MAYIN
YAZAN:OĞUZ BATIN
Gece sessizdi ama bu sessizlik, alışılmışın dışında bir yük taşıyordu. Sanki rüzgâr bile nefesini tutmuş, kimsenin adım atmaya cesaret edemediği o terk edilmiş sınır köyünün derinliklerine bakıyordu.
Komiser Nihat, ay ışığında parlayan çatlak botlarını fark ettiğinde, bataklık toprağının içine her adımda biraz daha gömüldüğünü hissetti. Elinde tuttuğu dosyada, beş kayıp… beşi de aynı bölgede, aynı rotada… Sadece boşanmış beden parçaları bulunmuştu. Hiçbir kurşun izi yoktu, hiçbir boğuşma emaresi. Adeta yere basmaları yeterli olmuştu ölmeleri için.
Yanındaki genç polis Halil mırıldandı:
“Komiserim… Bu bölge mayınlı değil miydi yıllar önce?”
Nihat durdu. “Resmi olarak temizlendi. Ama resmi kayıtlar bazen… cesetlerden daha sessiz olur.”
Ağaçların arasında ilerlerken, köhne bir tabela yarıya kadar toprağa gömülmüş haldeydi. Üzerindeki yazı neredeyse silinmişti ama dikkatli bakıldığında seçilebiliyordu: DİKKAT! GİRİLMEZ.
Halil irkildi. “Bu tabelenin burada olması saçma değil mi?”
Komiser gözlerini kısmıştı. “Asıl saçma olan, beş kişinin aynı şekilde ölmesi ve kimsenin bu işin peşine düşmemesiydi. Ta ki... içlerinden biri vali yardımcısının oğlu çıkana kadar.”
Derken ileride bir ışık parladı. Minik, yanıp sönen bir kırmızı ışık. Ardından metalik bir tıkırtı. Her ikisi de yere çömeldi.
Nihat fısıldadı:
“Bu mayınlar rastgele yerleştirilmemiş. Biri onları... hâlâ kullanıyor olabilir.”
Halil’in sesi titredi.
“Yani bu bir tuzak mı?”
Nihat başını yavaşça salladı.
“Bu bir mesaj.”
Sabaha karşı, ormanın içinden çıkan ağır sis, sanki toprağın sırlarını korumaya yeminliydi. Komiser Nihat ve Halil, adımlarını dikkatle atıyor, bastıkları zemini kontrol etmeden ilerlememeye çalışıyorlardı. Her kırık dal, her çıtırtı, bir patlamanın habercisi olabilirdi.
Halil’in telsizi birden cızırtıyla öttü.
“Merkezden birim 03’e... Cevap verin...”
Nihat hızla cihazı eline aldı. “03 burada, dinlemedeyim.”
“Gece saat 02.15... Aynı bölgede bir patlama daha tespit edildi. Yerel halk oraya ‘Eski Siper Hattı’ diyor. Etrafta canlı kalmadı. Yalnızca bir çocuk kaçabildi. İstasyon istikametine doğru koştuğu bildiriliyor.”
Halil, irkilerek komisere baktı. “Komiserim… O çocuk hedef olabilir.”
Nihat hemen karar verdi. “Yolumuzu değiştiriyoruz. Siper hattına değil… çocuk neredeyse oraya.”
İstasyona ulaştıklarında, yıkık dökük taş binanın önünde, yüzü çamur içinde bir çocuk büzülmüş halde ağlıyordu.
“Adın ne senin?” diye sordu Nihat yumuşak bir sesle.
Çocuk titreyerek konuştu:
“Mehmet… abimle ormanda yürüyorduk… Yere bir şey gömdüler. Sonra... sonra ışık yandı ve...”
Gözleri büyüdü, dudakları titredi.
“Abim... yere bastığında yok oldu.”
Halil başını eğdi. Komiser Nihat çocuğun önüne çöktü.
“Sana kim gömdü o şeyi gösterdi?”
Mehmet sessizce başını salladı. “Yüzünü göstermedi. Maske takıyordu. Asker gibiydi ama kıyafeti eskiydi. Üzerinde amblem yoktu. Sadece… bacağını sürüyordu.”
Nihat dondu kaldı.
“Ne dedin? Bacağını mı sürüyordu?”
Halil sordu:
“Komiserim, tanıyor musunuz?”
Nihat yavaşça ayağa kalktı. Gözleri geçmişin karanlık bir köşesine kaydı.
“Yıllar önce… temizlik timinde bir uzman vardı. Mayınları sökerdi. Ama bir gün yanlışlıkla bastı. Bacağını kaybetti, aklını da.”
Halil’in boğazı kurudu.
“O kişi… öldü sanıyorduk.”
Nihat gözlerini kıstı.
“Belki de... sadece saklandı.”
İstasyondaki sorgunun ardından Nihat, Halil'e sadece birkaç kişiyle paylaşılan çok eski bir dosyadan söz etti: “Kod adı: ‘Mayıncı.’” Resmî kayıtlarda ölü olarak geçen ama cesedi hiçbir zaman bulunamayan bir adamdan. Nihat’ın sesinde, yılların taşıdığı bir suçluluk vardı.
“Ben onu ekipten atılmasını istemiştim. Dengesizdi. Mayınlarla konuştuğunu söylüyordu. ‘Onlar bana fısıldıyor’ derdi hep. Kimse ciddiye almadı. Sonra bir gün ortadan kayboldu.”
Halil duraksadı. “Ya o günden beri yaşıyorsa… bu ormanda, o hatlarda, o mayınlarla?”
Nihat gözlerini istasyonun kırık camlarından dışarı dikti. Güneş doğmaya başlıyordu ama sis hâlâ dağılmamıştı.
“Yaşıyorsa... bu onun savaşı. Bize değil, geçmişe karşı bir kin bu.”
Tam o sırada, istasyon binasının zemininden gelen bir uğultu dikkatlerini çekti. Çocuk, korkuyla gösterdi:
“Burada! Dün gece o adam aşağı indi! Kapak vardı!”
Halil’le birlikte zemini kazdılar. Kalasları kaldırdıklarında, paslı bir merdiven ortaya çıktı. Aşağısı karanlıktı. Çok eski bir sığınaktı burası, muhtemelen II. Dünya Savaşı’ndan kalma. Nihat fenerini yaktı ve ilk adımı attı.
Merdiven her inişte gıcırdıyordu. Duvarlar, kireçle yazılmış anlam verilemeyen sembollerle doluydu. “DÜZEN İHANETTİR”, “TOPRAK UNUTMAZ”, “MAYIN UYANIRSA İNSAN SUSAR” gibi ifadeler vardı.
Aşağı indiklerinde dar bir koridor, sonra küçük bir oda çıktı karşılarına. Ve odanın ortasında... bir masa. Masanın üzerinde patlayıcı düzenekleri, eski askeri haritalar, fotoğraflar ve... bir defter.
Nihat defteri açtı. İlk sayfa tanıdıktı.
“Nihat… beni unuttun. Ama ben seni hiç unutmadım. Her bastığın adımda seni izledim. Her sessizlikte adını duydum. Bu savaş senin yüzünden bitmedi. Şimdi toprağı yeniden uyandırıyorum.”
Tam o sırada, Halil duvardaki metal bir çivinin ucunda sallanan şeyi fark etti: Bir bacak protezi.
Nihat'ın yüzü bembeyaz kesildi.
“O burada... HÂLÂ burada.”
Ve tavan arasında duyulan o yavaş sürüklenme sesi... metalin betona çarpışı... birinin yukarıdan onları izliyor olması... Hikâye artık bir hayalet masalına değil, yaşayan bir kâbusa dönüşüyordu.
Sığınağın yukarısından gelen sürüklenme sesi durdu. Sessizlik, bir çığlık kadar keskin ve soğuktu. Halil, silahını çekti. Nihat, nefesini tuttu. Her ikisi de, bu işin artık bir “soruşturma” olmadığını biliyordu — bu, hayatta kalma savaşıydı.
Birden, tavan arasında bir patırtı koptu. Tozlar indi, sonra sessizlik tekrar çöktü. Nihat, Halil’e fısıldadı:
“Eğer bu adam hâlâ hayattaysa... zihni tamamen kararmış. Her hareketimizi bir satranç hamlesi gibi hesaplıyor olabilir.”
Duvarın dibindeki eski metal dolap aralandığında içinden çıkan şey, içlerini daha da ürpertti: Askeri üniformalar, dosyalar... ve kayıp kurbanlara ait kimlik kartları.
“Bu... bu bir anıt gibi,” dedi Halil. “O öldürdüğü herkesin parçalarını burada toplamış.”
Nihat deftere yeniden döndü. Son sayfalarda, çizilmiş tuzak haritaları vardı. Ama bazı bölümler silinmiş, üstü karalanmıştı. O an Nihat fark etti — bu bir savaş alanı değil, bir oyun tahtasıydı. Her hareket, bir mesaj.
Ve sonra, sesi duydular. Tiz, derinden gelen, metalin boğuk yankısıyla karışık bir fısıltı:
“Siz... bastınız... ben sadece izledim.”
Işıklar birden söndü.
Zifiri karanlıkta Halil bağırdı:
“Kim var orada?!”
Hiçbir cevap gelmedi. Sadece protezin yerde sürünme sesi... sonra soluk bir ışık, bir adamın siluetini ortaya çıkardı. Tek bacağı olan, diğerinde paslı bir protez taşıyan yaşlı bir adamdı. Yüzü maske ile kaplıydı ama gözleri... gözleri canlıydı. Ve delirmişti.
“Komiser Nihat... Beni hatırladın mı?”
Nihat yavaşça başını eğdi.
“Hatırladım. Seni o zaman susturmalıydık. Şimdi ise seni durduracağız.”
Adam kahkaha attı. Delice, yankılanan, çığlık gibi bir kahkaha.
“Siz zaten sustunuz! Bu toprak konuşacak artık!”
Yavaşça arkasındaki düzeneğe bastı. Tavandaki ipler gerildi. Nihat hemen Halil’i yere itti. Bir patlama olmadı. Ama yukarıdaki çıkış kapısı tamamen kapandı. Tuzak değil... kapan!
Sığınak, onların mezarına dönüşmek üzereydi.
Halil panikle sordu:
“Ne yapacağız Komiserim?!”
Nihat gözlerini masadaki haritaya dikti. Gözleri bir noktada durdu.
“Buradan sadece bir yol var. Ama bu yol... mayınlı.”
Sığınağın içindeki hava ağırlaşmıştı. Yukarı çıkış kapatılmış, nefes alınan her saniye bir kararın ağırlığını daha fazla hissettiriyordu. “Mayıncı”, gölgelerin arasında kaybolmuştu. Nihat haritanın kenarındaki işaretli geçidi gösterdi.
“Burada... eski bir servis tüneli var. Lojistik hat. 90’larda kapatılmış. Ama hâlâ kullanılabilir.”
Halil’in sesi titriyordu. “Mayınlarla doluysa... bastığımız her adım... sonumuz olabilir.”
Nihat başını salladı. “Ama burada kalırsak, ölmemiz kesin.”
Beraberce dar koridordan geçmeye başladılar. Her adımda ayaklarının altına bakıyor, en ufak bir tel, çıkıntı ya da metal parıltısını kolluyorlardı. Sadece fenerin sarı ışığı vardı önlerinde, ve sessizliğin göğsü yaran gerginliği.
Aniden, Halil durdu.
“Komiserim… burada bir şey var.”
Yerdeki taş, diğerlerinden farklıydı. Altına eğildi, dikkatlice taşın kenarını kazıdı… ve gördü. Bir basınç plakasına bağlı tel.
“Eğer bastıysam… şimdiye kadar patlamalıydı. Ama... belki zamanlayıcılı?”
Nihat eğildi, gözleri Halil’in ayaklarına kitlenmişti. “Kımıldama. Bu klasik ‘ölü bölge’ düzeneği. Ayağını çektiğin anda patlar.”
Halil’in alnından ter süzülüyordu. “Yani buraya kadarmış?”
Nihat çevreyi inceledi, sonra cebinden küçük bir metal kama çıkardı. “Hayır. Henüz değil.”
Dakikalar süren, nefesleri tutarak yapılan bir manevrayla Nihat, mekanizmayı etkisiz hale getirdi. Halil yavaşça geri adım attı. Ve birden... arka tünelden bir ses:
“Bravo Nihat. Hâlâ maharetlisin... ama hâlâ çok geçsin.”
“Mayıncı”, tünelin sonunda bekliyordu. Elinde eski model bir uzaktan kumanda. Üzerindeki kırmızı tuş, her şeyin sonu olabilirdi.
“Bu insanlar seni unuttu,” dedi Nihat. “Ama bu senin intikamın değil. Bu senin... hastalığın.”
Mayıncı hafifçe başını eğdi. “Belki. Ama hasta olan ben değilim. Hasta olan bir ülkeydi, beni toprağa gömen. Siz yalnızca kürek tuttunuz.”
Parmağı düğmeye giderken, tünelin yan duvarından gelen gürültü bir anda her şeyi değiştirdi. Gürültüyle birlikte beton parçalandı, ışıklar patladı ve dışarıdan bir megafon sesi yankılandı:
“POLİS! DİREKT MÜDAHALE! ELLER YUKARI!”
Mayıncı bir anlık tereddüt geçirdi. Nihat, fırsatı kaçırmadı. Silahını çekip tetiğe bastı. Kurşun düğmeye değil, eline isabet etti. Kumanda yere düştü. Aynı anda özel tim tüneli bastı.
Göz gözü görmeyen karmaşada Halil, Nihat’ın koluna yapıştı. “Komiserim! Ya patlarsa?!”
Ama patlamadı.
Sanki toprak da bu kez adaleti beklemişti.
Mayıncı kıvranarak yere düştü. Maskesi çıkmıştı. Gözleri hâlâ öfkeliydi, ama içlerinde derin bir yorgunluk vardı.
“Toprağın hafızası... sizden uzun...” dedi, sonra sessizliğe gömüldü.
Epilog
Olayın ardından bölge tamamen kapatıldı. Tüm mayınlar, özel ekiplerce bir ay süren operasyonla temizlendi. “Mayıncı” olarak anılan eski asker, akıl hastanesine yatırıldı.
Komiser Nihat, emekliliğini istedi.
O günden sonra, ormanda yürürken sessizlik duyulduğunda, insanlar nefeslerini tutar oldu. Çünkü herkes bir şeyi anladı:
Toprak, bastığın adımı unutmaz.