
“Bana mesken oldu
gurbet elleri” diyor türküde işte aynen öyle. Gerçi bir yerden sonra gurbet
neresi, sıla neresi hepsi birbirine karışıyor ve tüm dünya başlı başına gurbete
dönüşüyor. Bu durumu bizzat yaşan birisi olarak açık yüreklilikle yazabiliyorum.
Sıla insanın doğduğu, çocukluğunu geçirdiği, büyüdüğü, ilkleri yaşadığı yer
midir yoksa bizzat ailesi, ailesinin olduğu yer midir? Belki de bunların her
ikisidir. Ben zaman içinde ikisi de kaybettim. Bu ıssız dünyada bir başıma
kaldım. O yüzden dünyanın ve hatta evrenin ıssızlığını iliklerime kadar
hissediyorum. Ancak şöyle bir teselli kapısı açık ki elbette bu açık kapıyı inkâr
edebilmem mümkün değil. Şöyle ki ben her ne kadar kimsesizliği, çaresizliği ve
ıssızlığı iliklerime kadar hissediyor olsam da ben de artık birilerinin sılası
oldum; kendi çocuklarımın. İşte bu sebepten kendi yaşadığım bu acı verici
durumu çocuklarımın yaşamaması için elimden geleni yapıyorum. Benim için bir
ana kucağı, bir baba ocağı yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Bunun eksikliğini her
zaman hissettim. Ama bu eksikliği çocuklarımın hissetmesini istemiyorum.
Çocuklarımın dönüp gelebilecekleri bir baba ocakları olsun istiyorum. Manevi olarak
böyle bir ocak oluşturdum ama maddi olarak maalesef böyle bir ocak
oluşturabilmiş değilim. Ben kendimi bildim bileli kiracıyım. Bir konut sahibi
olsaydım, olabilseydim elbet fiziksel olarak da bir baba ocağı oluşturabilmiş
olurdum. Ama olmadı, olamadı, bu imkanlar dahilinde de pek olacak gibi
görünmüyor.
Biz insanlar hem
soyut hem de somut varlıklarız. Bir yanımız manevi, bir yanımız maddi. Ne maddi
yanımızdan vazgeçebiliriz ne de maddi yanımızdan vazgeçebiliriz. Maddeden
müteşekkil bir evrende maddeden var olmuş bedenlerimizin içerisinde yaşıyoruz.
Ama zihnimiz, düşüncelerimiz, sözlerimiz, düşlerimiz, hayallerimiz ve ruhumuz
maddi bir nitelik taşımıyor. Tüm bu saydıklarım maddenin dışında, yani soyut. O
yüzden insan manevi ve maddi kısımlardan oluşan bir bütün. Bu bütünü parçalamak
kuşkusuz bütün varlığına son verir. O yüzden insan her iki kısma da gereken
önemi vermelidir. Benim yukarıda bahsettiğim baba ocağı tanımı da manevi ve
maddi olmak üzere iki kısımdan oluşur. Bir ev düşünelim; dört duvar, bir çatı
ve hatta bir bahçe. Evde salon, oturma odası, yatak odası, mutfak, banyo yani
bir evde olması gereken bütün kısımlar mevcut olsun. Bu eve baba ocağı diyebilir
miyiz? Eğer baba şefkati, merhameti, koruyuculuğu, esirgeyiciliği yoksa elbette
böyle bir şey diyemeyiz. Aynı şekilde şefkatli, merhametli, koruyucu, esirgeyici
bir baba var ama imkanları yok, yoksul. Kendisi istese de elinden hiçbir şey
gelmiyor. Bu durumda bir baba ocağı oluşabilir mi? Elbette bu da mümkün değil.
Yani soyut ve somut arasında, maneviyat ve maddiyat arasında bir denge kurulması
gerekiyor. Esasında bu denge insan yaşamı için vazgeçilmez değil midir ya da
insanın kurmak istediği oluşumlar için? İşte bu yüzdendir ki benim de
tahayyülümdeki baba ocağını kurabilmem için maddiyata ihtiyacım var, hiçbir zaman
sahip olamadığım maddiyata.
Dengeli bir yaşam
sürmek için ne yalnızca materyalizm yeterli oluyor ne de yalnızca spiritüalizm ya
da idealizm yeterli oluyor. Bu kapsamda düalizm yani madde ve ruhu iyi ayrı
varlık olarak kabul eden ve bu iki ayrı varlığın birbiri olmadan faydasızlaşacağını
savunan bir düşünce ile olaya bakmak daha sağlıklı olur diye düşünüyorum. Esasında
dost meclislerinde sık sık gündeme gelen; “para tek başına insana yeter mi
yetmez mi?” sorusunun cevabı da burada gizli sanırım. Bir noktadan sonra insan
şunu fark ediyor: Maddiyatı küçümsemek ne kadar yanlışsa maneviyatı yok saymak
da o kadar yanlış. Çünkü hayatın gerçekleri, her iki tarafı da insanın
karşısına çıkarıyor. Karnı aç bir insana “sabret, ruhunu doyur” demek nasıl anlamsızsa,
gönlü kırık birine de “al işte para, mutlu ol” demek o kadar boş. Bu sebeple
denge dediğimiz şey, yalnızca teorik bir kavram değil, bizzat hayatın akışı
içinde sınanan, yaşanarak öğrenilen bir gerçekliktir.
Ben kendi
hayatımda bu dengeyi kurmakta zorlandım. Belki de bunun sebebi doğduğum andan
itibaren elimde olmayan eksikliklerdi. Eksikliklerle büyüyen bir çocuk,
eksikliklerin farkına varmakta çok erken olgunlaşıyor. Çocuklukta duyulan
hasret, yokluk, yalnızlık insanın ruhuna öyle derin izler bırakıyor ki,
ilerleyen yaşlarda bile tüm çabalarına rağmen o izleri silemiyor. İnsan bir
noktada kabulleniyor: “Evet, ben bu yarayla yaşayacağım.” Ama kabullenmek,
mücadeleyi bırakmak değil. Benim mücadelem de işte burada başlıyor. Her ne
kadar elimde olmayan şeylerin gölgesinde yaşamış olsam da, çocuklarıma o
gölgenin karanlığını hissettirmemek için uğraşıyorum. Onlara bırakabileceğim en
değerli miras belki de işte bu çabadır. Çünkü miras dediğimiz şey, sadece
maddiyatla ölçülmez. Bir ev, bir araba, bir arsa elbette önemli ama çocukların
yüreğine bıraktığın güven, merhamet, sevgi, şefkat her şeyden daha kıymetlidir.
Yine de içimde bir ukde var: Onlara sadece manevi değil, aynı zamanda somut bir
baba ocağı bırakabilmek. Belki bu
dünyada tam anlamıyla kuramadım, belki imkânlar el vermedi ama hayalini
kurduğum o ev, zihnimde tüm ayrıntılarıyla varlığını sürdürüyor. Çocuklarımın
kapısını çaldığında huzur bulacağı, bir sandalyesine oturduğunda içini ısıtan,
duvarlarında yalnızca tuğla değil anılar barındıran bir ev. Yani hem maddenin
hem mananın buluştuğu gerçek bir ocak. Belki ben göremeyeceğim, belki onlar
kuracak; ama inanıyorum ki bir gün bu hayal gerçeğe dönüşecek. Çünkü insanı
ayakta tutan şey, sahip oldukları değil, umut ettikleridir.
İşte tam da bu
noktada dönüp yine başa geliyoruz: Gurbet ile sıla, madde ile mana, varlık ile
yokluk; hepsi birbirine karışıyor ama insanın içindeki o öz, o denge arayışı
hiç bitmiyor. İnsanın en büyük sınavı da belki bu: Her şartta, her eksiklikte,
her yalnızlıkta hem ruhunu hem bedenini ayakta tutabilmek, hem maddiyatın hem
maneviyatın hakkını verebilmek.