
İzoleli Alan
Bir Varoluş Denemesi
Dış dünyanın
kesintisiz akışına karşı, bireyler kimi zaman kendi sınırlarını çizer. Fiziki
bir alan, öznelerin iradesiyle belirlenmiş ve dış ortamdan koparılmışsa, artık
sıradan bir mekân olmanın ötesine geçer. Bu nokta, bir “izole alan”dır; içinde
olanların dışarıdan gelen çağrılara karşı belirleyici olduğu, dış dünyanın
kısıtlayıcılığına karşı kendi cevaplarını üretebildiği bir varoluş mekânı. İzole
alan, yalnızca dört duvar arasında sıkışmış bir yer değildir; kimi zaman bir
düşünce biçimi, kimi zaman bir toplumun kendini dünyaya kapattığı bir zihinsel
bölge hâline gelir. İçeride var olan özneler, bu izole yapının duvarları
arasından birbirleriyle etkileşirken, dış dünyanın parametreleriyle yeni bir
bağ kurmayı reddedebilirler ya da farklı yollarla dönüşerek kendilerine özgü
bir gerçeklik inşa edebilirler.
Peki, bu tür
bir alan özgürleştirici midir, yoksa bir mahkûmiyetin biçimi mi? İçeridekiler
için bu alan, bir korunma hissi sunabilir. Dış dünyadan gelen bilgilerin, etkilerin
ve değişkenlerin filtresiz bir şekilde içeri girmesi önlendiğinde, bireyler
kendi düşünsel sistemlerini daha sağlıklı bir biçimde geliştirme şansı
yakalayabilirler. Ancak, içe kapanışın beraberinde getirdiği sınırlılıklar,
özneleri kaçınılmaz bir yalnızlığa sürükleyebilir. Öyleyse, izole alan bir
geçiş noktası mıdır? Sürekli mi, yoksa ancak bir süreliğine mi var olabilir?
Belki de bu sorunun yanıtı, içindeki öznelerin ona nasıl anlam yüklediğine
bağlıdır. Kimileri için bu sınırlar bir güvenlik kalkanı iken, kimileri için
değişimin önündeki büyük bir bariyer olabilir. Ancak kesin olan bir şey var:
Her izole alan, kendisine özgü bir gerçekliğiyle vardır ve dış dünyadan farklı
olarak, içindeki öznelerin belirlediği kurallarla var olur.
İzoleli Alan
Sessizliğin Yankısı
Her insan,
bir noktada kendi varlığının sınırlarını çizmek ister. Dış dünyanın
keşmekeşinden sıyrılmak, gürültüyü susturmak ve kendi sesiyle baş başa kalmak…
Bu istek bazen bilinçlidir, bazen de farkında olmadan gerçekleşir. İşte böyle
bir anda, bir mekân bir anda bir izole alana dönüşür. Ancak bu noktada farklı
bir gerçeklik doğar. İzole alan, yalnızca dışarıyı engellemekle kalmaz; içeride
olanı da dönüştürmeye başlar. Öncesinde tanıdık gelen her şey zamanla başka bir
boyut kazanır. Duygular derinleşir, düşünceler kendi yankısını bulur. Bireyin
iç dünyası, sessizliğin içinde kendi sesini yükseltir. Kimi zaman bu içsel
dünya bir sığınak olur; dış dünyanın keskin rüzgârlarından koruyan bir liman.
Ancak bazen fark edilmeden bir hapisliğe dönüşebilir. İzole alanın duvarları,
önce güvenlik hissi verirken, zamanla sınırları olan bir dünyaya çevrilir.
İçindeki özneler, bu alanın sunduğu özgürlüğün içinde bir yalnızlık yaşamaya
başlar.
Peki, insan
bir kez bu izole alana adım attığında, geri dönüş mümkün müdür? Bazen evet,
bazen hayır diyebiliriz. Çünkü bazı sınırlar, yalnızca fiziki değil, zihinsel
olarak da çizilir. Alışkanlık hâline gelen bu kapanış, dış dünyaya yeniden
açılmayı zorlaştırabilir. Ancak belki de cevap, bu iki hâlin arasında saklıdır;
yalnızlıkla barışıp, fakat dış dünyaya da kapıyı tamamen kapatmamak… Belki
izole alan, yalnızca bir duvarla sınırlı değildir. Belki, hepimizin içinde
farklı biçimlerde var olur. Ancak gerçek olan bir şey var: İnsan, her zaman bir
yankı arar. Ve bu yankıyı bulduğu yerde, kendi gerçeğini ulaşır. Kim bilir,
belki de sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı. Bir odanın köşesinde
yankılanan adımlar, bir pencerenin ardında unutulan bakışlar, günler boyunca
dokunulmayan eşyalar… Tüm bunlar, bu izole alanın içinde sessiz bir çığlığa
dönüşür. Dışarının seslerini sustururken, içerideki yankıları daha duyulur hâle
getirmiş olur.
Kimi zaman
bu içsel dünya bir sığınak olur; dış dünyanın keskin rüzgârlarından koruyan bir
liman. Ancak bazen fark edilmeden bir hapisliğe dönüşebilir. İzole alanın
duvarları, önce güvenlik hissi verirken, zamanla sınırları olan bir dünyaya çevrilir.
İçindeki özneler, bu alanın sunduğu özgürlüğün içinde bir yalnızlık yaşamaya
başlar. Ve sonra bir an gelir… Bir ışık düşer boşluğa, içeride yankılanan ses
dışarıya ulaşır. Birey, bu alandan çıkmayı ister mi, yoksa kalmayı mı tercih
eder? Bu, belki de en zor sorudur. Çünkü bazen bir duvarın ardı, bilinmeyen bir
huzur saklar. Ama bazen de özgürlük, o duvarların ötesinde gizlidir.
Belki izole
alan, yalnızca bir duvarla sınırlı değildir. Belki, hepimizin içinde farklı
biçimlerde var olur. Ancak gerçek olan bir şey var: İnsan, her zaman bir yankı
arar. Ve bu yankıyı bulduğu yerde, kendi gerçeğini bulur. Ancak bir gerçek
unutulur: Sessizlik, yalnızca sustuğunda değil, yankılandığında da konuşur.
Duvarlara çarpan soluklar, içe çekilen kelimeler, gözlerden süzülen düşünceler…
Hepsi, bu sınırların içinde var olanların izlerini taşır. Öncesinde tanıdık
gelen her şey zamanla başka bir boyut kazanır. Duygular derinleşir, düşünceler
kendi yankısını bulur. Bir zamanlar korunmak için çizilen sınırlar, artık bir
hapishane midir? İlk başta güven veren o sessizlik, zamanla kulaklarda çınlayan
bir boşluğa dönüşür. Bir bakış unutulur, bir an hatırlanmaz, bir cümle eksik kalır.
Gözler dışarıyı ararken, içeride yankılanan sessizlik daha belirgin hâle gelir.
Bir adım
atmayı düşünür insan… Ancak alıştığı duvarları yıkmak kolay değildir. Her
sessizlik, kendi yankısını üretir ve kimi zaman bu yankı, dışarıda hiçbir sesin
yerini dolduramayacağı kadar güçlü olur. Fakat bir an gelir, bir ışık düşer
boşluğa. İçeride yankılanan ses, dışarıya ulaşır. Günler geçtikçe, izole alan
artık bir tercih değil, bir alışkanlık hâline gelir. İnsan, kendini burada
güvende hissettiği kadar, yavaş yavaş iç sesine mahkûm olur. Bir an, duvarlara
dokunur ve düşünür: "Bu sınırları ben mi çizdim, yoksa zamanla
kendiliğinden mi oluştu?" Dışarının sesi uzaklarda kaybolmuştur artık.
Ancak işin tuhaf yanı, içerdeki yankılar daha da yüksek çıkmaya başlamıştır. Eski
hatıralar, unutulmuş sözler, kaçırılmış fırsatlar… Hepsi, bu sessizliğin içinde
yankılanarak büyür. Sanki duvarlar, yalnızca insanı korumak için değil, onu
geçmişiyle yüzleşmeye zorlamak için de inşa edilmiştir.
Ve sonra bir
an gelir… Bir ışık süzülür küçük bir aralıktan. Belki bir ses, belki bir koku,
belki de bir anı, insanı uykusundan uyandırır. O an, içindeki yankıları
dinlemeyi bırakıp, dışarıdaki dünyaya yeniden bakmayı ister. Ama kapıdan adım
atmak kolay değildir. Alışılmış olan her zaman güvenlidir; bilinmeyen ise
korkutucu. Ancak insan bir seçim yapmalıdır. Ya izole alanın sunduğu huzur ve
yalnızlık içinde kalacak ya da bilinmeze adım atacak. Ve belki de en önemli
soru budur: "Sessizlikle yaşamak mı, yoksa seslerin arasında var olmak mı
güzeldir?"Buyurun, beyin fırtınasına, vesselam.
Mehmet Aluç
Bayram Kaya
kardeşimin “Kolektif Alan 46 ” eserinden esinlenerek yansımasının fark edilmesi
üzerine birkaç dize ve düşünceleri kendi düşüncelerimle şekillendirerek yazmaya
çalıştım.Bayram kardeşime teşekkürler ediyorum.