
Kahvaltı
sofrasındaki peynir tabağına takıldı gözü. Uzun süre izledi peynir tabağını.
Eşi tarafından kutusundan çıkarılmış ve ardından meyve bıçağıyla dilimlenerek
camdan kahvaltı tabağına konulmuş tam yağlı beyaz peynir. Çatalını peynire
doğru uzattı. Bir dilim peynir aldı. Tam ağzına götürecekken vazgeçti ve tekrar
tabağa koydu. Eşi durumu fark etmemişti. Mutfak tezgahının üzerinde domates
doğruyordu. Kalktı ve balkona çıkmak için hareket etti. Eşi;
-
“Nereye
gidiyorsun?” diye sordu.
-
“Balkona
sigara içmeye.” Diye cevap verdi. Eşi;
-
“Aç
karnına sigara içme diyorum kaç defa sana.” Diye söylenmeye başladı. Adam bu
söylenmeye alışık bir vaziyette;
-
“Bir
şeyler atıştırdım sigara altına.” Diye cevap verdi ve balkona çıktı.
Yalan söylenmişti.
Bir şeyler atıştırmamıştı. Zaten yataktan yeni kalkmış ve banyodan sonra direk
kahvaltı sofrasına oturmuştu. Radyoda doksanlardan bir şarkı çalıyordu; “Gönlümü
çaldı edası hoş sedası, koydum akıma benim olacak.” Balkona çıktı. Balkondaki
arkası kırık sandalyesine oturdu. Bir sigara yaktı ve apartmanları izlemeye
koyuldu. Tabaktaki peynir ve bu şarkı onu çocukluğunun geçtiği doksanlı yıllara
götürmüştü.
Karanlık bir
gündü. En azından ona karanlık bir gün gibi gelmişti. Rahmetli babaannesi geniş
şalvarını giymiş ve üzerine battaniye misali örtüsünü örtmüştü. Küçücük bir
çocuktu. İlkokul ikinci sınıfa gidiyor olmalıydı. Rahmetli babaannesi ne zaman geniş
şalvarını giyip başına örtüsünü örtse bir yerlere giderlerdi ya pazara ya çarşıya.
Babaannesinin elinden tutup yürümeye başladılar. Ama bu kez ne çarşıya ne de
pazara, ilçe garajına gidip otobüse binmişlerdi. Bu otobüs vilayete gidiyordu. Elbette
o zamanlar vilayetten filan haberi yoktu. Hatta kendi mahallesinin bile dışına
çıkmamıştı.
Yolculuk yaklaşık bir saat kadar sürdü.
Yine midesi bulanmıştı. Otobüs tutuyordu. Hem midesi bulanmış hem de başı
dönmüştü. Otobüsten iner inmez kustu. Babaannesi biraz söylendi ama bir şey
yapmadı. Babaannesi ona şefkatle yaklaşmıştı hep. Bu şefkatin arkasında ilk
torunu olması mı, anne ve babası olmasına rağmen öksüz ve yetim kalması mı,
cılız bir çocuk olması mı yoksa bu nedenlerin hepsi mi yatıyordu bilemiyordu. Anne
ve babası iki sene önce boşanmıştı. Annesi başka bir yere, babası başka bir
yere gitmişti. O ise babaanne ve dedesinde kalmıştı.
Vilayet garajında indiklerinde otobüs
tutması nedeniyle kendini iyi hissetmese bile başının dönmesinin tek nedeni otobüs
tutması değildi. Hayatında hiç bu kadar çok insan ve araç görmemişti. Kalabalık
her yerdeydi. En çok da taksi niyetine kullanılan üç tekerlekli arkası kasalı motosikletler
dikkatini çekmişti. Ne kadar çok vardı onlardan. Mavi renkli kabinleri vardı.
Bu üç tekerlekli motorlardan birisine bindiler. Bu eğlenceli bir seyahatti Çok
fazla araba, kamyon ve otobüs vardı.
Büyük apartmanlardan
birinin önünde durdular. Ne kadar da yüksek bir apartman olduğuna şaşakalmıştı.
On katlı olabilir miydi? Apartmana bakarken başı döndü. Babaannesi elinden
tutup çekiştirdi. Bu devasa apartmanların arasında toprak damlı, terk katlı bir
kerpiç eve doğru ilerlediler. Babaannesi;
-
“Konya
ne kadar da değişmiş, her yer bina olmuş. Önceden buralar hep toprak evdi.” Dedi.
Betonarme yapılar
her yeri ele geçirmiş gibi görünüyordu. Babaannesiyle birlikte yeşil boyaları
dökülmüş eski tahta bir kapıdan içeri girdiler. Kerpiç evin sıvaları
dökülmüştü. Sanki yıkılmayı bekliyordu. Dış kapıdan içeri girildiğinde küçük ve
yeşil bir bahçe ile karşılaştılar. Sol tarafta küçük bir çeşme ve çeşmenin
önünde betonları dökülmüş küçük bir havuz vardı. Küçük bir çardak ve çardağın
üzerini kaplamış büyük bir üzüm bağı. Küçük çardağın da betonları çatlamış ve
dökülmüştü. Çardağın üç merdivenini çıktıktan sonra sağ tarafta evin girişi
bulunmaktaydı. Giriş kapısı da yeşil boyası eskimiş ve dökülmüş, camı çatlak
bir kapıydı. Bu kapıdan da içeri girildiğinde ağır bit koku bizi karşıladı. Salondan
da sağ taraf döndüklerinde bir sedir ve sedirin üzerinde yatan şişman ve yaşlı
bir kadınla karşılaştılar. Korkmuştu. Babaannesi kadını görünce elini bıraktı
ve yaşlı kadına doğru ilerledi. Yaşlı ve şişman kadın zorlukla doğruldu ve
kucaklaşıp ağlamaya başladılar.
-
“Vay
benim bacım, kınalı bacım.” Diye ağlamaya başladı babaannesi.
Bu sırada o evi
süzmeye başladı. Evde televizyon yoktu. Pencerelerden birisinin çıkıntısında
eski bir radyo vardı. Ev toprak sıvalı bir evdi ve çok kirli görünüyordu. Ev bu
haliyle bir harabeye benziyordu. Babaannesi ve babaannesinin ablası ağlamayı ve
kucaklaşmayı bitirdikten sonra babaannesinin ablası;
-
“Oturun,
oturun hele.” Dedi burnunu çekerek. “Bu oğlan Yaşar’ın oğlan mı?” diye sordu
sonra. Babaannem;
-
“Gel
oğlum babaannenin elini öp.” Dedi.
Koşarak gitti ve
babaannesinin ablasının elini öptü. Babaannesi de onu sulu sulu öptü sarıldı.
Bu sulu sulu öpme işi midesini bulandırmıştı.
-
“Vay
benim talihsiz yavrum, vay benim öksüz evladım.” Diyerek yeniden ağlamaya
başladı. Babaannesi el işaretiyle sus işareti yaptı. Sonra;
-
“Nasılsın
bacım, talihsiz bacım, ne oldu?” diye sordu. Babaannesinin ablası;
-
“Ne
diyeyim bacım, bizim de talihimiz böyleymiş. Hastayım kalkamıyorum ayağa.
Hastaneye bile gidemiyorum. Yattım kaldım burada. Gözü kör olası herif beni her
gün dövüyor. Beni evden atacakmış, yerime yeni kadın alacakmış. Onca yıl ben
kahrını çektim. Şimdi bana böyle yapıyor.” Diye ağlayarak anlatmaya başladı.
Babaannesi;
-
“Gözü
kör olsun azmış mı bu yaştan sonra?” diye karşılık verdi.
-
“Ne
bileyim bacım, azmış mı? Ölsem de kurtulsam. Ben artık dayanamıyorum. Bir oğlan
var bizim köyden. Burada okulda okuyor. O bizde kalıyor da o yapıveriyor işlerimi
Allah razı olsun.” Dedi babaannesinin ablası.
-
“Kimin
oğlu?” diye sordu.
-
“Hüseyin’in
oğlu var ya, O. Benim de oğlum kızım var ama yüzlerini dönüp de bakmıyorlar
bana. Neymiş babaları öldükten sonra bu herife varmışım. Kele kör olasıcaya ben
mi vardım. Babam olacak gavur verdi, benim derdim koca derdi miydi sanki?” diye ağlamaya başladı tekrar babaannesinin
ablası.
Tüm bunar
konuşulurken o sıkılmıştı çoktan. Karnı da acıkmıştı. Babaannesine;
-
“Babaanne,
burada televizyon var mı?” diye sordu. Babaannesi cevaplamadı.
Babaannesi
ablasının yanına kocası onu dövdüğü için gelmişti. Ama O, o yıllarda bunun farkında
bile değildi. Babaannesi ile gezmeye çıktıklarını düşünmüyordu. Yoksulluk, aile
içi şiddet, çekememezlik, vefasızlık her şey arabesk bir film senaryosunu
andırıyordu.
Babaannesi ve
babaannesinin ablası biraz daha konuştuktan sonra babaannesi kalktı. Mutfaktan
bir sofra bezi getirdi. Sofra bezinin üzerine peynir, zeytin ve ekmek getirdi.
Oturdular hep beraber yediler. Getirilen peynir yağlı beyaz peynirdi. Bu onun
çok hoşuna gitmişti. Çünkü kendi evlerinde her kahvaltıda yağsız çökelek
peyniri yerlerdi. Tam yağlı beyaz peynir oldukça pahalıydı. Sofradaki peyniri
yemeye doyamıyordu. Babaannesi birkaç lokma almış, babaannesi birkaç lokma
almış ama o yedikçe yemiş yedikçe yemişti. Sonunda babaannesi önünden peyniri
ve sofrayı kaldırdı. Bu sırada eve lise çağlarında genç parlak yüzlü bir genç
girdi. Önce babaannesinin ablasının elini sonra babaannesinin elini öptü.
Üzerini başını değiştirdikten sonra evi süpürdü, çöpü döktü. Babaannesinin
ablasını tuvalete götürdü.
İşleri bitirdikten
sonra eve gelirken elinde getirdiği deri görünümlü ağzı fermuarlı büyük bir
cüzdana benzeyen çantanın fermuarı açtı ve içinden bir kitap çıkardı. O iyice
sıkılmıştı. Bu gencin yanına yanaştı ve;
-
“Sizin
televizyonunuz var mı?” diye sordu. Genç;
-
“Televizyonumuz
yok, hem televizyon günah.” Diye cevap verdi. Bu cevap hiç hoşuna gitmedi. Ve;
-
“Peki
canınız sıkıldığında ne yaparsınız?” diye sordu. Genç;
-
“Radyo
dinleriz.” Diye cevap verdi. O;
-
“Şimdi
de radyo dinleyebilir miyiz?” diye sordu. Genç babaannenin ablasına dönerek;
-
“Hacı
Anne, çocuğun canı sıkılmış, radyoyu açalım mı?” diye sedirin üzerinde yatan şişman
ve yaşlı kadından izin istedi. Yaşlı ve şişman kadın;
-
“Açın
ama kurcalamayın, bozulursa Hacı yine benden hesap sorar.” Dedi. Genç saygılı
bir tavırla;
-
“Tamam
Hacı Anne.” Dedi.
İzin de alındıktan
sonra radyo açıldı. Radyoda dini yayınlar yapan bir kanalda bir adam
konuşuyordu. Belki de bir vaaz veriyordu, diyordu ki;
-
“Ey
Müslümanlar, mümin kişi odur ki çocuğundan da sorumludur. Çocuğunun eğitiminden
de sorumludur. Çocuğunun yalnızca yemesinden, içmesinden değil düşünmesinden, iman
etmesinden de sorumludur. Sadece yedirmekle içirmekle annelik babalık olmaz.
Allah’ın Resulü Peygamber Efendimiz ’de böyle bir anne babalıktan razı olmaz. Çocuklarımızı
kontrol etmeliyiz, dine davet etmeliyiz. Ne konuştuklarına, ne okuduklarına, ne
söylediklerine de dikkat etmeliyiz. Geçen Konya’mızı derinden sarsan hadisede
anne ve babalar çocuklarını kontrol etmiş olsalardı meydana gelmezdi. Anne ve
babalar çocukları oyun oynuyor diye biliyorlar. Be Müslüman çocuk oyun oynuyor
da ne oynuyor diye bir baksana. Ne diyordu çocuk; ‘Biz Allahçılık oynuyoruz.’
Neymiş bu Allahçılık Oyunu? ‘Ben Allah oluyorum, kardeşim de kul oluyor. Kardeşim
bana dua ediyor, bende onun duaları kabul ediyorum.’ Haşa böyle oyun mu olur
kardeşlerim? Vallahi Allah hepimizden hesap sorar!”
Radyodaki adam
bağırarak konuşuyordu ve anlattıkları şeyler hiç de eğlenceli değildi. Sıkıldı
ve gence:
-
“Başka
kanal yok mu?” diye sordu. Genç;
-
“Yok!”
diye cevap verdi.
Radyodan
sıkılmıştı. Babaannesinin ablası;
-
“Nurullah,
çocuk sıkıldı. Gezdir biraz dışarıda.” Dedi. Genç;
-
“Tamam,
Hacı Anne.” Diye karşılık verdi.
Genç ve çocuk
dışarı çıktılar. Yüksek apartmanlar arasında gezmeye başladılar. İlerde küçük
bir mahalle bakkalı vardı. Çocuk elini cebine attı. Cebinden birkaç metal lira
çıkardı. Gence;
-
“Abi
bakkala gidelim mi?” diye sordu. Genç;
-
“Paran
var mı?” diye sordu. O da;
-
“Param
var.” Diyerek elindeki paraları gösterdi.
Gençle birlikte
çocuk bakkala girdiler. Bakkal küçük bir mahalle bakkalıydı. Çocuk bakkala
sordu;
-
“Abi
bu kaç para?”
-
“Yedi
bin beş yüz lira.”
-
“Bu
kaç lira?”
-
“Sekiz
bin beş yüz”
-
“Bu?”
-
“On
bin”
Çikolatalar, gofretler,
şekerler hepsini sordu. Hiçbirinin üzerinde fiyatı yazmıyordu. Sorduğu hiçbir
şeye de parası yetmiyordu. Genç daha fazla dayanamayıp bakkala;
-
“Abi
kusura bakma, köyden geldi.” Dedi utanarak.
Bunun üzerine
çocuk sanki ayıp bir şey yapmış gibi utandı ve cebinden metal paraları çıkardı.
Bakkala gösterdi;
- “Abi, bu kadar
param var. Bu paraya ne eder?” diye sordu.
Bakkal bir tane
gofret ve bir tane sakız verdi. Sonra bakkaldan çıkıp eve geldiler. Evde babaannesi
ve babaannesinin ablası konuşuyorlardı. Akşam olmuştu. Her yer kararmıştı.
Çocuk acıkmaya başlamıştı. Babaannesine;
-
“Babaanne
ben acıktım.” Dedi.
Bunun üzerine genç
mutfağa gitti ve küçük bir sofra örtüsü aldı. Kirli gibi görünen eski halının
üzerine getirdi. Ardından tekrar mutfağa gitti. Peynir tabağı, zeytin tabağı ve
yufka ekmek ile geri geldi. Çocuk peyniri görünce sevindi. Hemen sofraya oturup
ekmekle peynir yemeğe koyuldu. Ancak biraz sonra Genç;
-
“Besmele
çekmeden yemeğe başlamak günahtır.” Dedi. Bunun üzerine babaannesi çocuğa dönerek;
-
“Besmele
çek yavrum.” Dedi. Çocuk besmele çekti. Genç;
-
“Sofrada
eğer yarımını yemezsen o zaman evde bereket olmaz diyor bizim hocamız. Bir de
yemekleri muhakkak sünnetleyin, tabaklarınız da bırakmayın.” Diyor dedi. Bunun
üzerine çocuk;
-
“Peynir
tabağını ben sünnetleyebilir miyim?” diye sordu. Genç;
-
“Peynir,
zeytin, reçel gibi kahvaltı tabakları sünnetlenmez!” dedi. Bunu biraz da
bağırarak söyledi. Babaannesi çocuğun yanına geldi ve;
-
“Yeter
artık çocuk! Ben seni doyuramadım!” dedi ve çocuğun kolundan tutup sofradan kaldırdı.
Minderin üzerine oturturken de kolundan çimdikledi.
Çok canı yanmıştı.
Ağlamak istemişti ama ağlayamamıştı. Üstelik karnı da doymamıştı. Yaklaşık iki
üç gün kaldılar o evde ama bu misafirlik bir eziyet gibi geçmişti. Annesi
babası olmayan, arsız bir çocuk. Hiçbir yerde istenmeyen bir fazlalık. Bu olay
ömrü boyunca yabancı bir yerde aç olsa dahi yemeye, istemeye cesaret edemedi.
Balkonda
sigarasını bitirdikten sonra tekrar kahvaltı sofrasına oturdu. Derin bir iç
çekti ve peynir tabağını uzağına koydu. Zeytin, çay ve yumurta ile kahvaltısı
tamamlayıp işe gitti.