
Yarım Günlük Oruç
Gökyüzü, Ramazan güneşinin acımasız ışıklarıyla kavruluyordu. Hava öyle
ağırdı ki, nefes almak bile bir yüktü. Ortaokulun tozlu koridorlarından
çıkmıştım, sırtımda okul çantamın ağırlığı, içimde ise o günün kutsal misafiri:
Oruç. Ama asıl yük, ayaklarımın altında uzanan o bitmek bilmez köy yoluydu. Her
adım, bedenimdeki yorgunluğu bir kat daha artırıyor, boğazımdaki kuruluğu
derinleştiriyordu. Yine de bir kararlılık vardı içimde, demir gibi. Oruçluyum
ve bugün köye döneceğim.
Köy yolunun başında, yolun tam kıvrımında, kaderimin tebessüm ettiği bir
durak vardı: Lastik tamircisinde çalışan ve orada, benimle aynı adı taşıyan,
kaderin cilvesiyle aynı topraklardan filizlenmiş adaşım, köylüm Uğur çalışırdı.
Aramızda sessiz bir anlaşma vardı sanki; yollarımız denk gelirse, bu çetin
yolculuğu omuz omuza, kelimelerle değil, soluk soluğa atılan adımlarla
paylaşırdık. O gün de öyle oldu. Gözlerimiz buluştu, yorgun bir tebessüm
yayıldı yüzlerimize. Yan yana düştük yola.
Daha yolun başında, henüz ilk kavşağı dönmeden, keskin bir koku usulca
süzüldü havaya. Burnumun direğini sızlatan, ruhuma işleyen o eşsiz koku… Ekmek
kokusu. Taze, sıcak, fırından yeni çıkmış, henüz buharı üstünde tüten bir ekmek
kokusu. Köy yolunun girişindeki bakkaldan yükseliyordu bu baştan çıkarıcı
davet. Sanki her hücreme sızıyor, midemde bir orkestra şefi gibi açlığı
yönetiyordu.
Elim istemsizce cebime gitti. Küçük bir harçlık, sanki tam da bu an için
saklanmış, minicik bir umut fısıltısı. "İki ekmek alırım… Annem
sevinir," dedim içimden. Bir ekmek benim için, diğeri annemin yüzündeki
tebessüm için. Belki de orucun açlığını bastırmak için bilinçaltı bir bahaneydi
bu. Aldım ekmekleri, o kutsal emaneti, bohçama özenle sarıp koydum. Sanki bir
hazineydi, dokunmaya kıyamadığım bir sır.
Ama yol uzundu… Güneşin alevi bedenimizi yakıyordu. Ekmek kokusu ise, her
adımda, her solukta daha da çok sindi içimize. Bohçanın kumaşından süzülüp,
adeta damarlarımıza karışıyordu. İki "Uğur", iki adaş, yan yana
yürüyoruz. Sözlerimiz boğazımızda düğümlenmiş, sessizliğin derin sularında
ilerliyoruz. Ama gözlerimiz… Gözlerimiz, sanki kutsal bir ayin yapar gibi, ara
sıra bohçadaki o ekmeğe kayıyordu. Her bir bakışta, içimizdeki açlık,
dindirilmiş bir canavar gibi uluyordu.
Daha yolun yarısıydı. Birbirimize baktık. Sözsüz bir iletişim, yorgunluğun
ve açlığın derinleştirdiği bir anlayış. Hafif bir gülümseme, ama o gülümsemenin
ardında saklı bir çaresizlik… Ve… dayanamadık.
Adaşım Uğur, önce usulca eğildi. Ben de sessizce çıkardım ekmekleri
bohçamdan. Birini ortadan ikiye böldük. O ekmeğin sıcaklığı, avuçlarımıza
yayılan buharı… O an, dünya durdu sanki. Bir Ramazan günü, orucumuzu bir ekmek
kokusuna, bir anlık zayıflığa, bir çocukluk masumiyetine verdik.
Pişmandım. Kalbimin en derin köşesinde, minicik bir çocuğun saklı, temiz bir
utancı vardı. Ama o pişmanlığın yanında, bir de o ekmeğin tadı vardı.
Suçlulukla karışık, ama açlığın yırtıcılığını dindiren bir lokma… Sonrası mı?
Gülerek, konuşarak, sanki hiçbir şey olmamış gibi, o çocuksu utancımızla devam
ettik yolculuğumuza. Köye varana dek, o yarım ekmek, içimizde bir sır, bir
pişmanlık, ama aynı zamanda bir Ramazan anısı olarak kaldı. Ve o günden sonra,
o ekmek kokusu, sadece bir koku değil, aynı zamanda çocukluğumun o saf, masum
günlerine duyduğum özlemin ta kendisi oldu.