almanya için kulağının sağır
gözünün körleştiğini
almancı aklını başından almış
beni bile gözü görmez olmuştu
-bugün pasaporta müracaat edeceğim
gözlerini yerden hiç kaldırmadı
ben de başımı kaldırmadım
o sustu
ben de sustum
o ağlamadı
lakin ben hıçkırarak ağladım
-araba parasını denkleştirip geleceğim
belliydi
bu yolun dönüşü yoktu
daha ellerimin kınası solmamış
kavuşmak için beklediğimiz günlerin güneşi savuşmamıştı
gözyaşlarım...
yüreğini yakıyordu amma
kararından da caydırmıyordu
almancı etrafta dolaşırken
her gördüğümde
içimde ne kadar öfke varsa boşaltmak istiyordum
zor tutuyordum kendimi
alman bir kadınla evliymiş
ne yani
oda yapar mı böyle bir şey
yok canım
nikâhı bende
ya gönlü birine kayarsa
ya beni oralarda unutursa
yapamazdı …
yapmamalıydı
bana üç yıl sevdalık çekmiş biri
günlerce
delice sorular
kafamın içini kemirirken
işlemlerini yaptırmış
uçak biletini almıştı bile
onu mu uğurladım
yoksa ruhumu mu
bilemiyorum…
-hakkını helâl et…
onu bir daha göremeyeceğimi düşündüm
gittiğinin haftasına mektubu gelir diye
kolladım postacının yolunu
bir ay sonra anca geldi mektubu
beni özlediğini
beni dünya ahiret sevdiğini
işe girip kenara para koyduğunu yazmış
mektubu okurken
kalbimin boğazımda attığını duyuyordum
çabuk çabuk kalemi kâğıdı alıp cevap yazmaya koyuldum
bir çocuğumuzun olacağı haberini verdim
sanmıştım ki
mektup eline ulaşınca
aldığı haberin sevinciyle hemen çıkıp gelecek
benimkisi nafile bir bekleyişti
belki de kupkuru bir umuttu
mektuplar giderek seyrekleşti
artık ne özlem dolu bir cümle
ne de benim hâlimi sual edecek bir merak
satırlar birkaç selamdan ibaretti
oğlu sametin
ilk stüdyo fotoğrafını göndermiştim
babasının ellerinden hasretle öper diye
selâm etmiştim son sözlerimde
ah samedim…babasız yavrum
beraber hasretimiz büyüyor
zaman giderek açılıyordu
samet diş çıkardı
samet emekledi
samet yürüdü
samet okul çağına geldi
alamanyadan haber yoktu
lakin…
ettrafta dönen bir sürü lakırdı
kırılan ümidimle beraber
tüketmeye başlamıştı merhametimi
üç dört defa
bir miktar para göndermişti
sadece o kadar
mektuplar bile kesilmişti
memlekette darbe olmuş
asker hükümete el koymuştu
darbe yılının yazında
alamancı memlekete gelmişti
vardım yanına
sual ettim bizimkisinden
öfkeli ve hesap sorar edayla
-almanyaya geldikten bir yıl sonra
ben daha görmedim onu
kınalı bacım…
anlatmasına göre
almanya’nın berlin şehrine gitmiş
selamı sabahı da kesmiş
herkesle
inanmadım tabii
daha doğrusu inanmak istemedim
bunca yıldır sesi sedası çıkmayan biri
buhar olup uçmadı ya
ne sorduysam cevap alamadım alamancıdan
bir umutla gittiğim kapıdan
eli boş
gözü yaşlı
geri döndüm
ben …kınalı kız
gönül yorgunu kınalı
sevda vurgunu kınalı
umudun gölgesi dahi yüreğinden sürgün edilmiş kınalı
kuş gibi şakıyıp
her dalda öteceğini zannederken
uçsuz bucaksız vahalara bırakılmış
konacak bir dal bulamayan
sevdanın oyununa gelmiş kınalı
postacının yolunu gözlemiyordum artık
hakkında soru soranlara cevap dahi vermiyordum
babam…
çık gel
bir kuru evin başını bekleme
nasıl bırakırdım
evim.. ocağım dediğim
o olmasa da
ona ait bir yerde olduğumu bilmenin
bana verdiği güveni nasıl bırakabilirdim
düşlerimin içinde onun olmadığı ne vardı ki
meğer hayat
düşlerin izini kovaladığın
olmasa da düşlerin takatiyle yürüdüğün yolmuş
umudum olmasa da
onunla beraber olduğuma tutunarak
geçiriyordum yıllarımı
tam on beş yıl
geçmişti
evlere telefonlar bağlanıyordu
benim böyle bir imkânım yoktu
babam koydurmuştu evine
Allah’ım…
bir de buna mı umutlanacaktım
her çalan telefon sesinde
olmadık hülyalara mı kapılacaktım
kız zamanlarımdaki heyecanlarım depreşti sanki
mümkün olmayanın içinde
umutlar mı yeşertiyordum yeniden
belki bir korku
belki temenniydi benimkisi besbelli
belki onun sesini tekrar duyarım düşüncesiydi
samedim…babası hasreti çeken kuzum
on dört yaşını bitiriyordu
son birkaç yıldır hiç sormadı babasını
hatta lafının geçtiği vakitler öfkeleniyor
konuşturmuyordu kimseyi
karagözlü
kara saçlı
kara yağız bir delikanlıydı
bana bıraktığı emanet
onun suretinin birebir aynısıydı
gitmekle çektirdiği ıstırap yetmemiş
bir de her gün
kendisini görmeye mecbur etmişti beni
bir yanı yavrum
bir yanı sevdamdı samet
sametim…
sızlayan tarafım
ağrıyan yanım
kaderimin hissedarı
kederimin refiki
onun mu yükü ağırdı
benim mi
talihsiz kuzum …
baba varlığını tatmamış
öfke ve terk edilmişlik hakikatiyle sıkışan yüreğin sahibi
nedenlerini hiç bilemeyeceği bir hikayenin
mecburi parçası
bu yaşında
yükü çok ağırdı
sametim liseyi bitirdi
istanbula çalışmaya gideceğini söyledi
benim hayatıma hep gidenler mi yazılmıştı Allah’ım
yeni bir uğurluma daha düşmüştü hisseme
bu defa sakın gitme demedim
biliyordum ki gideni durduracak
ne bir söz vardı
ne de bir çare
valizini hazırladım sametin
bildiğim dualarla uğurladım gurbete
her gün aradı beni samet
gittikten altı ay sonrasıydı geleceğini söylediğinde
biletini almış
benden sevdiği yemekleri yapmamı istemişti
kapının çalmasıyla kalbim pırpır etmiş
elim ayağım birbirine dolaşmıştı
sameti …kuzum ..karayağızlım geliyordu
hızlı adımlarla yürüdüm
kapıyı açtım
sametim gelmişti
babası gibi yapmamıştı.
verdiği sözü tutmuş
ana ocağına geri dönmüştü
aman Allah’ım
karşımda gördüğüm samet değildi
onun ta kendisiydi
heyecan bastı birden
elim ayağıma karıştı
kapıyı kapatmalı mıydım
yoksa açmalı mı
bilemedim…
belki de bilmek istemedim
donup kalmıştım olduğum yerde
insan hissiz olur mu hiç
öfkesiz,
nefretsiz
heyecansız
veya umursamaz
veya buz dağı
o eşiğin dışında
ben ise iç tarafındaydım
birbirimize uzatacak ne elimiz
ne bakacak gözümüz
ne de tek bir cümlemiz vardı
bıraktım kapının kulpunu
ve arkamı dönerek yürüdüm
gir de demedim
girme de
bilemedim
aklıma söyleyecek bir tek söz gelmedi
unuttum söyleyeceklerimi
lal kesildim
karşıdaki aynada yüzümün ifadesini gördüm sadece
tam on sekiz yılın yükü vardı çehremde
kederin izleri
ümitsizlik hislerim
uçup geçmişti adeta
kapı kapandı
tahta döşemenin üstünde ki ayak sesleri
tak…tak...tak
odaya doğru ilerledi
ve ben orada
kendime seslendim
demek ki sevgi buydu
kapıyı kapatamamaktı
redfer