Mutsuzluktan bahsetmek istiyorum. Uzun zamandır sahibi olduğum bu kötü histen. Yani zaman içinde yaşadıkça insan birçok hisse sahip olabiliyor. Üstelik bu hisler zaman içinde oldukça da çeşitlenebiliyor. Yani insan kimi zaman mutlu, kimi zaman sevinçli, kimi zaman gururlu, kimi zaman öfkeli, kimi zaman şaşkın, kimi zaman korkulu, kimi zaman kıskanç hissedebiliyor. Genellikle bu hislerin hissedilme süreleri insan ömrümde geçici ve değişken oluyor. Yani bir insan ömrü boyunca yıllarca mutlu olamıyor ya da yıllarca öfkeli olamıyor. Ama bazı hisler maalesef uzun süre insanın yakasını bırakmıyor. Mutsuzluk da bu insana musallat olan hislerden birisi olsa gerek. Çünkü uzun süredir bu hisle başım belada.
İnsanın fizyolojik ve
psikolojik yapısının sağlıklı olmasının temelinde tıpta Homeostaz
(Homeostasi) adı verilen bir olgu yatmaktadır. Bu olguyu kabaca denge
olarak tanımlayabiliriz. Bir organizmanın sağlıklı olarak nitelendirilebilmesi
için fizyolojik değişkenler arasındaki kararlı bir dengenin olması
gerekmektedir. Aynı durum insan ruhu içinde geçerlidir. Yani bir insan düşünelim
ki bu insan durmaksızın gülsün, bu sağlıklı bir insanın yapabileceği bir iş
midir? Gülmek eylemi özünde iyi bir eylem olarak nitelendirilse de bu iyi
olarak nitelendirilen eylemin durmaksızın gerçekleştirilmesi iyi değildir.
Örnekleri çeşitlendirebiliriz elbette. Bir insanın durmaksızın ağlaması,
korkması, öfkeli olması, neşeli olması, şaşkın olması gibi hislerdeki kesintisiz
devamlılık ruhsal olarak o insanın sağlıklı olmadığına işaret eder. Elbette
bunun tam tersi durum da sorun teşkil etmektedir. Yani bir insan ömrünce hiç
gülmemişse, hiç ağlamamışsa, hiç korkmamışsa, hiç öfkelenmemişse, hiç sevmemişse,
hiç şaşırmamışsa bu durum da bir sorun teşkil etmektedir. Yukarıda
bahsettiğimiz denge unsuru ortadan kalmıştır çünkü. O sebepten sağlıklı bir
insan tüm hisleri dengeli bir şekilde hissedebilen bir insandır. Yani sağlıklı bir
insan ömrünce belirli süreler içerisinde mutlu da hisseder, mutsuz da hisseder,
öfkeli de hisseder, şaşkın da hisseder, korkulu da hisseder, üzgün de hisseder.
Sağlıklı bir insanın doğru düşünebilen ve doğru hissedebilen bir insan olduğunu
kabul ederiz. Hayat dümdüz ve engebesi olmayan bir yol değildir zira. Hayat
dediğimiz yol kimi zaman taşlarla örülüdür, kimi saman keskin kayalıklarla,
kimi zaman çıkılması imkânsız bir yokuşa dönüşür, kimi zaman dibi görünmeyen
bir uçuruma. Böyle bir yolun yolcusunun tekdüze ve tek bir hisse sahip olan bir
insan olması düşünülebilir mi? Elbette hayır.
Durumu bu şekilde
özetledikten sonra uzun süredir sahip olduğum mutsuzluk hissinin bende
yarattığı sonucun sağlıklı bir sonuç olduğundan bahsetmek elbette doğru olmayacaktır.
Benim şahsi kanaatim şudur ki yaşadığımız evrende insanın sahip olduğu tek ölçü
birimi zamandır. Bunun dışındaki tüm ölçü birimleri zamana bağlı birimlerdir. Sonsuz
ruhlarımızın hapsedildiği bu sonlu evrendeki prangamızdır zaman. Ömür dediğimiz
zaman diliminin içine hapsedilmişizdir örneğin. Ne bir adım ileri gidebiliriz
ne de bir adım geri zaman içinde. Böylesi büyük ve böylesi korkunç bir kısıtın
içinde sıkışıp kalmışız maalesef. Hafızamızın her bir katmanı mahkumiyetimizin
günlüğü gibi bir şey olur bu durumda. Şimdi dediğimiz şeyin oluşmasında
geçmişte yaşadıklarımızın etkisi oldukça büyüktür ayrıca. Durum böyle olunca
şimdilerimizi kötü eden her kim ya da her ne varsa aslında yarınlarımızı da
kötü etmektedir. O yüzden hiçbir insanın bir diğer insanın tek bir anını bile
kötü etmeye hakkı yoktur. Güne en nötr haliniz ile başladığınızı hayal edin. Ne
çok mutlusunuz ne de çok mutsuz ne çok sağlıklısınız ne de çok sağlıksız. Sabah
uyanıyorsunuz ve günlük rutininizi uyguluyorsunuz. Öyle ki kişisel
temizliğinizi gerçekleştirip ardından kahvaltınızı ediyorsunuz. Tam işinize
gideceksiniz ki ailenizden birisi size hakarette bulunuyor. Bu hakarette
bulunma süresi belki otuz saniye bile sürmüyor. Ancak ne kadar sürerse sürsün
sizin duygusal bütünlüğünüze bir etki gerçekleşiyor. Newton’un etki tepki yasasında
der ki her etkinin bir tepki oluşturması beklenir. Bu otuz saniye bile sürmeyen
etki ile tüm gününüz nötr olma halinden negatif olma haline doğru evriliyor ve
netice olarak kötü bir gün geçirmiş oluyorsunuz. Bu kötü gün diğer günlerin de
kötü olmasına neden oluyor ve bir haftanız kötü etkilenmiş oluyor. Elbette haftalar
ayları ve aylar da yılları etkiliyor. Belki bu otuz saniye hakaret eden kişi bu
eylemini öylesine boş bir sebeple gerçekleştirdi ama bu gerçekleştirdiği eylem
sizin yıllarınızın kötü etkilenmesine neden oldu. Bu yüzden bir insana ya
olumlu bir etki oluşturun ya da hiçbir etkileşimde bulunmayın. Çok mu ince
düşündüm? Ya da çok mu yanlış düşündüm? Elbette bu etkileşimler bu kadar da
basit bir denklem ile ilerlemez. Çünkü bu denklemin çok fazla bilinmeyeni
bulunmaktadır. Bunun dışında ve ötesinde insanın kendi öz benliğini ve gücünü
bu denklemde yok saymak da yanlış bir değerlendirme olur. Şöyle ki cansız bir
varlığa bir etki uygulandığında alınan tepki ile canlı bir varlığa uygulanan
etki karşılığında alınan tepki aynı değildir. Çünkü canlı bir varlığa etki
uygulandığında denkleme bu canlı varlığın iradesi de eklenmiş olur.
Neler saçmalıyorum
öyle değil mi? Uzun zamandır sahip olduğum bu mutsuzluk halini tahlil etmeye
kalkıyorum da ondan. İşte biz eli kalem tutan insanlar maalesef her şeyi tahlil
edip yazabilirmişiz gibi bir yanılsamaya kaptırıyoruz kendimizi. Halbuki her
şey yazıya dökülemez. Bazı şeyler anlatılamaz, yazılamaz ve hatta konuşulamaz;
yalnızca hissedilir. Yani ne kadar insan varsa dünya da o kadar mutluluk çeşidi
vardır, o kadar mutsuzluk çeşidi vardır, o kadar sevinç, o kadar hüzün ve o
kadar aşk çeşidi vardır. Ne diyordu o meşhur film sahnesinde; “Kimse sana aşık
olduğunu söyleyemez Neo, bunu yalnızca sen bilirsin.” O sebepten bu konuda
tanım tarif yapmak biraz zor ve hatta biraz değil gerçekten zor. Ancak kalemimin
elverdiğince bir şeyleri tarif etmeye çalışıyorum kendimce. Ortada var olan bir
şey var; mutsuzluk. Rahatsız edici bir gerçek tam da zihnimin ortasında duruyor.
Bir tür huzursuzluk, bunalma, sıkıntılı olma hali. Ne yapsam olmuyor diye
öykünür ya insan işte öyle bir şey.
Dostoyevski’nin de
bahsettiği gibi;” Çok düşünmek bir hastalıktır.” Bu sözün altına düşünmeden
imzamı atarım. Ne kadar da ironik oldu
öyle değil mi? Ana fikri düşünmek olan bir cümlenin altına düşünmeden imza
atmak, gerçekten trajikomik bir durum. Ayrıca Dostoyevski’nin şöyle bir fikri
daha var; “Gereğinden fazla anlamak bir hastalıktır, gerçek bir hastalık.” Yazarın
bu sözüne de katılıyorum tüm samimiyetimle. Zaten çok düşünen bir insanda
gelişen normal bir durum gereğinden fazla anlamak. Yani detaylara takılıp
kalmak; detaylara o kadar çok takılmak ki artık yaşayamaz duruma gelmek.
Yukarıda kullandığım bir metafor da hayatı bir yola benzetmiştim. Bu yoldaki
detaylara o kadar çok takılıyorsunuz ki sonunda yürümeyi bırakıyorsunuz ve
olduğunuz yerde detaylarla boğuşur vaziyette duraklıyorsunuz. Kötü bir durum. Dostoyevski’nin
bahsettiği bu iki kötü hastalığa da maalesef sahibim. Bahsettiğim uzun süren
mutsuzluk halinin temel dayanakları da sanırım bu hastalıklar. Peki, insan bu
hastalıklara nasıl ev sahipliği yapar? Şahsi kanaatim bu ev sahipliği
durumundaki gönüllülüğün benlikten kaynaklanmasıdır. İnsan bir benlik oluşturur
kendince ve bu benliği besleyerek büyütür. Benlikle birlikte karakterini
oluşturur ve şekillendirmeye başlar. Benlik insanı insan yapan ve insanı
insanlıktan çıkaran bir olgudur. Benlik nerede ve ne zaman başlar? Daha doğrusu
benlik nedir? Benlik insanın kendisini bilmesiyle başlar. İnsan kendini bir
birey olarak bilir ve kabul eder. İşte o andan itibaren benlik kalesi inşa
edilmeye başlar. Ardından bu kalenin ne kadar sağlam ne kadar görkemli ne kadar
büyük ve ne şekilde olacağına yaşanılanlarla birlikte karar verilir. Karakter ise
bu benlik kalesini yöneten kral gibidir. Kralın davranışlarını sahip olduğu bu
benlik kalesi belirler. Kimi zaman bu kale yıkılır, kimi zaman bakımsız kalır,
kimi zaman kral bu kaleyi düşmana teslim eder, kimi zaman kral bu kaleyi yıkar
toz eder. Kalenin ve kralın durumu insandan insana, durumdan duruma değişiklik
gösterir. Bendeki durumsa elbette bana özgüdür.
Benim de bir benlik
kalem var elbette. Çocukluğumda kendimi bilmemle duvarlarını örmeye başladım bu
benlik kalesini. Her bir yaşadığım anıda bir tuğla koydum bu kaleye. Ancak koyduğum
tuğlaların yaşadıklarım dolayısıyla taş, kaya ya da betandan değil topraktan yapılmış
kerpiçler olduğunu anladım sonra. Yani bir benlik kalesi oluştu oluşmasına ama maalesef
kerpiçten yapılmış bir kale oluşmuştu. Durum böyle olunca en ufak bir yağışta
kalemin duvarları aşınıyordu, rüzgarlarla toz olup savruluyordu. Bu kalenin kralı
olan karakterimse kaleyi yönetmekten ziyade onun ayakta kalmasını düşünür
olmuştu. Sık sık bu kaleyi yerle bir etme isteği de bundan kaynaklanıyordu. Ancak
kral şunu da çok iyi biliyordu ki kendi varlığı kalesinin varlığına bağlıydı.
Benlik kalesi olmaz ise ortada bir kral karakteri de var olmazdı. Bu yüzden
kaleyi yer ile yeksan etmek kendini yer ile yeksan etmekle eşdeğer manadaydı. Kral
şöyle bir hatayı doğru olarak kabul etti; “Bu kalenin ayakta kalmasıyla ilgili
ne kadar çok düşünürsem o kadar çok başarılı olurum.” Ayrıca bu kale sanki
kerpiçten değilmiş de sağlam kayadan yapılmış gibi kararlar verdi. Halbuki gerçekleri
olduğu gibi kabul etmek gerekiyordu.